Tarih, devletin ideolojik aygıtlarının en çok yalan ürettiği alan olup her devletin bir ‘resmi’ tarihi vardır.
Bugün iktidar çevreleri, Osmanlı’yı referans verdikleri her konuda ya tarihi çarpıtıyorlar ya da yalan söylüyorlar!
Söylenceye ve ideolojik önyargılara dayalı bir kültüre sahip toplum, tarih okumaktan çok, dinleyici olmayı tercih ediyor. AKP’li belediyeler ve kimi devlet kurumları çok sayıda tarih konferansları düzenliyorlar. Tarihçi iddiasındaki kişiler, bu salonlarda cenk hikâyeleri gibi tarih anlatmaktalar! O konferansların dinleyicileri falan padişahın yüceliği, filan evliyanın derinliği, falan valide sultanın hayırseverliği üzerine duymak istediklerini duymanın huşusu içerisinde evlerine dönüyorlar. Yalan, yanlış anlatımların hedef kitlesi, edindiği (doldurulduğu) bu hamaset dolu tarih bilinciyle bir tarafa masalsı övgüler, diğer tarafa galiz sövgüler yağdırıyor. Böylece iktidara destek sağlamak için yürütülen bu siyasi çalışma, amacına ulaşıyor.
Hamasete, propagandaya, masala dayalı bu tarih anlatılarında ne olayların neden-sonuç ilişkilerinden, ne üretim ilişkilerinden, ne bürokrasiden, ne ekonomik yapılardan, ne ülkelerin karşılaştırılmalı verilerinden söz edilmez. Kısacası toplum nasıl yaşıyordu sorusu sorulmaz.
Ancak karamsar olmaya da gerek yok çünkü kaliteli tarihçilerimiz, değerli araştırmacılarımız da var. Osmanlı ekonomik düzenini, isyanları, eşkıyaları, Tımar sisteminin bozulmasını, dini örgütlenmeleri, Osmanlı kurumlarını, eğitimini, mimarisini, nüfus hareketlerini ele alan Osmanlı toplum yapısına dair çok sayıda eser yayınlanmış durumda.
İşte bunlardan biri…
Kendisi de Divriğili olan eğitimci, tarih araştırmacısı Necdet Sakaoğlu’nun Tarih Vakfı Yurt Yayınları’ndan 1998 yılında çıkan “Anadolu Derebeyi Ocaklarından Köse Paşa Hanedanı” adlı değerli çalışması bize, Osmanlı toplum yapısı hakkında önemli bilgiler vermekte.
Belgelere dayalı araştırmacılığın sözlü tarih çalışmalarıyla desteklenmesi, kitabın özgün yanını oluşturuyor.
Kitap vezirlik makamına da sahip Divriğili Köse Mustafa Paşa adındaki derebeyinin ve soyunun, 1750’li yıllardan 1900’lü yılların başına kadar aile tarihi üzerine yapılmış bir çalışma. Bu çalışmada, Osmanlı’nın son 150 yıllık taşra tarihinin izlerini de sürmek mümkün.
Kitap ele aldığı tarih kesitinde, Osmanlı idari ve toplum sisteminin bir fecaat halinde olduğunu net olarak ortaya koyuyor.
Osmanlı sarayı ve bürokrasisi, köylüyü sürüm sürüm süründürüyor. Köylünün, kasabalının Saray başta olmak üzere o kadar çok ortağı var ki; köylünün elinde ölmeyecek kadarı kalıyor.
Osmanlı’nın üç temel ihtiyacı var: Talan, vergi, asker!
Talanı, adına fetih dediği işgaller yoluyla yapıyor.
Çeşitli adlar altında sürekli vergi topluyor.
Bir de köylüden asker istiyor.
Bunlar üç aşağı beş yukarı imparatorlukların ortak özellikleridir. Ancak Osmanlı’da bu durum, daha bir bozulmuş ve daha ağır koşullarda yaşanıyor.
Osmanlı, Avrupa’daki gelişmeler sonucunda Viyana önlerinde takılıp kalıyor. İşgal dönemleri bitiyor. Tersine, elindekileri korumakta güçlük çeken Osmanlı, yavaş yavaş işgal ettiği bölgelerinden geriye püskürtülüyor.
İşgallerden kaynaklı talan ve vergilendirme bitiyor!
Tımar sistemi çoktan bozulmuş.
