"Bir iş, tamamlanacağı zamanı doldurana dek uzar". Verimlilik tartışmalarının bu ünlü deyişi, bürokrasi ve şirketlerdeki verimlilik üzerinde pek çok kitabı olan C. Northcote Parkinson'un hicivlerle dolu ünlü kitabı Parkinson Kanunu'ndan.Parkinson'un aynı kitabında fazla dikkat çekmemiş mimarlıkla ilgili bir bölüm de var. Büyük şirketlerdeki verimsizlikleri ve bürokratik saçmalıkları incelerken, Parkinson, şirketlerin kendilerine gösterişli müdürlük binaları yaptırdıktan kısa süre sonra güçlerini kaybettiklerini fark etmiş. Sadece şirketler değil, tarihte de pek çok önemli iktidarın en güçlü zamanlarında inşa ettirdikleri haşmetli yapılar da bu iktidarların zayıfladıkları dönemin işaretleri olmuş.
Örneğin, Paris'ten Versailles'a taşınan 14. Louis, inşa ettirdiği devasa sarayda hükümdarlığının en iyi yıllarını geçirmedi ve zamanla politik gücünü kaybetti. İngiliz Kralı 5. George, Hindistan sömürgesinde yepyeni bir kent kurma emrini verip inanılmaz miktarda para harcadıktan ve ülkenin yeni başkenti olarak Yeni Delhi'yi ilan ettikten sadece 16 yıl sonra, Hindistan bağımsızlığını ilan etti. 1950'de Irak kralı 2. Faysal yeni Bağdat'ı kurmak için Wright'tan Le Corbusier'e dek dönemin en ünlü mimarları ile çalışmaya başladıktan çok kısa süre sonra ailesi ile birlikte katledildi. 2011'de devrilen Kaddafi bile benzer bir akıbeti yaşadı; mimar Tabanlıoğlu'na tüm Afrika ülkelerinin liderlerini ağırlayacak ihtişamlı bir kongre binası yaptırdı, ancak bunun saadetini süremedi; sonu malum.
Parkinson'un analizlerine göre büyük şirketler de benzer kaderleri paylaşıyordu. Ona göre bir kurum veya kişi gösterişli bir yapı yapmak için esas işinden zaman bulup meşgul olabiliyorsa, bir şeyler ya ters gitmiştir ya da gidecektir. Amerika'nın medya devlerinden CBS, New York'taki yeni genel müdürlük binasını ünlü mimar Eero Saarinen'e tasarlattıktan sonra, ne yazık ki uzun süre bu yapıda huzurlu bir ömrü olmadı ve rakiplerinin gerisinde kaldı. Benzer şekilde, ilk trans okyanus uçuşlarını gerçekleştiren efsanevi havayolu şirketi PanAm, gücünün doruğunda iken New York'ta inşa ettirdiği yeni gökdelenine 1963'te taşındıktan yaklaşık 10 sene sonra petrol krizi ile birlikte inişe geçti ve bundan 20 sene sonra da iflas etti.
Günümüzde de Parkinson'un bu analizlerinin, çoğu durumda geçerli olduğu savunuluyor. Örneğin AT&T telefon şirketi, postmodernizmin ikonlarından biri sayılan Philip Johnson'un eseri New York'taki ünlü binasına 1984'te taşındığında çoktan çatırdamaya başlamıştı. Benzer şekilde, Renzo Piano tarafından tasarlanan yeni binasına taşındıktan çok kısa süre sonra, New York Times gazetesi, internet yayıncılığı yüzünden zor durumda kaldı. Bu tarihsel gerçeklerden güç alan bir iddia da bu aralar sıkça bahsedilir oldu: Apple'ın patronu Steve Jobs'un ölmeden önce başlattığı ve Norman Foster tarafından tasarlanan devasa simit şeklindeki yeni merkez binasının inşaatı tamamlanmadan, ellerinde Apple hisselerini bulunduranların bunlardan bir an önce kurtulmaları öneriliyor. Steve Jobs'un belediye meclisinde kabul edilmesi için projeyi bizzat savunması, sosyal medyada epey konuşulmuştu. Bugün Apple'ın tahtını sallayan Samsung'un genel merkezi de gerçekten iyi bir mimarlık ofisi olan KPF tarafından tasarlanmış olsa bile, Apple'ın inşa halindeki yeni binası kadar iddialı ve ses çıkartan bir yapı olmamıştır. Bir benzer iddia da Türkiye'de ortaya konabilir belki: Her ne kadar bir yatırım projesi olsa da tüm haşmeti ile tamamlanan ve sahibinin binanın her aşaması ile şahsen ilgilendiği Zorlu Center, holdingin geleceği için nasıl bir sinyal veriyor göreceğiz.
