Bu yıl "İfade Özgürlüğü" başlığıyla düzenlenen Hrant Dink Anısına Atölye Çalışmaları kapsamında Sabancı Üniversitesi'nde misafir öğretim üyesi Banu Karaca ve Depo'dan Asena Günal ile birlikte "çağdaş sanatta sansür" konulu bir yuvarlak masa toplantısı düzenledik.
Amacımız, Türkiye'de sadece devlet değil, farklı aktörler tarafından, sessizleştirme, tehdit etme ve hedef gösterme gibi farklı biçimlerle çağdaş sanata uygulanan sansürü örnekleriyle tartışmak ve sansürle mücadele etmek için neler yapılabileceğini konuşmaktı.
Bu konuyu gündeme getirmek istememizin nedeni, son zamanlarda daha fazla tartışılmasına rağmen sansürün hâlâ yeterince görünür olmaması ve sansürü uygulayanların kimler olduklarının, faillerin izledikleri stratejilerin ve sansürün mağdurlar ve taraflar üzerinde yarattığı etkilerin ifşa edilerek net olarak tanımlanmasına duyduğumuz ihtiyaçtı.
Bu mekanizmanın ve sürece dahil olan kurumların, bireylerin, üretilen söylemlerin ve bunlar arasındaki ilişkilerin doğru konumlandırıldığı takdirde ve çok da popüler olmayan çağdaş sanatın ne tür işler vesilesiyle tehdit olarak algılandığının değerlendirilmesi yapılabildiğinde, sansürün gerekçesi olarak sürekli öne sürülen halkın hassasiyetleri yerine, aslında iktidarın hassasiyetlerini anlamamıza yardımcı olacağını düşündük.
Bu konuda yaptığı akademik araştırmayla toplantıya önayak olan ve aynı zamanda toplantının moderatörlüğünü yapan Banu Karaca'ya göre, birbirinden farklı birçok durumu, kurumu ve aktörü kapsayan sansür, Richard Burt'ün ifade ettiği gibi "estetiğin yönetimi" ile ilişkili, yani gerek bizzat devlet kurumları, gerekse devletin çıkarlarını gözeten bireyler tarafından farklı iktidar bağlamlarında farklı aktörler tarafından uygulanan stratejileri kapsıyor.
Fakat aşağıdaki vakalar bu sınırlandırma alanlarında bile hatırı sayılır ölçüde olumsallıkların olduğuna da işaret ediyor: Konuşulamaz olanın haritası hâlâ açıkça çizilmemiş durumda, bu alanın sınırları her zaman görünür değil ve sansürün yasalaştırılması hâlâ keyfî. Bu zorunlu olarak böyledir, zira "modern siyaset"le bağdaşmayan açık bir sınırlama farkedilebilir bir sansür ortaya çıkarır; Türkiye'nin gerek temsilinde, gerekse de kendini algılamasında hassas bir meseledir bu.
Toplantının atölye çalışmaları kapsamında ve ifade özgürlüğü başlığı altında düzenlenmesi, sanatta sansürün hak ve özgürlüklerle ilgili bir mesele olduğunun altının çizilmesi bakımından önemliydi. Maalesef, demokratikleşme ve insan hakları alanında çalışan birçok aktivistin, akademisyenin ve siyasîlerin dahi çağdaş sanatta sansürü sanatın varsayılan özerk alanında cereyan eden münferit olaylar olarak değerlendirdiği görülüyor.
Bunda, çağdaş sanatın sınıfsallığı ve sermayeyle kurduğu organik bağın gün geçtikçe kuvvetlenmesi ve buna bağlı olarak çağdaş sanatın güçlü bir eleştiri imkânını doğuramamasının etkili olduğu söylenebilir.
Aynı şekilde, çağdaş sanatın kitleselleşmemesi, üretim ve tüketimi üzerindeki denetim mekanizmalarının gevşekliği onu görece daha görünmez yapabiliyor.
Bu görünmezliğin sağladığı olanaklardan faydalanırken bir yandan da sorgulanması gerektiğini akılda tutarak, üretilen işlerin iktidar için gerçekten tehdit oluşturduğu ve artık hiçbir şeyin koruyamadığı anlarda işlemeye başlayan sansür mekanizmasının diğer tür ihlâllerden farklı olmadığı, sanatçıların da benzer sebeplerden yargılandığı, tehdit edildiği, kimi zaman saldırıya uğradığı görülebilir.
