Neden derseniz: Gökkafes İstanbul'da imar planlarının kapalı kapılar ardında kimsenin haberi olmadan hazırlanmasının nasıl haksızlık ve hukuksuzluk yarattığını gösteren ve tarihe geçen önemli bir simge. Bu kapalı süreçte kaçak yapı yapan vatandaş ile yeşil alanları imara açarak haksız gelir elde eden güç sahipleri aynı safta yeraldılar.
Ancak unutmamak gerekir ki bu eşitsiz ve haksızlık yaratan duruma planlamayı bir bilim gibi göstererek ayrıcalık peşinde koşan uzmanlık kurumları da meşruiyet sağladılar. Birtakım insanlar imar kararlarının karanlıkta kalmasından dolayı haksız kazançlar elde ettiler.
İstanbul her alanda hukukun hakim olduğu bir şehir olmaktan giderek uzaklaştı. Hayatımızın her alanını çeteler sarmaladı. Bugün hukukun lafta kalmaması için her kurumun, özellikle de üniversitelerin sorumluluklarını göstermelerinin zamanı geldi. Türkiye'deki en köklü üniversitelerden biri olan İTÜ'nün burnunun dibine dikilen hukuksuzluk anıtından kendisine ders çıkarıp "üniversite olma" işlevini sahiplenmesinin zamanı geldi.
Gökkafes olayının içyüzü
Konu "bina dikildi, daha neyi tartışıyoruz" diyerek geçilecek bir konu değil. Gökkafes olayı siyasetin kirlenmesi, kamu görevi aracılığıyla haksız menfaat temini ve siyasetçi-güç odakları arasındaki ilişkileri irdelemek için bir "örnek olay" niteliğinde. Tartışma da, yılan hikayesine dönen usulsüzlükler de bundan çıkıyor.
Gökkafes olayının seyri kent merkezindeki önemli bir yeşil alanın haksız menfaat temin edecek bir biçimde imara açılmasından başlayarak, "minareyi çalan, kılıfını da hazırlar" denecek cinsten işlemler dizisinden ibaret:
Bugün Gökkafes'in bulunduğu imara kapalı olan gayrımenkul 1983'de satın alınıyor. Tapu kütüğünde de söz konusu yer için "inşaat yapılamaz" şerhi bulunmaktadır. 1930'lu yıllarda Henri Prost tarafından hazırlanan Nazım İmar Planı'nda 2 Numaralı Park'ın içinde, 1954 Beyoğlu Nazım Planı'nda "korunması gereken yeşil alan" içinde, 1977 uygulama imar planında "yeşil alanda ve kısmen İTÜ gelişme alanında" gösterilmektedir.
Kısacası kime sorsanız, bu araziye inşaat yapılamayacağını bilmektedir. Ancak "herkesin bilemeyeceği" başka bir şey daha vardır: Yeni sahibi burayı "yeşil alan" olarak muhafaza etmek veya çiçek yetiştirmek için almamıştır. Bu iddiasını ispatlamaya da hazırdır. (Nitekim bu parsellerin eski sahipleri ellerindeki bu nimetin kıymetini bilememişlerdir!)
İlk önce Koruma Kurulu tarafından inşaatın "yakın çevresinde bulunan korunması gereken Taşkışla Binası açısından bir sakıncası olmadığına" karar veriliyor! 1984 yılında, bu kararın hemen arkasından Bakanlar Kurulu kararıyla bölge "Turizm Merkezi" ilan ediliyor.
Ancak henüz verilen imar hakkı henüz 24,5 metre ve yapılaşma oranı arazinin iki katıdır. Bu nedenle iddia sahibinin daha fazla çaba gösterilmesi gerekiyor. İstanbul'un çok tanınmış mimarlarından birine proje hazırlama görevi veriliyor. İstanbul'a "alçak" bir binanın değil, yüksek bir binanın nasıl daha çok yakışacağını gösteren perspektifler, maketler hazırlanıyor.
Şirketin ortağı olduğu bilinen dönemin Büyükşehir Belediye Başkanı konuya bizzat önem veriyor, yapının mimari estetiğini ve cephe etütlerini denetliyor. Birlikte çok mesai harcanıyor. Ne de olsa İstanbul'a yakışacak bir bina yapılması söz konusudur.
Nitekim 1987 yılında Büyükşehir Belediye Başkanı ilçeler arasındaki imar planlarını koordine etmek amacıyla kendisine verilen "tadilen onay" yetkisine dayanarak tek imza ile imar planını 134 metre yüksekliğinde ve arazinin altı misli bir yapılaşma oranıyla bir gökdelene izin verecek biçimde "tadil" ediyor. Sözkonusu parselin "turizm merkezi" ilan edilmesi ile imar durumu alınıyorsa da, bu "tadilen onay" sırasında -her ne hikmetse- yüzde 88 oranında işyeri izni veriliyor. Turizm yüzde 12'ye düşüyor!
Yolun güzergahının değişmesi gibi bir dolu ayrıntı da cabası.
