"İnönü (Taksim) Gezisi'ni alelade bir Belediye bahçesi sanmak hatalıdır. Burası büyük garp şehirlerindeki 'promenade' denilen gezinti bahçeleri nevindendir. Nitekim Paris'te böyle bir çok gezinti bahçeleri vardır. Bunların en meşhuru Tuileries bahçesidir. Yine Paris'teki Luxembourg bahçesi, Trocadero denilen büyük binanın bahçesi de İnönü (Taksim) Gezisi kabilinden gezinti bahçeleridir."
Bu satırlar 1940'lı yılların İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Dr. Lütfi Kırdar'a ait. Dr. Lütfi Kırdar, İstanbul'da kendi döneminde yapılanları "Yenileşen İstanbul" başlığını taşıyan ve Belediye Matbaası tarafından 1947'de basılan kitapta aşağı yukarı bu üslupla anlatıyor.
Adı üstünde
Dr. Lütfi Kırdar'ın Avrupa başkentlerindeki gezi parkalarıyla karşılaştırdığı park, bugünkü Taksim Meydanı'ndan başlayarak kesintisiz Maçka'ya kadar uzanan büyük bir yeşil alanı kapsıyordu. Ancak "Gezi" olarak adlandırılan bu parkın bilindiği gibi bir ucu ilk olarak Hilton Oteli tarafından kapatıldı.
Aslında bu "gezinti yolu"nun yeşilliklerle çevrili biçimde Spor ve Sergi Sarayı, Nişantaşı, Maçka istikametine, yakın tarihte yeniden düzenlenen Maçka Parkı'na doğru bir yeşil kuşak ve bir rekreasyon alanı olarak korunacağı varsayılmıştı.
Bu parkın kalan küçük bölümünün dahi, Hyatt Regency Oteli'nin inşaatından hemen önceki halini hatırlayanlar, isminden de anlaşıldığı gibi "alelade bir park" olmadığını, şehir merkezindeki bir gezinti alanı olduğunu bilirler. Hafta içi günlerde, öğle tatillerinde, sabah akşam, işe giderken gelirken bu "gezinti yolu" insanlarla dolardı. (İstanbul'un birçok tanınmış simasını bu parkta elinde bastonu ile yürüyüş yaparken görebilirdiniz.)
Askeri dönemde kasatura heykeli
"Gezi" sözcüğü tahmin ediyorum, bu yeşil alana "park"tan daha çok yakışıyordu. (O zaman henüz "yaya alanı" kavramı daha icat edilmemişti.) Gezi'nin özellikle Tenis Eskrim Dağcılık Klübü'nün (TED) arkasındaki bölümü, Maçka, Nişantaşı Parkları, çevresindeki bu rekreasyon ve kültür amaçlı tesislerle birlikte, şehir içindeki en çok kullanılan yeşil alanlarıydı.
Gerçi bu yeşil alan düzenlemesi soğan kubbeli cephesi ile burada bulunan Taksim Kışlası'nı yok etmişti ama ondan sonra olanlar eskiyi rahmetle anmayı gerektirecek cinstendi. (Örneğin askeri darbe sonrası herhalde dünyanın en anlamsız heykeli, bir kasatura, meydanın ortasına dikili bir tuhaflık olarak yıllarca çakılı kaldı.)
Halk özne olamıyor
İstanbul'un 1940'lardaki en önemli "kamusal"düzenlemesi olan bu parkı, yani "Gezi" fikri, döneminin gecikmiş bütüncül bir kentsel yönetim uygulaması olarak başarılı oldu. Ancak aynı zihniyet, yani bir proje ile kentin düzenlenebileceği fikri, yapılan ilk düzenlemeden sonra geçirdiği evreler ile kanımca kentin Cumhuriyet dönemindeki sorunlarının ve açmazlarının nedenlerini ortaya koydu.
