Aşağı yukarı dokuz aydır Erivan'dayım. Hala tuhafıma giden bazı şeyler var. Bunları “tuhaf” diye tanımlamanın ne kadar doğru olduğundan da emin değilim. Belki bazılarını nostalji öğesi, bazılarını da sıradanlığın bir parçası olarak adlandırmak en doğrusu.
Bunlarda ilki aynen Türkçedeki gibi “hayat” diye isimlendirilen mekan. Hayat adı verilen bu yerlerin etrafı volkanik kaya kaplı ya da doğrudan kırmızımsı bu taşlarla yapılmış, blok apartmanlarla çevrili. Ortada yer alan bu bölümde ise çocuklar için oyun alanı, yeşil alan ve alışveriş yapılabilecek küçük dükkanlar yer alıyor. Orijinal plan sanırım iş sonrası çevre sakinlerinin dinlenebileceği, ufak tefek işlerini yapabilecekleri bir yer organize etmekti. Ama şimdilerde bu tür yerlerin çoğu eski ihtişamını kaybetmiş. Bakımsızlık, terk edilmişlik adeta en göze çarpan özellikleri. “Hayat” fikri kime aitti bilmiyorum. Macaristan'da Sovyet dönemi eseri blokların arasında benzer yapılara rastlamıştım. Belki de buradaki Sovyet döneminden kalan bir çok şey gibi bunlar da adeta kaderine terk edilmiş. Bazılarını ise kulübecikler kaplamış.
Şimdi bakımsızlık terk edilmişlik deyince aklıma başka şeyler de geldi. Tiflis Erivan yolu üzerinde bulunan Vanadzor'un bir parçası olan Sovyet dönemi sanayi bölgesi. Benim için “terkedilenlerin” arasında adeta abide diye anılmaya değer. Zamanında sanayi ve maden kenti olan Vanadzor'un bu kısmında Sovyetler Birliği dağılınca her şey olduğu bırakılmış, vadinin orasında terk edilmiş koca bir hayalet kent görünümünde. Buna gerekçe olarak tabii ki ilki Sovyetlerin dağılması ise ikinci deprem, üçüncü ise Karabağ savaşı*gösteriliyor. Batıdaki örnekleri gibi müze ya da film platosu pekala olabilir.
Ben aslında başka şeyler anlatmak için yola çıkmıştım ama yazı bakın bizi nerelere sürükledi. Bu terk edilen yerlerden gözüme çarpan biri de Sevan Gölü kıyısında bulunan bir otel. Yine Sovyet döneminde iki bin metre yükseklikteki bu göl, Sovyetler Birliği coğrafyasında yaşayanlar için vazgeçilmez tatil yerlerinden biriymiş. Fotoğrafta göreceğiniz üzere o dönem yapıma başlanan otellerden biri vincinde blok asılı halde gölün kenarında hala bekliyor. Niye böyle diye biraz soruşturdum. Bilene rastlamadım. Belki sadece mülkiyet meselesi, belki de kimse yatırıma değer bulmuyor.
Biraz da başka türlü “gariplikler”den bahsedeyim. Mesela zorunlu bio-tarımın nimetlerinden. Buralarda ağırlıkla tarım küçük toprak sahipleri yani köylüler.(Ayrı bir ilginçlik bunların bir kısmı hayatı boyunca köyünden hiç ayrılmamış insanlar, yani anlayacağınız paradan dünyanın lanet hallerinden haberleri pek yok. Ne mutlu onlara.) Kimyasal maddelerin pahalılığı nedeniyle kimse kullanmıyor. Her şey doğal. Bunun tabii ki ürünlere lezzet olarak yansıması var. Şu günlerde bu bio-tarımı standardize etme çabaları var, AB'ne ürünlerini ihraç edebilmek için. Umarım kılına zarar vermezler.
Yeme içme faslından devam ederek bu haftalık yazımızı sonlandıralım. Bunlardan biri bazı lokantalarda ve marketlerde bulunan tandır ekmeği hazırlamak için organize edilmiş köşeler. Anadolu'da artık neredeyse kaybolmuş diyebileceğimiz bir adet. Yine restoranların bir kısmında madımaktan erişteye kadar bizim oralarda kaybolan birçok şeyi bulmak mümkün. Bir başka bizde büyük şehirlerde kaybolan ama Erivan'da olan şeyse kapınıza gelen sütçü. Sabahın erken saatlerinde yoğurt, süt artık Allah ne verdiyse bunları yüklenip size getiren kadınlar... (AS/HK)
* Karabağ Savaşı'nın birçok şeyin mesulü olduğuna dair burada yaygın bir hüküm var. Erivan Sovyet döneminde bölgenin en yeşil başkentlerinden biri olarak anılıyormuş. Fakat savaş bunu da yok etmiş. Isınmak için her şeyi kesmişler. Yenilebilecek her şeyi tüketmişler. O günleri yaşayan bir tanıdık durumun vahametini anlatmak için şöyle söylüyor :“O yıllarda aramız da bir şaka vardı, bu kış bütün Ermenileri toplasan neredeyse bir fotoğraf karesine sığacak diyorduk.”
** Fotoğraflar: Alp Aslan