belki önceden yolluyoruz o yanımızı, belki ondan bırakıyoruz ardımızda o izleri, o kalanları... sonradan bulalım, buluşalım diye...(*)
gençler şehirlerdeler. “yaşamak” için!
gerçekten yaşıyorlar mı, yaşayabiliyorlar mı bilmiyorum...
yaşlılar ise köylerde, kasabalarda. “ölmek” için.
onu biliyorum: ölüyorlar!
“genç” ölenlerin öldüklerinden hemen haberdar olunmuyor.
eğer nedeni “doğal”sa!
Kasabalarda, köylerde ise varsa “belediye”, yoksa caminin hoparlöründen anons ediyorlar. Birileri öldüğünde haberdar oluyor “öteki”ler.
belki içten içe seviniyorlar, henüz “sıra onlara gelmediği için”
ama geliyor; biliyorum.
iki ölüm
kitaplığımda on seneden fazladır duran bir kitabı okudum: adı “ışığa sarılmak.” michael ignatief diye rus asıllı, bir ara amerika’da politikaya da atılmış bir akademisyen yazarı.
bir “anne”nin yaşlılığa bağlı bunama ve ölümüne kadar giden süreci neredeyse bir tıp kitabı kadar bilgiyle dolu biçimde ama bir evladın annesiyle olan ilişkisini ortaya koyacak somutlukta anlatmış. kitabın içinde üzerinde durulacak pek çok konu var. özellikle de yaratma süreci ve bilince dair. kimi tartışmalı örnekler de. ama kitabın sonunda ölümü tartışmış, annesinden ve kendisinden yola çıkarak.
“bilmediğim, ondan öğrendiğim şey, ölümün iki ayrı biçimi olduğuydu; bir tek ölüm yoktu bu dünyada. bunlardan birinde, birinde, bizi dünyaya bağlayan her şey, sevdiğimiz her şey son ana kadar değerli kalacaktır bizim için. her şey olduğu gibi devam edecektir sonuna kadar. yüzler bizim için her zaman ne ifade ediyorlarsa, son anda da onu ifade edeceklerdir. bu tür bir ölümde, hayat sonuna kadar güzelliğini korur.
bir de bize tanıdık olan her şeyin yabancılaştığı, bilinen her şeyin bilinmez, tüm doğruların yanlış olduğu, sevginin umursamazlığa dönüştüğü, acıma duygusunun yerini acımasızlığın aldığı, merhametin duygusunun yerini taş kadar sert bir kalbe bıraktığı ölüm biçimi vardır. bu oda çok yakında bir hapishaneye dönüşecek. kapılar kilitlenecek. kapının koluna uzanacağım ama dışarı çıkmanın bir yolunu bulamayacağım... yüzler zihnimde eriyecek; ayrışacaklar ve sonra yeniden bir şekle girecekler, gardiyanların yüzleri olacaklar ondan sonra. kendi ellerim, kendi yüzüm, kendi düşüncelerim bana yabancılaşacak. dudaklarımdan dökülen sözcüklerin, benim için bile bir anlamı olmayacak. gözüm açık gidiyor olacağım”
kuşkusuz başka ölümler, ölüm biçimleri de var ve hep olacak.
bir anda içinde kaldığınız bir ölüm gazı, ya da başınıza düşen nerden geldiğini bile görmediğiniz bombalarla gelen ölümleri saymıyorum. “doğal” denilen ölümlerin de pek çok çeşidi var. en başta da “gelsin” denilen, ama “gelmesinden” korkulan, beklendiği zaman değil de beklemediğin bir anda gelen “ölüm”ler var.
yavaş yavaş ölmek
ölüm yaşam gibi doğal bir olay. yaşamın bir parçası.
yazdıklarımı düzenli okuyanlar ya da konuştuklarım bilirler. benim de bir “ölüm teorim” var! onu da yazar ve anlatırım sık sık...
bana göre doğduğu andan başlayarak ölür insan. kromozomlarının bir yerine bunun zamanı kodlanmıştır üstelik.
