Ertuğrul Özkök seçim öncesinde başladığı ibretlik İspanya İç Savaşı hikayelerine devam etmiş. Birkaç kez tekrarladığı iddiaları şöyle özetleyebiliriz: 500 binden fazla insanın ölümüne, bir o kadar insanın da hayatının kararmasına yol açan İspanya İç Savaşı’ndan (1936-39) sonra kurulan Franco diktatörlüğü (1939-75), faşist generalin ölümüyle birlikte son bulunca, “İspanyollar masaya oturdular. Baktılar defter çok kabarık. Hesap çok yüklü. İç savaş yaşanmış, türlü şeyler olmuş. Gördüler ki hesaplaşmaya kalkarlarsa daha çok sorun olacak. Baktılar içinden çıkamayacaklar. Defteri rafa kaldırdılar.” Özkök’ün bu meselden çıkardığı sonuç, mesela 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmalarını unutmak, geçmişe bir sünger çekip yeniden kardeşleşmek.
Taraflardan biri böyle güzel temennilerde bulununca, insan kendini bir an silahları çekmiş savaş meraklısı gibi hissediyor. Ama bu ayartmaya kapılmaksızın Özkök’ün tarihi çarpıttığını ve bugüne ilişkin olarak “olmayacak duaya âmin” demeye çalıştığını söylemek gerekiyor.
Yüzbinlerce insanın canına kıymış olan Franco, eceliyle öldükten sonra gerçekten de İspanya hiç beklenmedik bir rahatlıkta demokrasiye geçti ve geçmişteki ölümleri ya da kavgaları unuttu. Franco’dan uzun zamandır soğumaya başlamış olan Francocu elitler ile muhalefet sözcüleri arasında zımni bir anlaşmayla demokratik geçiş sağlandı. Bu anlaşmaya “Pacto de Silencio/Olvido”, yani “Sessizlik ya da Unutma Antlaşması” adı verildi. Birkaç kuşak önce birbirinin boğazını kesmiş olan İspanya halkları öpüşüp barıştı. Öyle ki bir kuşak sonra savaşta yer alanları belki de mezarında ters döndürecek bir durum ortaya çıkmıştı: Tıpkı Türkiyeʼde 2000ʼlerin başında 12 Eylülʼün ne olduğu sorusuna 11 Eylül saldırılarıyla karıştırarak cevap veren ya da askerî darbenin ne olduğunu bile bilmeyen geniş bir kesimin olması gibi; İspanyaʼda da 1980ʼlerde her dört İspanyalıdan birinin İç Savaşʼta ölmüş bir yakını olmasına karşın, üçte birinden fazlası kimin hangi cephede savaştığını, hangi devletin hangi tarafa destek verdiğini bilmiyordu.
O halde, Özkök niye haksız? Biz de öpüşüp barışsak ve bu sonu gelmeyen gerilim bitse olmuyor mu? Unutmak ya da cehaletle mutluluk, ölmekten ya da ölmeyip sürünerek mutsuz olmaktan evla değil mi? Özkök haksız çünkü birincisi, tarihi tersinden okuyor; ikincisi, tarihi sınıfların ve toplumsal grupların mücadelelerinden bağımsız olarak bireylerin niyetleriyle alakalı bir hadise olarak görüyor.
Tarihi tersinden okuyor olması İspanya’da iç savaşın niye çıktığını görememesine yol açıyor. Burada ayrıntısına girmek mümkün olmasa da, İç Savaş öncesi İspanya gerçekten de Türkiye’yle muazzam paralellikler taşıyor. Muazzam kutuplaşmış bir ülkede 1931’de kurulan cumhuriyeti bile dinsizliğin şahikası olarak gören sağla; egemenleri devrim heyulasıyla korkutup sınırlı kazanımlar elde etmekten başka bir programı olmayan sol (anarşistler, Stalinistler, sosyalistler vb.) arasındaki çekişme beş yılın sonunda dünya tarihinin ilk büyük uluslararası iç savaşına yol açıyor. İşin ilginç yanı, sadece İspanya’da değil, uluslararası alanda da Özkök’ün tavsiyelerine uyularak hareket ediliyor: “Ilımlılık kurtarır, karşı taraf ne yaparsa yapsın, biz zeytin dalı uzatalım!” Ama bu yüzden … her şey daha kötüye gidiyor!