Toplantının dinleyici olarak katılan bazı aktivist ve akademisyenler üzerinde bıraktığı etki, meselenin nasıl algılandığına dair ipucu veriyordu. Vakalar ancak toplantıda yapıldığı gibi yan yana dizildiğinde ve üzerlerine detaylı bir şekilde konuşulduğunda dinleyiciler üzerinde bir ağırlık oluşturabildi ve diğer paneller kadar ilgi çekebildi.
Bu vakaların kamuoyunca yeterince bilinmediği, ciddiye alınması gereken olaylar olduğu, yerel ve uluslararası ortamlarda mutlaka duyurulması ve tartışılması gerektiği söylendi. Aslında sorun, bu vakaların pek bilinmiyor olmasının yanında, bilinse dahi nasıl çerçevelendiği ve değerlendirildiği ile ilgili.
Sanatçının beklemesi gereken "karşılık"
Geçtiğimiz yıllarda, bu tür bir bellek oluşturmayı hedefleyen birkaç girişim oldu. Hrant Dink'i yitirdiğimiz yıl, güncel sanatçılar ve yazarlar 19 Ocak Kolektifi adıyla bir araya gelip güncel sanatın toplumsal olana müdahalesi için birlikte neler yapabileceklerini konuşmaya başlamış ve birçok fikrin yanında, sansür pratiklerinin bir haritasını çıkarmaya karar vermişlerdi.
2010 başında ise Çağdaş Gösteri Sanatları Girişimi Derneği, "Yala ama Yutma" oyununun engellenmesinden sonra, beş sansür vakasını tüm yönleriyle derinlemesine incelemeye ve sansürle mücadele için bir kampanya başlatmaya niyetlenmişti.
Maalesef iki proje de gerçekleştirilemedi. Avrupa'da sansür vakalarını izleyen sitelerinde "Sanatta Sansüre Son" adlı bir blog çalışması başlatıldı.
Kültür ve sanatta karşılaşılan sansür ve baskıların duyurulması, kamuoyunda dayanışma ve acil eylemler örgütlenmesi amaçlanıyordu.
Bloga bakıldığında, bu girişimin 2007'de sönümlendiği anlaşılıyor. Yarım kalan çalışmaların ardından, bu toplantı hafıza tazelememiz ve çağdaş sanatta sansürün dinamiklerine yeniden bakmamız için bir fırsat yarattı.
Toplantı üç sanatçının, Hale Tenger, Neriman Polat (Hafriyat) ve Okan Urun'un (biriken) kendi sansür deneyimlerini aktarmasıyla başladı.
Tenger, 1992 yılında, 3. Uluslararası İstanbul Bienali'nde sergilenen "Böyle Tanıdıklarım Var II" adlı eseri sebebiyle açılan dava süreçlerini ve bu davalardan nasıl beraat ettiğini aktardı.
Bir duvar yerleştirmesi olan "Böyle Tanıdıklarım Var II" adlı çalışma, Kapalıçarşı işi turistik iki hazır objenin tekrarlanarak kullanımından oluşuyor.
Bunlardan ilki, kilden orijinali Selçuk Müzesi'nde olan bereket tanrısı (Priapos), diğeri ise görmedim-duymadım-konuşmadım üç maymun heykelciği. Üç maymun heykelcikleri fonu oluştururken Priapos heykelcikleri yıldızlar ve ayı oluşturuyorlar. Beşir Ayvazoğlu, Türkiye gazetesinde yazdığı yazıda bu eserden bahsetmiş ve sanatçının böyle bir iş yaparken "karşılığını" beklemesi gerektiğini söylemişti.
Çanakkale'den haberi okuyan bir kadın ise incindiği gerekçesiyle savcılığa telefonla şikâyette bulunmuş, Tenger hakkında önce Türk bayrağına hakaretten dava açılmış, eserin gerçek bir bayrak olmaması nedeniyle dava düşmüş, sonraysa Türk ulusunun sembollerine hakaretten dava açılmıştı.
Tenger savunmasında başka ülkelerin bayrağında da ay-yıldız olduğunu ve eserin kadınların erkekler tarafından ezilmesini anlatan, evrensel değerler taşıyan bir eser olduğunu söylemiş, beraat etmişti. İşin yeniden sergilenmesi talep edildiğinde, Tenger tekrar dava açılma olasılığı olduğunu öğrenmiş ve bu sürecin çok yıpratıcı olmasından dolayı bu riski almak istememişti.