Üniversiteler, kamu otoriteleri, saygın öğretim üyeleri, hatta aydınlar, özel sektör, sermaye hep birlikte ve ayrı ayrı kendi kamu yararı kavramlarını bu tepeden inmeci zihniyeti sorgulamadan bu alanda varoldular. Denklemin temel öğesi, "halk" örgütlenmemiş bir kitle, bir yığın olarak "kendi adına yapılan" her uygulamada bir özne olamadı, dışarıda kaldı.
Kısa tarihçe: Hyatt Regency ve Gezi
Önce alelacele kendi halindeki TED Klübü'nün bulunduğu yere bir gökdelen "taslağı" hazırlandı. "Taslağı" diyorum, çünkü buraya yapılması düşünülen gökdelen Belediye Başkanı'na "sunulduğunda" yalnızca planı projesi olmayan bir perspektiften ibaretti ve daha henüz avan projesi bile yoktu!
Ancak gelişmeler ve yönetim değişikliği, bu müstesna gökdelenin Taşkışla'nın karşısında gerçekleşmesine fırsat vermedi. Yeni yönetim "proje"yi değiştirerek, Tenis Eskrim Dağcılık Klübü'nün yerine yapılacak olan Hyatt Regency Oteli'nin hemen yanı başındaki İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Mimarlık Fakültesi'nin yüksekliğini geçmemesini sağladı.
Ancak gene de otelin inşaatı sırasında Gezi'nin bir bölümünün yaklaşık dört sene şantiye olarak kullanılmasına ve yok edilmesine nasıl izin verildi, bu konuda kimsenin neden sesi çıkmadı, anlaşılamadı.
Kesmek yerine oymak
Parkın düzeninin bozulması bir yana, hele hele basit bir duvar inşaatı uğruna, Dr. Lütfi Kırdar'ın sözünü ettiği "özellikle seçilen kışın yaprağını dökmeyen cinsteki sıra sıra ağaçların" göz göre göre ve birer ikişer yıkıldığına nasıl seyirci kalındığını ise hiç anlaşılamadı! Anlaşılan inşaat firması ağaç kesmek yerine daha "medeni" sayılabilecek altını oyarak yıkma yöntemini benimsemişti.
İstanbul'un ilk ve son "Avrupai" tarzda imar edilmiş gezinti parkının düştüğü durum içler acısıydı. Güzelim park gitmiş, yerine asfalt ve otomobiller ile kamyonların, barakalar ile inşaat molozlarının yığıldığı bir saha gelmişti.
Parkın bu arada Pasteur Hastanesi'nden Taşkışla'ya ve Maçka Parkı'na geçit veren güzel kapısı da bir daha açılmamak üzere kapatılmıştı. Daha da tuhafı Belediye'nin Park ve Bahçeler Müdürlüğü'ne ait araçların, dozer ve kamyonların ait oldukları kuruluşun ismiyle çelişir biçimde burayı sürekli bir "makine parkı" olarak değerlendirmeleriydi.
İnşaat bittiğinde park tekrar eski haline getirilecekti
İstanbullulara iade!
Gerçi inşaat süresince burayı tarumar etmenin hesabını verecek bir sorumlu yoktu, ama en azından parkın tekrar İstanbullulara iade edileceğine dair bir "umut" vardı. Hyatt Regency Oteli bahçesi içinde kalan son ufak ayrıntıların orasını burasını süsleyerek kendi "çevre düzenlemesi"ni de bitirdi.
Ama ne yazık ki gezinti parkı İstanbullulara iade edilmedi. İade edilmesi şöyle dursun, parktan geçenler bir daha asla düzelmeyecek, beton bordürlü, garip bir asfalt yol inşaatı ve hilkat garibesi bir trafo binası gördüler.
Belediyeye ve otel yönetimine defalarca yapılan başvurular sonucunda sökülen yetişkin ağaçların yerine -zorla da olsa- fidanlar dikildi. Eğri büğrü dizilen bordür taşları başvuru üzerine biraz düzeltildi, ama park asla eski haline bir daha getirilemedi.
Gezi, gezi olma özelliğini kaybetti. Gereksiz yere beton bordürler döşendi.