Mimarlığın büyülü cazibesi ile iktidarlarını ve egolarını parlatmak isteyen diktatörlerin, cumhurbaşkanlarının, başbakanların, devasa şirketleri yöneten iş insanlarının ilginç hikayelerini Gösterişli Yapı Kompleksi (Edifice Complex) adı altında 2005 yılında kitap haline getiren ünlü mimarlık eleştirmeni Deyan Sudjic de benzer argümanlar sunuyor.
Hitler'in veya Mussolini gibi diktatörlerin güçlerini mimarlık yolu ile gösterme çabaları ve en büyük projelerini daha inşa edemeden acı sona ulaşmaları çok bilindik hikayeler. Ancak kitapta benzer diktatörlerden Saddam Hüseyin'in, dünyanın en büyük camisi gibi sayısız gösterişli yapı yapma kompleksinden; Tony Blair gibi demokratik bir ülkenin başbakanının ne işe yarayacağı bilinmeyen Londra'nın en masraflı yapısı olan Milenyum Kubbesi yüzünden yaşadığı sıkıntılardan; Mitterand'ın Paris'i Avrupa'nın başkenti yapma hevesi ile başlattığı "Büyük Paris Projeleri" ve temel geometrik formlarla ilgili takıntılarından bahseden pek çok bölüm var. Sudjic, sadece politikacıları değil, para sahibi zengin iş insanlarını ve büyük kurumların yöneticilerini de mercek altına almış kitabında. Örneğin, Guggenheim'in meşhur yöneticisi Thomas Krens'in, Bilbao ile başlayan dünyada bir seri Guggenheim müzesi açma planlarının yarım kalmasını, vakıf yönetimini finansal açıdan zor durumda bırakan pahalı mimarlar ve gösterişli yapılarla yaşadığı maceranın pek de iyi bitmeyen sonunu da Sudjic'in kitabında okumak mümkün.
Gösteriş iktidarlığı
Gösterişli mimarlık her zaman gücün, iktidarın ve paranın ürünü olmuştur. Ego sadece yaratıcılıklarından dolayı mimarlarda değil, belki de çok daha fazlası ile mimarlara işveren idarecilerde, kurumlarda ve yöneticilerde. Ancak, hem Parkinson hem de Sudjic'in de gösterdiği gibi, iktidar sahipleri mimarlıkla ilgilenmeye başladıklarında zaten iktidarlar ulaşabilecekleri zirveye gelmiş oluyorlar çoğu kez. Belki de biraz içgüdü, biraz egolarının yönlendirmesi ile, artık yavaş yavaş bu dünyadan, siyaset sahnesinden veya piyasadan çekilmeden önce, her zaman konuşulacak, itibarlarını görünür ve sonsuz kılacak haşmetli yapılar yapma hevesine kapılıyorlar. Mimarlığın iktidarla olan ilişkisine hep masallardaki mutlu son perspektifinden bakıldığı için, işin bu boyutu gözden kaçıyor, ama çoğu kez bu keyfi süremeden veya yapıların bitmiş hallerini bile görme şansları olmadan, krallar, diktatörler, hükümetler ve hatta şirketler tarih kitaplarında bir başlık oluveriyorlar.