Bu gibi davalarda tipik olarak görüldüğü üzere, Tenger'i savcılığa şikâyet eden kadının kimliği hiçbir zaman ortaya çıkmamıştı.
"Küstah sergi"
10 Kasım 2007'de bağımsız sanat inisiyatifi Hafriyat tarafından açılan "Allah Korkusu" konulu afiş sergisi, tehdit ve baskı yoluyla uygulanan sansüre iyi bir örnek oluşturuyor. Serginin tanıtım metninde belirtildiği üzere "Allah Korkusu" dört açıdan ele alınmıştı: Birincisi, bireysel olarak, vicdanın sesi anlamında Allah korkusu.
Yani ilk anlamıyla, inanç sistemi içinde kul'un Yaradan'dan korkusu. İkincisi, toplumsal olarak, hızla muhafazakârlaşan, İslâmîleşen ve daha milliyetçi bir köşeye sıkışan Türkiye'de Allah korkusu. Aysbergin yüzeye çıkan popüler kısmı "Mahalle Baskısı". Üçüncüsü, Allah korkusu üzerine Atatürksüzlük korkusu. Dördüncüsü ise, küçülen dünya ve global ekonomi içinde Allah korkusu.
Serginin hazırlıkları sürerken ve sergide yer alacak eserler henüz belirlenmemişken Vakit gazetesi "Küstah Sergi" manşetiyle haber yaptı (5 Kasım 2007). Haberde "sergiye katılan sanatçılar ürünleriyle Allah korkusunun insan üzerinde meydana getirdiği tahribatı (!) ve değişimi anlatmaya çalışacak.
Serginin içeriğine bir anlam veremediklerini belirten vatandaşlar ise, amacın sanat olmadığı görüşünde. Gazetemizi arayan okurlarımız, serginin neye ve kime hizmet edeceği konusunda endişelerini dile getirerek, bu tür girişimlerin provokasyon amaçlı olduğunu belirtiyorlar" deniyordu.
Ayrıca, haberin sonunda açılış tarihi ve mekânın adresi de belirtilerek sergi açıkça hedef gösterilmişti. Hafriyat ekibi basın açıklaması yaptıktan sonra, gazetenin tekrar haber yapmasından endişelenip Beyoğlu Emniyet Müdürlüğü'nden polis koruması talep etti.
Koruma amaçlı gelen polis ise içeri girip Atatürk korkusunun anlatıldığı üç işle ilgili sakıncalı oldukları gerekçesiyle suç duyurusunda bulundu ve sanatçıların kimlik bilgilerini aldı. Bunun üzerine, sanatçılardan biri işini geri çekti.
Radikal'in haberde özetlediği gibi "Allah korkusuydu, polis korkusu oldu". Sanatçılar hakkında herhangi bir dava açılmadı. Neriman Polat, o sergide yaratılan korku ve endişe ortamının dört yıl sonraki Tophane olaylarının habercisi olduğuna dikkat çekti.
"Tahrik dolu mesajlar"
"Yala ama Yutma" oyununun yönetmenlerinden Okan Urun, Kumbaracı 50'de yapılacak prömiyerden önce yine Vakit gazetesinin hedef göstermesiyle başlayan süreci aktardı.
Özen Yula'nın metnini yazdığı ve "biriken" grubunun yönettiği oyun, bir meleğin kendini Türkiye'de porno film setinde oyuncu Leyla'nın bedeninde bulmasını anlatıyordu.
Oyun bir porno setinde ekonomik eşitsizlik, küresel ısınma, kadın hakları, militarizm gibi konuları masaya yatırıyordu. Vakit "Ahlâksız Oyun'dan tahrik dolu mesajlar" başlığıyla "sağduyulu Müslümanlar, ahlâksız tiyatronun oynanmadan kaldırılmasını istiyor" diye haber yaptı.
Gazetenin art arda yaptığı haberlerin etkisiyle oyun ekibi Emniyet'ten koruma talep etti. Emniyet'e gittikleri gün Beyoğlu belediyesi görevlileri Kumbaracı 50'ye gelerek yangın merdiveni olmadığı gerekçesiyle tiyatroyu mühürlediler.
Sanatçılara ve tiyatroya elektronik posta ve telefon yoluyla yapılan tehditler artınca ekip oyunu oynamamaya karar verdi. Kumbaracı 50, mekânda gerekli düzenlemeler yapıldıktan sonra ruhsat alarak yeniden açıldı.