Sanki boş alan
İnsanların hayatını tehlikeye atacak şekilde - parkın depo olarak kullanılan kısmının girişini kapatan küçük otoparkı rahatsız etmemek için - zarif yaya köprüsünün üzerinden sabah akşam tonlarca ağırlıkta dozer, damperli kamyon geçirilmeye başlandı. Çünkü Park ve Bahçeler Müdürlüğü de burayı otopark olarak kullanmaya başlamıştı!
İstanbul'un ve hatta Türkiye'nin en önemli meydanı ve parkı, her zaman ve her dönem projeler yapılacak boş bir alan olarak görüldü. Ancak ilginç olan her belediye başkanı döneminde apar topar yapılan projelere karşılık, 1940'lardaki neoklasik düzenlemeden sonra bir daha asla böylesine bütünsel bir düzenleme yapılamadı.
Otel inşaatları Türkiye'nin özel sektörcü siyasal dönemini, çeşitli ölçeklerdeki işgaller kamu sahasından pay kapma yarışını simgeledi. Otel inşaatlarından geriye kalan bölümleri ise otopark ve çeşitli gecekondu yapılar tarafından işgal edildi. Buradaki en kalıcı mimari özellikteki mermer basamaklar ve parapetler ise sürekli yıpratıcı müdahalelere sahne oldu.
Ve metro
Bu alanın bir uzantısı olan, ancak sonradan bölünmüş olan Maçka Parkı, bir üniversitenin şehircilik bölümünün yaptığı "Demokrasi Parkı" projesi ile, mimarlık dergilerinden kesilmiş baklava pencereli, mantar çatılı yapıların kötü kopyaları ile dolduruldu. Eski, bakımsız halini aratacak hale geldi.
Maçka Parkı'nın içine yapılan yollar, buradaki restoranlarının otoparklarına giden araçlara hizmet vermeye başladı. Nişantaşı'nda ise epey yapbozdan sonra "Habitat Parkı" adı verilen bir gecekonduda karar kılındı. Taksim Meydanı da elbette bu yapbozdan nasibini aldı.
Son olarak İstanbul Metrosu'nun Cumhuriyet Caddesi girişi yeşil alanın tam ortasına yapıldı. Gezi'nin bir bölümü "geçici mi, kalıcı mı olduğu bir türlü anlaşılamayan" inşaat barakaları, elektrik trafosu, benzeri masal kitaplarında yer alan bir zabıta kulübesi, inşaat makineleri otoparkı tarafından yutuldu.
Bir çok yapbozdan sonra meydan son olarak asfaltlanarak otobüs sahası haline getirilme aşamasındayken de yeniden geçici olarak "düzenlendi" ve ortasında şantiye mi yoksa kalıcı mı olduğu anlaşılamayan düzenlemeler yapıldı.
Sonuç: Krizin olgunlaşması
Buradaki bütün bu düzenlemeler sonuçta Türkiye'nin siyasal sistemine ayna tuttu: Burası hiç şüphesiz İstanbul'un en önemli, en büyük "yaya alanı" olarak tasarlanmıştı. Bugün bu "yaya alanı"nda bir "yaya" olarak dolaşmanız neredeyse imkansız. Araçlara sözde kapalı olan yerlerde üzerinize korna çalarak gelen otomobiller buranın asıl sahibinin kim olduğunu gösteriyor.
En son olarak buradaki cami tartışmaları, kamu sahasına kimin damgasını vuracağının belirlenmesi noktasında yıllardır olgunlaşarak gelişen krizi su yüzüne çıkardı.
Bugün belediyeye sorarsanız burası için "yeni projeler" hazır. Oysa bugün tepeden inme "kentsel tasarım" projeleriyle kamu sahasının düzenlenebileceğini varsaymak, burada gerçekleşmekte olan neo-feodal tarzdaki parçalanmanın, işgallerin, araçlar tarafından vatandaşların buradaki haklarının gaspedilmesinin asıl nedeni. (KG/NM)