Sonuçta bürokratik işlemler tamamlanıyor. İnşaat başlıyor. İşte tam her şey yolunda giderken, hiç beklenmedik bir şey oluyor. Seçimleri büyük bir farkla kazanacağından ve işlerini yarım bırakmayacağından son derece emin olan Büyükşehir Belediye Başkanı seçimi kaybediyor. İstanbul'u "gözü gibi seven" Büyükşehir Belediye Başkanı seçimi kazanacağından ve İstanbul için daha çok çalışacağından o kadar emindir ki, sonuç tam bir sürpriz oluyor.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi inşaat sınırlarının dışına taşıldığı gerekçesiyle 1989 yılında inşaatı mühürlüyor. Aynı yıl Beyoğlu Belediyesi tarafından yapılan plan tadilatı ile 1983 tarihinde verilen 24.5 metre yüksekliğindeki ilk yapılaşma koşullarına geri dönülüyor.
Yönetim değişince olanlar oluyor. Yerel yöneticileri ikna etme çabaları ile inşaatın yıkılması engellenmeye çalışılıyor. Geriye bir tek çare kalıyor: Plan yapma yetkisini yerel yönetimin elinden almak. Bunun üzerine hükümet devreye giriyor.
Başbakanlık 10 turizm merkezinde plan yapma yetkisini belediyeden alarak Bayındırlık ve İskan Bakanlığı'na devrediyor. İşte bundan sonra Gökkafes tam bir yılan hikayesine dönüşüyor.
Süreç İdare Mahkemeleri ve Danıştay nezdinde tam 14 adet dava konusu oluyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin başvurusu üzerine Danıştay plan yapma yetkisini bakanlığa veren kararı iptal ediyor. Danıştay'ın kararının 5 ay "postada gecikmesi" ve karar henüz tebliğ edilmeden inşaatın Şişli Belediyesi sınırlarına alınması ile konu bir skandala dönüşüyor. En son olarak daha ilgili bakanlıklarca zorunlu planlar dahi yapılmadan, Şişli Belediyesi tarafından imar ruhsatı verilmesi, bu skandala bir de tüy dikiyor!
Nitekim şirketin yeni çalışma ortağı "katakullinin bu kadarı da görülmedi" dedirtecek cinsten imar ruhsatı işlemlerini plandan bile önce yapacak kadar cesaret, öngörü ve hüner sahibi. Böylece münafıkların yarattığı baş ağrılarına karşı şirketin yüreğine "su serpme" görevini başarıyla yerine getiriyor. Şişli'den dolaylarından Taksim'e uzanarak yardıma koşuyor.
Şimdi konuşma sırası İstanbul'da!
Gökkafes'in sahiplerinin şimdiye kadar dile getirdikleri görüşler şunlar:
1. Bu konu kapalı kapılar ardında halledilsin, bilen bilmeyen konuşmasın.
2. Gökdelen İstanbul'un güzelliklerine güzellik katacak.
3. Herşey hukuka uygun...
Şirket Gökkafes yalnızca sahibini, mimarını ve kamu görevlilerini ilgilendiren bir konudur, bu konu ilgili kuruluşlar arasında halledilmektedir, başkalarına laf düşmez demektedir:
"Böylesine uzmanlık gerektiren konuların uluorta konuşulması İstanbul'a fayda getirmez." (Bu yaklaşıma göre inşaat derseniz, şirketin işi, hukuka uydurmak derseniz, siyasetçilerin işi.)
Şirket siyasal iradeyi etkileyerek istediğini elde edebileceği bir durumu "hukuk" olarak adlandırmaktadır. İstanbulluların da susmasını, oldu bittileri kabul etmesini, hesap sormamasını istemektedir. Bu işle ilgili olmayan kişiler ve kurumlar konuşmamasını istemektedir.
Peki biz bu hukuk ve şehircilik anlayışını paylaşıyor muyuz? İstanbullular, üniversiteler, meslek insanları, uzmanlar olarak bu dayatmayı kabul ediyor muyuz? Bir arsanın birisinin mülkiyetinde iken yeşil alan olması ile başkasının mülkiyetine geçtiğinde 134 metre imar hakkı olmasının arasında hiç bir fark yok mudur? Bu durumda "imar hakkı" haksız menfaat sağlamakla eş anlamlı değil midir? İstanbul'da bir çok yeşil alanı ucuza kapatıp, imar ayrıcalıkları elde edenlerin güzellikten sözetmeleri arsızlık değil de nedir?
Hukuk hemşehrilere yönetimler tarafından ihsan edilebilecek bir lütuf değil!
Hukuku koruyacak olan fiilen İstanbul halkıdır. İstanbul'un geleceğine daha umutla, daha güvenle bakmak İstanbul'un hakkıdır. Hukuksuzluğa dur diyecek olan İstanbullulardır! Bu hakkın başkalarına, uzmanlara, yöneticilere, çıkar sahiplerine teslim edilemeyeceği Gökkafes'le birlikte bir kere daha ortaya çıkmıştır. İşte bu nedenle şehircilik ve mimarlık eğitimi veren bağımsız bir kurum olan üniversite burnunun ucunda gerçekleşen bu dayatmaya karşı artık konuşmalıdır! (KG/YS)