Önce uluslararası aktörlere bakalım. İspanya İç Savaşı Hitler ve Mussolini faşizminin dizginlerinden boşalarak savaşa doğru gittiği bir dönemde patlak verdi. O dönem hâlâ daha dünyanın efendisi olan Britanya’nın ve yeni aktör olan Stalin Rusya’sının siyasi ve diplomatik kurnazlığın en üst mertebesi olduğuna inandıkları bir planları vardı: Faşizmi durdurmak adına faşist diktatörlerle anlaşmak! İngiliz dış siyasetinde bunun adı “ürkütmeme” (appeasement) politikası adını alırken, Stalin ve güdümündeki Komintern’de “Halk Cephesi” adı altında burjuva partileriyle ittifak şeklini almıştı. Her halükarda, ikisinin ve diğer Avrupa devletlerinin stratejisi İspanya İç Savaşı’nda solcuların seçimle işbaşına gelmiş meşru hükümetinin arkasında durmak yerine, “Adem-i Müdahale (Müdahalesizlik) Antlaşması” adını verdikleri bir rezaletle Hitler ve Mussolini’yi daha fazla sinirlendirmemek ve sulh olmaktı. Oysa faşistlerin başka bir hesabı vardı: Kendi doğruları dışında her şeyi şer sayan ve öldürüp yok etmek isteyen zihniyet, tüm kapitalist Avrupa’nın ve SSCB’nin zeytin dalına her geçen gün daha da saldırarak yanıt verdi ve İspanya kan gölüne döndü. En bilinen örnek olarak, 1937’de bir Bask şehri olan Guernica (Gernika), Picasso’nun ünlü tablosuna ilham verecek şekilde Nazi bombardımanıyla darmadağın oldu.
Ülke içindeki aktörlerde de durum farklı değildi. İspanya siyasetinin en örgütlü ve güçlü partisi Sosyalist Parti’ydi (PSOE). İç Savaşın arifesine kadar Sosyalistler içinde ılımlılar egemendi ve kâh resmî kâh zımni anlaşma içinde oldukları burjuva cumhuriyetçilerle (İspanyol CHP’siyle) aynı stratejide birleşmişlerdi: İspanya’nın yakıcı sorunlarını (toprak sorunu, eğitim sorunu, işsizlik, açlık) derhal çözmek yerine; monarşizme ve ruhbancılığa meyleden sanayicileri ve toprak sahiplerini korkutmamak adına reformları kısmak ve onlara birlik mesajı vermek. 1931-33 arasındaki koalisyon deneyimi ılımlı reformların (ve ılımlılığı görmeyince yer yer gereksiz radikalliklerin) ülkenin sağcılarını ve egemenlerini uzlaşma yerine daha da paranoyaklaştırdığını gösterdi. Ilımlılık yanlılarının “biz saldırmazsak onlar da saldırmaz” diye özetlenebilecek yaklaşımına göre, sağın zıvanadan çıkmasının nedeni solun radikal reformlarıyla (mesela din eğitimi yerine seküler eğitime geçmekle, mesela güneşin doğuşundan batışına kadar ek mesai ücreti almadan çalışan topraksız köylülere 8 saatlik işgünü ve fazla mesai ücreti tanımakla) kutuplaşmayı artırmasıydı ve bu “yanlış”tan vazgeçip ılımlı olmak, reformları kısmak, vb. gerekiyordu. Solcular kendi meşru programlarını uygulamak ya da savunmak yerine müphem bir “uzlaşma” aradıkları oranda; sağcılar Yahudi-Mason-Bolşevik komplosundan dem vurup “din elden gidiyor” sloganları atarak kendi kitlesini daha da kemikleştirdi. Sağcılar çoktan iç savaş hazırlıklarına başlamıştı: 1934’te Mussolini’yle silah antlaşmaları yapıyorlardı.
Nihayet 17-18 Temmuz 1936’da sağcılar General Franco’nun askerî darbesiyle seçilmiş sol hükümeti devirmeye kalkıştıklarında da, solcular heybelerinden Özkök’ün meşhur “uzlaşma” ve “ılımlılık” tayınını çıkardılar. Darbenin İspanya anakarasına sıçramadan Fasʼla sınırlı kaldığı ilk gün sonunda darbeciler 189 (102 değil, 189!) kişinin canına kıymıştı, ama darbe haberini alan sol hükümetin ilk üç icraatı: 1) Aktif direniş için işçileri silahlandırmayı reddetmek; 2) Halk Cephesiʼnin en sağdaki (“ılımlı”) isimlerinden Barrioʼya yeni hükümeti kurma görevini vermek (tesadüf bu ya, Barrio da kurduğu hükümete “uzlaşı hükümeti” adını vermişti!); 3) faşist darbenin liderlerinden General Molaʼya savaş bakanlığının bırakıldığı ortak hükümet teklifinde bulunmak!
Faşistler bu çağrıya yanıt bile vermediler, daha doğrusu yanıtları bir an önce Hitler’den askerî yardım almak adına Almanya’ya aracı yollamak oldu. Böylece darbe üç yıllık kanlı bir iç savaşa dönüştü.