"Yala ama Yutma" İDANS kapsamında "yeni eser" başlığıyla, duyurulmadan bir gün içinde iki kez ve yurtdışında bir kez oynanabildi. Urun, bu yaşananlardan sonra korkmanın ve korktuğunu söylemenin çok doğal olduğunu, aslen korkutanların bunu nasıl başarabildiklerini sorgulamak gerektiğini vurguladı.
Korku ve tehdit politikasının en rahatsız edici örneklerinden biri, geçtiğimiz aralık ayında Şükran Moral'ın sergisini açacağı galeride özel olarak davet edilen izleyicilerin önünde bir kadınla seviştiği "Amemus" adlı performanstan sonra meydana geldi.
Moral, ilerleyen günlerde performansın fotoğraflarını galeride sergilemeyi planlıyordu. Aldığı tepkiler üzerine basına yaptığı açıklamada "performanstaki 'sevişme' sanatsal bir eylemdir. İzleyiciler (bakanlar) ise bu sanat etkinliğinin pasif konumdaki okuyucularıdır; ve bu bağlamda etkinlik bir 'cinsel gösteri' değil, bir 'ahlâk' sorununun ele alınmasıdır.
Yoksa, seks aslî olarak yaşamsal bir gerçeklik. Belki de çalışmada sorgulanabilecek olan, galerideki 'sanatın' yeryüzüne inmesi ya da bir gündelik olgu olarak cinselliğin 'sanatın fildişi kulesine' çıkması çizgisindeki 'sınır ihlâli'nin olup olmadığıdır" dedi. Fakat aldığı ölüm tehditleri sonucunda sergiyi iptal etmek ve ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.
Medyanın tetikleyici rolü
Toplantıda dile getirilen vakalarda ortak noktalardan biri, tehditle korku ve baskıyı yaratan kişilerin kimliklerinin belirsiz olması. Tenger, sansür deneyimini kamusal ortamlarda anlatırken eserini dinleyicilere gösterdiğinde dinleyiciler arasından birinin başına iş açmasından tedirgin olduğunu anlattı.
Hafriyat, Biriken ve Moral'ın deneyimleri, gün geçtikçe artan tehditler ve bunların faillerinin bilinmemesinin sanatçılarda tehlikenin her yerde olduğuna, her an herkesten bir zarar gelebileceğine dair korkuyu artırabileceğini düşündürüyor. Bu korku gündelik hayata yayıldığı gibi, muhtemelen üretimlerde de kendini hissettiriyor.
Diğer bir ortak nokta ise, medyanın tetikleyici rolü ve manipülatif gücü. Medyanın üstelik yapılan eserleri görmeden sadece bir isim veya fotoğraftan hareketle hedef göstermesi ve haberi okuyan, duyan insanları bu kadar kolay mobilize etmesi, egemen ideolojiyi eleştiren eserlerin taşıdığı riski artırıyor.
Medyanın sansürde oynadığı aktif rolün dışında, sansür haberlerini yayınlamayarak uyguladığı otosansürden de bahsedebiliriz. Sansürün haber değeri, medya kuruluşunun iktidarla kurduğu yakınlığın seviyesine bağlı olarak belirleniyor. Medya sansürü haber yapmaya karar verdiğinde ise, meseleyi hangi çerçevede gündeme getirdiği önem kazanıyor.
Genelde sansür vakaları o dönemde hâkim olan toplumsal kutuplaşmanın ve politik konjonktürün etkisiyle, medyanın temsil ettiği ideolojik pozisyonu güçlendirmek amacıyla haber olabiliyor veya haber olduktan sonra hâkim kutuplaşmanın türevi gibi konumlandırılarak tartışılıyor.
Örneğin Urun, medyanın "Yala ama Yutma"nın başına gelenleri laik / anti-laik tartışmasına indirgediğini ve oyunun iki medya grubu arasındaki kavgada malzemeye dönüştüğünü anlattı. Aldıkları tehditler karşısında korktuklarını, buna rağmen laik kesim tarafından "ne pahasına olursa olsun" oyunun oynanmasına yönelik baskıya maruz kaldıklarını söyledi.
