Ülkemizin bilim, kültür, sanat, estetik ve etik alanlardaki hızlı çölleşmesine bir de yerel seçimlerde alabildiğine artan politik düzeysizlik eklenince, kendime bir “koza” ördüm. Politikayı politika olmaktan çıkaran* bir algının ve onun getirdiği sığlaşmanın yaşandığı bu günlerde müziğin aşkınlığına, zenginliğine sığındım.
31 Mart yerel seçiminden on gün kadar önce bir kitapçıda rasgele bakınırken Ahmet Say’ın “Müzik Nedir, Nasıl Bir Sanattır?” kitabını aldım. Evrensel Basım Yayın tarafından çıkarılan kitap, yazarın daha önceden “Evrensel Kültür” dergisinde yazdığı makalelerin kitaplaştırılmış hali. Müziğin tanım ve türlerine ve kısa tarihine ilişkin ilk elden genel bilgiler edinilen değerli bir çalışma. Seçimlerin son haftasında hem okudum hem de kitapta geçen ama daha önce dinlemediğim bazı parçaları da kitap sayesinde dinledim.
Kitaptan magazinsel gibi gözükse de bazı değerli alıntılar yapacağım. Yazımın amacı da bu zaten.
Johann Sebastian Bach, Ludwig van Beethoven, Johannes Brahms klasik müziğin 3 büyük B’si olarak anılır. Beethoven’in (1770-1827) dönemin egemenlerine manifesto niteliğindeki şu sözleri çok çarpıcı ve klasik bir tespit: “Prens! Sizin asaletiniz doğuşunuzdaki tesadüfe bağlıdır. Oysa ben kişiliğimi kendim oluşturdum. Yeryüzünde yüzlerce prens var, daha binlercesi de gelip geçecek, ama bir tane Beethoven var!” (Syf. 77)
Bu sözler bana 2006 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü alan Orhan Pamuk’a yapılanları hatırlattı. Orhan Pamuk o kara günlerde ulusalcılardan faşistlere varıncaya kadar geniş bir cephenin sözlü, yazılı ve fiziki saldırısına uğradı. Türkiye ilk defa Nobel kazandı. Uluslararası ölçekte bu bir onurdu. Ama o onuru, mutluluğu ve sevinci ne Pamuk’a ne de bu topluma yaşattılar. Karanlığın kara yüzlü temsilcilerini hatırlayanınız var mı? 3-5 yıl içinde silindi gittiler. Ya Orhan Pamuk? O tarihe geçti. Onun adı ve eserleri yüzlerce yıl yaşayacak. O, bu ödülüyle yüz akımızdır. İnsanlığın on binlerce düşmanı ve egemenleri oldu, olacak. Tıpkı Beethoven’in prensleri gibi! Ama bir tane Orhan Pamuk olacak, tıpkı Beethoven gibi!
1787 yılında Viyana’ya giderek kısa bir süre Mozart’dan ders alan Beethoven için Mozart şöyle der: “Bu çocuğa dikkat edin, onun önünde bütün dünya ayağa kalkacak!” (78)
Beethoven 1795 yılından itibaren işitme zorluğu çekmeye başlar. Bir ara intihar etmeye karar veren besteci 10 Kasım 1802 yılında vasiyetini yazar. Avrupa’daki gelişmeler karşısında yeni besteler yapma sorumluluğunu duyarak, intihardan vazgeçer.
Bu dâhinin en büyük eseri “9. Senfoni’nin 1824’te ilk seslendirilişinde orkestrayı yönetirken eserin sonunda kendisini çılgınca alkışlayan dinleyicilerden haberi yoktu. Orkestra sanatçılarından biri Beethoven’in elinden tutup onu dinleyicilere çevirdiğinde, salondaki bütün insanlar ayağa kalkmış, şapkalarını sallayarak çılgınca alkışlıyor olduğunu gördüğü zaman, başarısının onaylandığını anlamıştı: ‘İnsanlar eşittir, özgürdür, kardeştir!’” (84) Bu satırlar çok sarsıcı; sanatçının eseri, onuru ve dramı! (bianet’in değerli avukatı ve yazarı Fikret İlkiz’in bianet’teki 03 Ekim 2016 tarihli “Dokuzuncu Senfoni Zamanı” yazısında bu dramatik olayın daha geniş bir anlatısı var.)
Yurt sevgisi, sanatçı ve siyasetçi ayırımı
Frederic Chopin (1810-1849) daha 39 yaşındayken ölür. Mozart 35 yaşında, Franz Schubert 31 yaşında, Rus Beşlerinden Modest Musorgski 41 yaşında, Georges Bizet 37 yaşında ölür. Bu kadar da olmaz ki dedirtecek şekilde, hele de böyle büyük sanatçılar için çok, çok erken ölümler değil mi, Cemal Süreyya!