Türkiye'de ise AKP iktidarının mimarlıkla ve şehircilikle ilgili danışmanlarının ve idarecilerinin vizyonu pek de parlak değil. Bu nedenle, AKP yöneticileri, iktidarlarını yeni bir yapı yapmak yerine, ancak eski bir yapıyı canlandırmakla veya kopyasını yapmakla taçlandırmayı hayal edebiliyorlar. Ataşehir'deki Selimiye Camisi kopyası, Çamlıca'ya dikilmekte olan ihtişamlı altı minareli ama cemaatsiz cami, kervansaray ve cami karışımı adalet sarayları, okul binaları, bu yaklaşımın bir örneği. Tarihselci bir yaklaşımla Osmanlı-Selçuklu sentezi diye sarıldıkları ve son on yılda inşa edilen tüm kamu yapılarının rüküş mimarisi, bugüne dek kendi iktidarlarına pek de somut bir fayda sağlamadı. Mimarlık ve şehircilikle olan bu zayıf ilişkinin aslında AKP yöneticileri de farkında belki, ama siyasi duruşlarına uyan bir şekilde, bu sorunu nitelikli olarak nasıl çözeceklerini bir türlü keşfedemediler. Buna rağmen, AKP mimarlık ve şehircilik bilimine hep uzak durdu. Sayıları bu ilgisizlikle ters orantılı bir şekilde artan mimarlık fakültelerindeki akademisyenler ve buradan mezun olan mimarlar, artık AKP hükümetinin kendilerini lüzumsuz ve hatta engelleyici "enteller" olarak görmesine öyle alıştı ki, onlar da hükümetin, belediyelerin, TOKİ'nin projelerine kayıtsız ve suskun kalmayı tercih ettiler. Diyalog kurulamayacağını anlayan akademik dünya eleştiri bile yapmaya zahmet etmiyor, sadece içten içe yaşanan sarkastik bir küskünlük hakim. AKP'nin ve belediyelerin kendi görüşlerine yakın mimarlığı, vasat ama medyatik olmayı becerebilen birkaç mimarı yanlarına alarak inşa ettikleri veya meşrulaştırmaya çalıştıkları yapılar da, ne Türkiye'de ne de uluslararası mimarlık gündeminde söz konusu bile olmadı; bilakis, ciddi mimarlık ortamlarında bunlar alay konusu haline geldi, gelmeye de devam ediyor. Bunun en son örneği ise, Başbakanlık binası olarak başlanıp siyasi gündeme göre Cumhurbaşkanlık Kompleksi olarak biten yapı oldu.
Coğrafyada çılgın maceralar
Öte yandan iki oydan birini almış, ekonomik olarak ülkenin en parlak döneminde, neredeyse sınırsız yetkilere sahip bir Çevre ve Şehircilik Bakanlığı yaratmış bir iktidar partisinin, bu topraklarda bırakacağı kayda değer bir mimarlık eserinin olmayışı hala AKP'yi rahatsız ediyor. Bu nedenle, İstanbul'a kanal açmak gibi artık sağduyu ekseninin tam tersinde devasa coğrafi müdahaleler gündeme sürüldü. Türkiye'deki iktidarların bu ülkenin coğrafyası ile pek de barışık olmadığı bilinse de, AKP iktidarı, bu ilişkinin en sert dönemini temsil ediyor herhalde. Tüm bilimsel itirazlara ve sık sık hasar göreceği bilinmesine rağmen, Karadeniz'in kenarına otoyol inşa edip buradaki dağ-deniz ilişkisini alt üst eden; her fırsatta denizi doldurup kıyı çizgisini yeniden çizen; bir kaç yüz kilo altın için bir dağı ortadan kaldıran; yapılaşma için ormanları kağıt üzerinde orman olmaktan çıkaran; enerji ihtiyacı argümanı ile, sonuçlarını fazla düşünmeden çok sayıda dere yatağını HES yapmak için kapatan bir iktidarın belediyeleri de, kent merkezlerinde karayollarını yer altına almak, meydanları ters yüz etmek, apar topar tüneller açmakta sakınca görmüyor elbet. İktidarın coğrafya ile yaşadığı bu coşkun imar gösterisinden ilham alan bir bakan, Çeşme ile İzmir'i deniz yolu ile birbirine bağlamak için Karaburun Yarımadası'nı ikiye bölmeyi ve Efes antik kentine denizi getirmeyi; bir vali, daha çok turist gelmesi için Sinop'u ikiye ayırmayı; bir inşaat şirketi, Marmara Denizi'ne ay yıldız şeklinde ada yapmayı; bir başka belediye başkanı, kentine Venedik kanalları açmayı; bir diğeri Büyükada'yı Kartal'a bir köprü ile bağlamayı telaffuz edebiliyor.