Bütün bu örneklerde, medyada kitleselleşme potansiyeli taşımayan eserlerin sansüre uğrayınca birden herkes tarafından bilinir hale geldiğini, fakat eserin üretildiği bağlamdan koparılarak, referanslarından ayrıştırılarak, tek bir şeye indirgenerek tartışıldığını da görüyoruz. Medyatikleşen örneklerin dışında, çeşitli ortamlarda farklı aktörler tarafından sessizce gerçekleştirilen sansür vakalarını da unutmamak gerek.
"Türkiye'yi temsil etmeyen sanat"
Geçtiğimiz ay, sanatçılar Köken Ergun, Berat Işık ve Erkan Özgen imzalı "Sansürü Pompidou kabullendi, biz kabullenmiyoruz" başlığı ile sosyal medyada bir bildiri yayınlandı.
Bu bildiride, sanatçılar tarafından, 6 Mayıs - 13 Haziran 2011 tarihleri arasında İzmir'deki Eski Avusturya-Türk Tütün Deposu'nda yer alacak Centre Pompidou Video Sanatı Koleksiyonu 1965 - 2010 sergisinin hazırlık aşamasında gerçekleşen sansür girişimi hakkında bilgi veriliyordu. Centre Pompidou tarafından düzenlenen ve İzmir Fransız Kültür Merkezi tarafından organize edilen sergiden Köken Ergun'un "Bayrak" (2006), Berat Işık'ın "Kırmızılı Kadın" (2008) ve Erkan Özgen'in "Orijin" (2008) adlı işleri siyasal nedenlerle sakıncalı bulunduğu ve Türkiye'yi temsil etmediği gerekçesiyle çıkartılmıştı.
Sanatçılara Pompidou'dan yapılan açıklamaya göre, sansür girişiminde Fransız Kültür Merkezi ve mekânı tahsis eden K2 güncel sanat merkezi rol oynamıştı. Sanatçılar, tepkilerini dile getirmeleri ve sorumlularla konuşma çabaları sonucunda yeniden sergiye davet edilmişler, işlerin görünürlük kazanması ve yasaklayıcı zihniyete teslim olmamak adına sergiye geri dönme kararı almışlardı.
"Türkiye'yi temsil etmediği" gerekçesiyle eserlere uygulanan sansürler hakkında Türkiye devletinin Tanıtma Fonu aracılığıyla organizasyon ve finansman ortağı olduğu, yurtdışındaki Türkiye odaklı festivallerin programlarını oluşturma süreçlerini yakından takip etmekte fayda var. Kültür ve Turizm Bakanlığı özel tiyatrolara ve sinemaya verdiği fon dışında, kültür ve sanata sistematik bir destek sağlamıyor.
Türkiye'den giden eserlerin dolaşımı, yurtdışı kaynaklarının yanında, ancak Türkiye'yi yurtdışında tanıtmayı amaçlayan Tanıtma Fonu'nun kaynak sağlamasıyla mümkün olabiliyor. Bu çerçevede, devlet yurtdışında hangi eserlerin ülkeyi daha iyi temsil ettiğine karar verme yetkisini elinde tutuyor. Hüseyin Karabey'in "Gitmek" adlı filmi 2008'de İsviçre'de düzenlenen Culturescapes Festivali programından böyle bir gerekçeyle çıkartılmıştı.
Kültür Bakanlığı Tanıtma Genel Müdür Yardımcısı filmin festivalde gösterilmesi halinde bakanlığın verdiği 400 bin euro desteği geri çekmekle tehdit etmiş, festival yönetimi de bunu kabul etmek zorunda kalmıştı. Bakanlığın yapım sürecini desteklediği filmi yurtdışındaki bir festivalden geri çekmek istemesinin sebebi, filmde bir Türk kızının bir Kürt erkekle aşkının anlatılmasıydı. Festival bu sansürü kabullendi, fakat sinema salonları filmi göstermekte ısrarcı oldular.
Toplantıya katılan "Yeni Sinemacılar"ın prodüktörü Sevil Demirci, bir filmin senaryo aşamasından televizyonlarda gösterilmesine kadar geçirdiği süreçte kaynak bulmak için bakanlık desteğine başvurulmasından, gösterim için izin belgesinin alınması, dağıtım şirketi ve sinema sahiplerinin filmleri seçmesi, uluslararası festival kurullarının ve televizyon kanallarının filmleri değerlendirmesine kadar oluşan seçici kurullarda yer alan sektör temsilcilerinin sansür uygulamalarında bakanlık temsilcilerinden daha etkin rol oynadıklarını ve birçok filmin gösterimini engellediklerini anlattı.