Polonyalı müzisyen Chopin 21 yaşında Paris’e yerleşir. Yakalandığı verem hastalığı yüzünden yaşamı zehir olur. Bir mektubunda şöyle yazar: “Hekimler başımda toplanıyor, durumumu tartışıyorlar. İkisine göre yakında öleceğim, üçüncüsüne kalırsa çoktan ölmüşüm.” (104)
Chopin’in “Cenazesinde vasiyeti üzerine Mozart’ın ‘Requiem’i seslendirilmiş, yine vasiyeti uyarınca, yüreği çıkarılarak Polonya’ya gönderilmiştir.” (105) Bu trajik satırlar bana bir yandan Costas Ferris’in “Rembetiko” filmindeki mezarlık sahnesini bir yandan da Dee Brown’un Amerikan Kızılderili katliamlarını anlatan yarı belgesel kitabı “Kalbimi Vatanıma Gömün” kitabını hatırlattı.
“Tarihin tanıdığı en yetenekli piyanistlerden biri olan İgnaz Paderevski (1860-1941), konserlerinden kazandığı parayı yurdunun özgürlüğü yolunda kullanmıştır… Birinci Dünya Savaşı ertesinde Polonya’daki Ulusal Parti’nin başına geçen sanatçı, 1919’da bağımsızlığa kavuşan ülkesinin ilk cumhurbaşkanı olmuştur. İşte bu yıllarda bir davette Fransa başbakanı Clemenceau ile tanıştırılan ve büyük müzikçi karşısında hayretlerini gizlemeyen Clemenceau şöyle demişti: ‘Paderevski mi? Büyük piyanist Paderevski ha? Demek cumhurbaşkanı oldunuz. Vah vah, koskoca bir piyanist için ne talihsizlik…’ Paderevski ertesi yıl cumhurbaşkanlığından ayrılmış, piyanosuna dönmüştür.” (134)
Siyaset (siyasetçi) ile sanat (sanatçı) arasındaki o derin niteliksel farkı ifade eden bu anekdot, M. Kemal’in 1931 yılında söylediği şu değerli sözü hatırlattı. “Efendiler! Hepiniz mebus olabilirsiniz, vekil olabilirsiniz, hatta reisicumhur olabilirsiniz, fakat sanatkâr olamazsınız..." Ne yazık ki Türkiye'de sanata ve sanatçıya gereken değer verilmedi. Ne yazık ki Türkiye'de siyasetçilerin çok büyük bölümü kendilerini bir şey sanıyorlar! İşin kötüsü bu taife kendilerini bir şey sandıkça, sanatı boğuyorlar!
Polonya uzun yıllar Rusya’nın baskısı altında yaşamıştır. Cumhurbaşkanı iken “Paderevski’ye bir gazeteci sormuş: ‘Ruslara dost mu, yoksa kardeş gözüyle mi bakıyorsunuz?’ Paderevsiki’nin cevabı: ‘Kardeş gözüyle tabi! İnsan dostunu kendisi seçer!’” (135)
Yazının sonunu neşeli bir anekdotla bitirelim.
68 kuşağından Aydın Çubukçu anlatmıştı. Aydın 1969’lu yıllarda Ankara’da okurken bazı arkadaşlarına klasik müzik dinleterek onların müzik kültürüne katkı yapmak ister. Tabii ki bu bazı arkadaşları benim gibi taşralıdırlar. Kaldı ki büyük kentlerde olup da klasik müzikle dinleyici düzeyinde dahi ilişkisi olmayanlar çoktur.
Aydın bir gün evinde arkadaşına bir klasik müzik plağı dinletir, bir yandan da bestecisi ve müzikte kullanılan çalgılar hakkında birkaç bilgi verir. Plağın bir yerinde Aydın arkadaşına “Bak, duyuyor musun bu kısımda atlar koşuyor” der. Arkadaşı “Aydın, bu plağı bana ver, evimde dinleyeyim, o zaman bu müziği daha iyi anlarım” diyerek plağı ister. Plağı alıp giden arkadaşı üç gün sonra plağı Aydın’a iade ederken memnuniyetsiz bir tavırla “Yahu Aydın al şu plağını, plakta başından sonuna kadar atlar koşuyor” der. (HŞ/AS)
* Politika kavramının ülkemizdeki anlam kayması ayrı bir yazıyı gerekli kılmakta.