Anadolu’da tımar sahiplerinden, idari yöneticilerden ve hatta eşkıyalardan yeni derebeyleri oluşmaya başlıyor. Merkezi yönetim, taşrayı oranın ileri gelenleri (ki, bunlar devlete asilik yapanlar da olabilir) yoluyla kontrol etmeye çalışıyor. Örneğin Balkanlarda Yanya Sultanı Tepedelenli Ali Paşa, geçmişte tam bir eşkıyadır! Bölgelerinde birer ‘kral’ olma yolunda egemenlik tesis eden bu derebeyleri/voyvodalar yalnız idari değil, bölgenin vergisini ve maden gelirlerini de toplayan birer ekonomi yöneticilerdir. Voyvodalıkları Osmanlı bürokrasisinde yükselmenin başlangıcını oluşturuyor. Rüşvet vermede ve otorite kurmada kim daha başarılıysa, onun vezirlik elde etmesi mümkün oluyor.
Örneğin Saray, Divriği için o yıl 200 bin kuruşluk vergi salıyor. Bunu ödemekle yükümlü olan Divriği voyvodası, o yıl 500 bin kuruş vergi toplayabilir. Fazladan toplanan bu 300 bin kuruşun, aşağıda açıklanacağı üzere bir kısmı kendisi için, bir kısmı da rüşvet için toplanıyor.
Bu derebeylerinin görev ve etkinlik alanlarına göre en az 200, vezirlik/valilik payesi almış olanların ise bin adamı olabiliyor. Daha büyük ayanlar ise 15-20 bin kişilik ordu toplayabiliyorlar.
Örneğin Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Paşa ya da Yanya ayanı Tepedelenli böyle biriydi. Her biri küçük bir Osmanlı Sarayı örneği yaşıyorlar. Kâhyaları, seyisleri, kavasları, aşçıları, peşkircileri, tütüncüleri, hamamcıları gibi konak veya küçük saray hizmetlileri ile birlikte çok sayıda da askerleri, delibaşları bulunuyor.
Bu derebeylerin (Ayanların) en büyüğü, en gösterişlisi 1700’lerin başında kendi adıyla da anılan sarayı yaptırmış olan İshak Paşa’dır.
Bu kadar insan beslenecek, silahlandırılacak, çalışmadan, üretmeden yaşatılacak! Köylüler ve esnaf bu kadar yükü çekmekle kalsa, yine de iyidir! Kimse kimseye bedava bir şey yedirmiyor. Bir yerin yöneticiliğini/derebeyliğini almak için yetkili ve etkili yöneticilere bol miktarda rüşvet vermek gerekiyor.
Bu rüşvet çarkı öyle açıktan ve aşağılıkça işliyor ki; rüşvetin hasını Sadrazam istiyor. Evet, o anlı şanlı diye anlatılan sadrazamlar, ülkenin her tarafındaki yönetici tayinlerinden rüşvet alıyorlar. Kim daha fazla verirse, onu tayin ediyorlar. Padişahlar bu durumu biliyorlar ve hediye adı altında olsun, açıktan olsun rüşvetin merkezi bizatihi Sarayın kendisi olduğu için, bu işleyiş ne bir adaletsizlik ne de bir ahlaksızlık olarak görülüyor!
Sadrazama verilen rüşvetle kurtulmak yok; daha sırada bölgenin valisi var, sadrazamın adamları var hatta başkent İstanbul’da Saray’a aracılık eden iş takipçileri var.
Rüşvet, iltimas ve talan anlayışının günümüzde hala etkin oluşunun bir nedeni hukuksuzluk iken, bir diğer nedeni de, bu bozuk sistemin gerek devlet anlayışı ve gerekse toplumsal kültür itibariyle tarihi derinliklere sahip olmasıdır diyebiliriz.
Kitaba dönecek olursak…
Köse Mustafa Paşa Hanedanı
Necdet Sakaoğlu, yaygın söylentiye göre Köse Paşa’nın atalarının Urfa’nın Fırat vadisindeki Badılı (Beydilli) aşiretinden olduğunu yazıyor. Paşa’nın dedesi Hacı İsmail Ağa, 1700 yılarında Divriği’ye yerleşmiş.
Hacı İsmail Ağa hakkında pek bilgi olmamakla birlikte yöredeki eşkıyalarla işbirliği ederek baskınlar yaptığı rivayet edilmektedir. Oğlu Hacı Osman Ağa hakkında daha fazla bilgi var. 1765 yılında İstanbul’a giden Divriği Brestik köylülerinin şikâyet dilekçelerinde, Osman Ağa’nın çok zalim olduğunu, adamları vasıtasıyla köyden zorla para tahsil ettiğini, bu adamların köylüden haraç ve yem aldıklarını öğreniyoruz. (Syf. 27-28)
1770 yıllarında ölen Osman Ağa’nın yerine Divriği voyvodası olarak Köse Mustafa Paşa geçer. Köse Paşa genel olarak daha adil, sorumlu olduğu bölge halkını eşkıyalara karşı koruyan, faizci denilen murabahacı kesimin keyfi/aşırı faiz uygulamalarına karşı duran bir derebeyidir. Vezirlik rütbesini alarak çeşitli tarihlerde Sivas, Rakka, Halep, Trabzon, Diyarbekir valiliklerinde bulunmuştur.