Sanat yapmama cezası
Başta bahsettiğimiz, çağdaş sanatın denetim mekanizmalarına görece daha az tâbi olduğu iddiası, Kürtçe ve Kürt sanatçılar söz konusu olduğunda geçersizleşiyor. Kürtçenin ve Kürt kimliğinin tehdit olarak algılanmasına bağlı olarak sansür daha sistematik işliyor.
Yakın zamana kadar, galerilerin Kürt ve Ermeni sanatçıların eserlerini sergilemeyi tercih etmediğini, içinde Kürtçe geçen filmlerin gösterime giremediğini, Kürtçe tiyatro oynamanın mümkün olmadığını biliyoruz.
Son zamanlarda bir rahatlama olsa da, hâlâ tuhaf kararlar yok değil: Yeni Özgür Politika gazetesinde 10 Nisan 2010'da çıkan habere göre, Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesi'nde, Bahar Kültür Merkezi'ne (BKM) bağlı ve Batman'ın ilk Kürtçe müzik grubu ile tek Kürtçe Tiyatro grubunun üyelerine, katıldıkları etkinlikler gerekçe gösterilerek beş yıl boyunca etkinliklere katılma yasağı getirildi.
Batman'daki Kültür Sanat Festivali, Newroz kutlaması ve basın açıklamalarına katılarak gösteri yaptıkları, şarkı söyledikleri ve erbane ile halkı coşturdukları için haklarında Gösteri ve Yürüyüş Kanunu'na muhalefetten Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesi'nde dava açılan BKM müzik ve tiyatro grubu üyesi 13 sanatçı, "sanat yapmama" cezasına çarptırıldı. Sanatçıların beş yıl boyunca herhangi bir sosyal etkinlikte tiyatro yapmaları, def çalıp şarkı söylemeleri yasaklandı.
Siyah Bant
Toplantıda genel bir değerlendirme yapan sanat eleştirmeni Erden Kosova, sansürün devlet ideolojisi, muhafazakârlık ve milliyetçilikle beraber dördüncü bir kademe olarak, sermayeyle iç içe geçen kurumsal bir alandan geldiğine dikkat çekti. Güncel sanatın gücünün bulunduğu ilişkileri sorunsallaştırabilmesinden geldiğini, sanatın bu alanı boş bırakmaması, sanatın sermayeyle olan ilişkisinin saydamlaştırılarak sanatın hangi koşullarda ve kim için üretildiğinin gözden kaçırılmaması gerektiğini vurguladı.
Sansürün en muğlaklaştığı ve bu sebeple konuşulmasının zorlaştığı yer, korku ve tedirginliğin devamı olarak işleyen otosansür. Otosansürden bahsetmek, sanatçının kendi sınırlarını ifşa etmesi anlamına geliyor.
Öte yandan, sanatçının otosansür uyguladığının farkına varması da kolay değil. Toplantıda, sansürle mücadele etmek için sansür vakalarının araştırılması, tartışılması, üretimin yapıldığı alandaki ilişkilerin deşifre edilmesi, sanatın ve sanatçının korunmasına yönelik yasal düzenlemelerin yapılması önerildi.
İlk adım olarak, Siyah Bant adlı web sitesinden bahsetmek yerinde olur. Siyah Bant, Türkiye genelinde sanata uygulanan sansürün izlendiği, raporlandığı, uzmanların katılımıyla tartışıldığı bir proje. Sitede aynı zamanda sansürle ilgili temel metinler, akademik kaynaklar ve yurtdışından örnek vakalar yer alacak. Bu adımın sansürle ilgili tartışmayı derinleştireceğini ve mücadele için ortak bir hareket başlatacağını umuyoruz. (PB/EKN)
* Bu yazı Bir+Bir Dergisi'nin Haziran-Temmuz 2011 tarihli 12. sayısından alınmıştır.
* Bir+Bir'in bu sayısında ayrıca, "Sokak Sanatı: İstanbul ve Sao Paulo, Biz Buradayız", "Nedim Hazar, Ne Güzel Olurdu Anlaşabilsek", "A'dan Z'ye Bob Dylan", "Kardeş Türküler, Dünyanın Bütün Hanzala'ları", "Bandista Eylem Bandosu" ve daha ilginizi çekebilecek pek çok yazı bulabilirsiniz.