örneğin her deri hücresi en çok 3-4 hafta yaşar, sonra ölür. o ölürken yenileri doğar ve oluşur. karaciğer hücrelerimiz aldığımız zehirler nedeniyle ölürler. onların da yeniler hemen oluşur. kan hücrelerimiz en çok ölen ve en çok doğan hücrelerimiz arasındadır.
çok azının bir yaşama döndüğü, ölsün diye özel olarak çaba sarf ettiğimiz çoğalmamızı sağlayan hücrelerimiz vardır. onlar da ölürler ve sürekli olarak yeniden oluşurlar.
“büyüme” süreci bitene kadar bedenin bütünü içinde doğanlar çoktur ve çoğunluktur. sonra tersine döner yaşam döngüsü, giderek artan bir hızla ölenler çoğalır.
sonunda beden biter ve gerçekten ölür. bir eşik noktası vardır, o aşıldığında ölüm mutlaktır. ama henüz tüm hücreler ölmemiştir, bazıları yaşamayı sürdürür, kendi özelliklerince. en çok en uzun yaşayanlar ise yaşamı varetmek üzere şekillenmiş olanlardır. kimisi o yaşamını ölümden sonra da bir biçimde sürdürür.
tabii beden için yaşamsal önemde bazı “kritik” hücreler vardır, onlar bir nedenle ölürse, diğerleri ona bağlı olarak zorunlu olarak ölürler.
en az ve en zor fark ettiklerimiz beynimizdeki hücrelerin ölümüdür. onlar ölünce, eğer kopyalarını başkalarına da yüklememişsek unuturuz. unutulan her şey bir ölüm demektir.
çeşit çeşit ölüm...
2013 ölümlerle geldi, en azından bizim kuşağa, bizim dönemimize.
ama eskiye göre daha çok “ölüm” oluyor. doğal ölümler için bu kabul edilebilir nedenlere bağlanabilir.
“doğumlar çok olduğu için” denilecek! ama bence “doğal ölümler” dışında öldüren nedenler çoğaldı. savaşlar, çevre felaketleri... öyle büyük olanları söylemiyorum.
her an yaşadıklarımızı kastediyorum. “görünmeyen çevre felaketleri”ni... o kadar çok ki!
“doğal” ölümler bile artık doğal yaşan(a)mıyor!
“tıbbın” olanakları yaşatmaya yetmiyor; ama “öldürmemeye” yetiyor günümüzde.
kimse evinde barkında, doğal çevresinde ölmüyor, ölemiyor.
çünkü ölüm de para kazandırıyor bu ülkede ve dünyada! hem de çok!
yaklaşık bir aydır bu durumda olan tanıdığım bir insan “yapılan tüm müdahalelere karşın” pazar günü yaşamını yitirdi. çok istememe karşın son yolculuğunda yanında olamadım. kendinden başka kimseye zararı olmayan “iyi” insanlardan birisiydi. dahası 83 yıllık ömrünü en azından benim olduğum yerden bakıldığında “güzel” yaşayanlardan birisiydi de!
aslında bu dünyadan gitmesi ignatieff’in anlattığı ikinci tür ölümde olduğu gibi daha önceydi belki de. fiziksel ölümüne kadar başka bir dünyada yaşadı.
ona henüz “yaşarken” son kez gördüğümde aslında birbirinden farklı ne çok “dünya” olduğunu düşündüm.
herkesin dünyası farklı olduğu gibi, aynı anda farklı dünyalarda yaşayabilecek nitelikte bir canlı olduğumuzu da o düşündürmeye başladı.
bu da belki başka bir “kuram”. kimsenin “bir tek” dünyası yok yaşarken ve yok olduğunda. dolayısıyla belki “ölüm” de dinlerin vazettiği gibi olmasa da başka bir yaşam. kim bilir!