Sakaoğlu kitabında, Köse Paşa 1800 yılında Sivas valisiyken “Kızılırmak üzerindeki meşhur Eğri köprüyü bu sırada yaptırmıştır” (Syf. 123) demektedir. Ancak “Sivas Kültür Envanteri” kayıtlarına göre Eğri köprünün Selçuklu eseri olduğu, yapım kitabesinin bulunmadığı, fakat köprünün Sivas Müzesi’nde korunan 1802 yılında bir onarım kitabesinin bulunduğu belirtilmekte. Belki de bu tamiri Vali Köse Paşa yaptırdı.
Köse Paşa’nın 1802 yılındaki ölümünden sonra yerine oğlu Veli geçer.
Veli Paşa zalim, saltanat düşkünü, acımasız, doyumsuz ve bitmez isteklere sahiptir. Veli Paşa öyle şımarır ki, kimi zaman devletin verdiği görevi beğenmez, karşı kor vs. Sonunda sadrazamın Sivas valisine emriyle üzerine ordu gönderilir. Veli kaçar ve Akçadağ aşiretlerine sığınır. 600 delibaşıyla yöreye geçen Veli, bölge halkını ezmeye başlar. Yöredeki söylencelere göre ise, Akçadağlı kadınların öldürdüğü Veli Paşa’nın cesedi, kuşatmadan kurtulmak isteyen Akçadağlılar tarafından Valiye teslim edilir. Vali de kestiği kelleyi İstanbul’a, gövdesini ise Divriği’ye gönderir.
Veli halka zulmeden, eşkıyayla işbirliği yapan biridir.
Köse Paşa hanedanı 7 kuşak devam etmiş ve 1918 yılında Abdullah Paşa’nın ölümüyle son bulmuştur.
Birinci Meclis’te milletvekili olan ve ayrıca DP döneminde 1950-1960 arasında TBMM Başkanlığı yapan siyaset adamı Refik Koraltan, Köse Paşa’nın kız tarafı soyundandır.
Bunlar gerçek paşa değillerdir. Saray’ın rüşvetle dağıttığı paşalık payeleridir. Hatta II. Abdülhamit paşaları diye bir kesim vardır ki, 200 altını bastırana bir kılıç, bir üniforma verilir ve paşa ilan edilir. İşte Abdullah Paşa’da onlardan biri. Kitapta Abdülhamit’in verdiği kılıç ve üniforma ile çekilmiş bir resmi de var.
Kitapta Divriği’nin bir kısım köylülerinin 1800 yıllarında İstanbul’a göç ettikleri yer alıyor. Tuğut, Brestik, Timisi, Zımara, Pingan, Gamhu, Kahtik, Çamçıkı gibi köylerden gerek Divriği derebeylerinin baskıları, gerek ağır vergiler ve gerekse geçim şartları nedeniyle İstanbul'a gelenler, Unkapanı bölgesindeki gıda depoları, dükkân ve hanlarında çalışıyorlar.
Kitapta tarihin izlerini silmek için, bugün adı Armutlu köyüne çevrilmiş, gerçek adı Armıdan olan Ermeni köyünün de adı geçiyor. Armıdan köyünü kendisi de Armıdanlı olan değerli yazar Hagop Mıntzuri’nin sade, içten, gündelik insan ilişkilerini bile duygu yoğunluklu olarak aktardığı kitaplarından tanıyoruz.
Bugünkü kuşak Divriğililerin iş alanlarının daha çok gıda üzerine oluşu, tesadüfi olmayıp tarihsel bir dayanaktan ileri geliyor. Anadolu’nun bir yöresinden İstanbul’a ilk gelenler hangi iş kolunda tutunuyorlarsa, sonraki gelenlerde aynı işkolunda çalışıyorlar. Bu bir hemşerilik, aidiyet dayanışmasıdır. O yokluğun ve yoksunluğun içerisinde bu dayanışma çok önemlidir.
Akademik tarihi çalışmalar, yerel ve sözlü tarih çalışmalarıyla desteklendiğinde, daha bir anlaşılır oluyor ve yaygınlık kazanıyor.
Bu alanda epeyi bir boşluk olduğundan bu tür çalışmalara ihtiyacımız var. Sakaoğlu’na bir kez daha teşekkürlerimi iletiyorum. (HŞ/ÇT)