Peki, sosyalistler ve cumhuriyetçiler uzlaşmacı olsa da, anarşistler ve Stalinistler radikallik yapmış ve meşhur uzlaşma formülünü mahvetmiş olamaz mı? Pek değil!
Stalinistler zaten sol tayfın en ılımlı rengiydi; Fransa’da Halk Cephesi bile yetmemiş, sağcısı solcusu cümbür cemaat birlik olunacak bir Milli Cephe önermişlerdi (French and Spanish Popular Fronts, s. 47-8). Anarşistler ise İç Savaş’a kadar tam tersi çizgideydi: İspanya’da her şeye “hayır” diyen grup milliyetçiler değil, anarşistlerdi! Ama İç Savaş başladıktan kısa süre sonra onlar da reel politikanın faziletlerini fark ederek, devlet karşıtlığını bir kenara bırakıp tarihlerinde ilk kez bir hükümete dahil oldular, emir-komutalı ordu kurulmasına, özyönetim organlarının lağvedilip devletin güçlendirilmesine vb. onay verdiler. Hepsi ne için? Avrupa’nın demokratik devletleri İspanya’da devrimci gelişmelerin cereyan ettiğini düşünürler de bize silah ve iaşe yardımı yapmazlar, bilakis devrimci alternatife karşı Franco’nun yanında yer alırlar diye!
Peki, ılımlılık ve uzlaşma kurtardı mı? Özkök üstüne alınmasın ama hayır! Anarşistler, sol sosyalistler ve Stalinistler uzlaşma adına tabandan gelişen kolektifleştirmelerin ve devrimci inisiyatiflerin önünü kesseler de; o dönem İspanya-Fransa ortak sömürgesi olan Fas’taki “hakları”nı İngiltere ve Fransaʼya devretmeyi bile önerseler de, fayda etmedi. Sebep? Aşırı sağın ve genel olarak sermayenin dünya algısı.
Milliyetçilikle takviye edilmiş dinci (ister İslamcı ister Katolik olsun) anlayış dünyayı hayır ile şerrin ezelden ebede sürecek kavgası olarak görüyor. Hak bir doğru bir olduğundan, buna iman etmeyenleri (renkliliğin ya da çok sesliliğin bir parçası olarak değil), nihayetinde yok edilmesi ya da “doğru”yu uysallıkla kabul etmesi gereken muzırlar olarak telakki ediyor. Bu istikrar ve düzeni sağlamak içinse özel mülkiyeti ve onun sömürme hakkını vazgeçilmez addediyor. Bu kutsiyeti bozmaya yeltenenler ya da bu kutsal âleme dâhil olmayanlar, adı konsun konmasın, ebediyen cephenin öbür tarafına yerleştiriliyor. Bu örtük savaşın aleni bir savaşa dönüşüp dönüşmeyeceği sadece güçler dengesine bağlı: Kendilerini daha güçlü hissettiklerinde ya da tehdit algıladıklarında, sonuna kadar savaş diyorlar, aksi durumda demokrasiden, kardeşlikten bahsediyorlar.
Avrupa’nın bugün bizden epey farklılaştığı söylenebilir, neticede sekülerlik (“laiklik”) ile din dengesini daha iyi tutturmuş durumdalar. Dinci (dindar değil) anlayışın paranoyaklığı ve sefaleti akılcı (ve dolayısıyla daha fazla kâr getiren) kapitalizme belli oranda ters düştüğünden; daha asırlar önce Avrupalı egemenler, Marx’ın tabiriyle, “Hıristiyanlığın burjuva biçimi olan Protestanlığa” yönelmiştir; zaten kapitalizm, bir diğer “ters okuma”cı Weber’in düşündüğünün aksine, tam da bu temelde serpilip gelişmiştir. Ama faşizmi Avrupa’nın çıkardığı da unutulmamalı.
Teorik mülahazalar bir tarafa, Türkiye’deki mevcut pratik de Özkök’ün hüsnü niyetine kapalı. Karşımızda ne olursa olsun boyun eğdirmek istediğini açıkça, defalarca ve bağıra bağıra söyleyen bir kesim var (aslında kesim de değil, bir kişi var da adını bile anamıyoruz). Daha önemlisi, biz iş cinayetlerinden devlet terörüne kadar ölülerimizi unutsak, yolsuzlukları ve hırsızlıkları unutsak vb. ve tamamen teslim olup bir şans daha versek; ılımlısıyla ılımsızıyla bundan daha beter bir ülke yaratma becerisine sahip olduğunu kanıtlamış bir ekip ve kafa yapısı bu. Denemesi bedava! (FB/ÇT)