ignatieff de benzer bir şey söylüyor romanında:
“ama bu ölümün ötesinde bir yaşam olduğuna inanıyorum. bu zamanın ötesinde bir zaman. biliyorum ki son saatim gelip çattığında, bildiğim her şey zihnimden silindiğinde, saf bir boşluk beni hâkimiyeti altına aldığında, işte zaman apak bir saflık gözlerimden içeri, zihnimin o bomboş ve aydınlık ücralarına akacak. O zaman, sonunda, canlı bir ruhun tasavvur edebileceğinin çok ötesinde saf ve merhametsiz olan gerçeklikle yüz yüze olacağım”.
kesişen ve kesişmeyen yörüngelerimiz
asıl yeni haberdar olduğum başka bir “ölüm haberi” canımı acıttı beni bu hafta.
yıllar önce tanışmıştık onunla. sonra birbirimizin varlığından haberdar olsak, hatta aynı kentte yaşasak bile yörüngelerimiz kesişmemişti uzun yıllar.
sonra “çağdaş iletişim” olanakları bir buluşmayı sağlamıştı.
o “ilk” telefon görüşmesinden sonra sahneye koyup yönettiği bir oyununu izlemiştim onun. yaşamdaki “yüzleşme”leri irdeliyordu.
şöyle bir not yazmıştım oyunun ardından
“neredeyse 35 yıl sonra ilk kez yeniden karşılaştık ama sanki dün ayrılmışız duygusu yaşadık. ikimiz de bugün olduğumuz kadar ‘yaşlı’, ama ikimiz de 35 yıl önce olduğumuz kadar ‘genç’tik. tuhaf bir duygu!
‘değişmemek’ böyle oluyor demek ki! o hem oyunda yansıladığı ‘yadigar’dı bir yandan, bir yandan da benim 35 yıl önce beraber tiyatro yaptığım arkadaşım. bir yandan da züleyha’nın kendi içinde aradığı ‘ben’. o bunların karışımıydı. ben ise hem 35 yıl önce, tiyatroya hevesli bir genç, hem de bunu tarihin sayfaları arasına yollamış, şimdi ‘sadece’ bir tiyatro izleyicisi! ama orada gösterilen yaşama benzer bir yaşamın onun kadar yönetmeni, onun kadar oyuncusu... o yaşamda yüzleştiklerim ve yüzleşemediklerim kadarıyla...”
o akşam oyun sonrası birlikte tiyatronun servisiyle taksim'e gelmiştik. ayrılırken de “görüşme” sözü vermiştik birbirimize. ama bir türlü bir daha kesişmemişti yörüngelerimiz.
sonra bir gün hiç ilgisi olmayan bir mekânda, bir başka değerli tiyatrocuyla konuşurken, hem de doğrudan ondan söz etmezken haberdar oldum; onun bu oyununu izledikte tam iki ay sonra, başka bu dünyayı bırakıp başka bir dünyaya gittiğinden. hem de istemeden ve ilk tanıştığımız dönemde yörüngelerimizin kesiştiği bir başka insanın gittiğine benzer bir şekilde: tek ve altından bir vuruşla.
muhtemelen onların yörüngeleri bir kez daha kesişmiştir şimdi. çünkü ondan önce giden arkadaşımızın bu “erken” gidişine o da benim kadar çok üzülmüştü sonradan konuştuğumuzda.
izler hep kalıyor
izleri hep kalıyor bizde! bir yanımız da onlarla birlikte gidiyor ama bir yanları bizde kalıyor!
belki önceden yolluyoruz o yanımızı, belki ondan bırakıyoruz ardımızda o izleri, o kalanları... sonradan bulalım, buluşalım diye...
turgut uyar anlatıyor en güzel ve en anlamlı bir şekilde:
ben bir gün giderim ki neyim kalır
eksik bıraktığım her şeyim kalır
yaz günü kim ister ki öldüğünü
eksik bıraktığım her şeyim kalır
yaşamam bir beyazlık gibi sanki
eksik bıraktığım her şeyim kalır
genişlerim dağılırım beyazım
ben bir gün giderim ki neyim kalır
ben bir gün giderim ki ey diri at
elbette benim de bir şeyim kalır
en azından onlar da gidene kadar izleriniz kalacak geride kalanlarda! (ms/as)
(*) Cevat Çalışal ve Arslan Kaçar’ın anısına.