AKP, medya mekanizmalarının deşifresini bugüne dek belki de en iyi yapabilen siyasi parti ve attıkları her zoka medya tarafından afiyetle yutuluyor. Sıra dışı olmanın, muhteşemliğin, gösterişin makbul olduğu günümüz medyası yüzünden, aslında vasat ama "çılgın" mimarların projeleri tartışılıyor, sözleri itibar görüyor; öte yandan, sağduyu ve akıl ikilisi sıkıcı ve sıradan bulunuyor, görmezden geliniyor. Aşkı için dağları delen Ferhat'ı yüzyıllardır hayranlıkla dinlemiş bir kültürde elbette bu projeler "çılgın"lıkları ile itibar görüyorlar.
Gezi olaylarına dek Taksim ise, fethedilmesi gereken bir plato, potansiyel bir iktidar vitrini olarak bellenmiş durumdaydı. Çünkü AKP, Selimiye Camisi'nin kopyasını Ataşehir'de yol kenarına dikse de, Dolmabahçe vadisini delik deşik de etse, hala bunlar yeterince görünür ve ihtişamlı projeler değil. Bu yüzden hiçbir ilgi görmeyen ama gerçekten yeniden düzenlenmesi acilen gereken, yayaların her gün ezilme tehlikesi geçirdiği Mecidiyeköy ve Zincirlikuyu kavşakları, kaçak otoparka dönen Karaköy Meydanı gibi alanlar yerine, önce aslında pek de sorunu olmayan Taksim'de bir şeyler yapılmalıydı. AKM'yi yıkıp yeniden yapamayan AKP, Taksim Meydanı projeleri ile trafiği yer altına alarak hem coğrafyaya meydan okuyacak, hem de seçim vaadi olan ortadan kalkmış tarihi Topçu Kışlası'nı dirilterek, iktidarın şanını vitrinde parlatacaktı.
Gezi olayları ile ciddi anlamda sarsıntı geçiren AKP, sonunda Taksim'de ancak trafiği yer altına alma projesini güç bela bitirebildi. Taksim bu yazının yazıldığı tarihlerde hala betondan bir çöl görünümünde, üstünde bavullarını çekiştirerek dolanan turistlerden başka pek kimse kalmadı. İstiklal Caddesi, salt Ortadoğulu turistlere hitap eden dükkanlar ve yemek yerleri yüzünden itibar kaybetmekte. Yasaklanan sokakta oturma alışkanlığı yüzünden, Tünel tarafları ıssızlaşmakta ve burayı dinamik ve zengin bir kent parçası haline getirmiş kesim, Karaköy kıyılarına ve Kadıköy'e dağılmakta. Yaratıcı kesimin yarattığı ortamlardan rahatsız olan, ancak, rant değerini de sonuna kadar kendi payına kullanmak isteyen siyasi görüş için oldukça hazin bir durum gerçekleşmekte Beyoğlu'nda.
Öte yandan, Ankara'daki Atatürk Orman Çiftliği'nde, Türkiye bütçesine göre oldukça pahalı ve lüks şekilde yapılan, bir ihtiyacı karşılamak yerine bir ihtişam yaratma amacı ile tamamlanan Cumhurbaşkanlığı Kompleksi ise AKP'nin bu coğrafyaya dikebildiği kendi siyasi görüşü açısından en uyumlu (!) yapı olabilir. Lakin, hem yurtiçinden hem de yurtdışından gelen eleştirilere karşın, gururla sunulması planlanan bu projenin sürekli savunulmak zorunda olması, iktidarın mimarlıkla olan serüveninde son bölüm olabilir.
Çünkü, gerek Topçu Kışlası'nı diriltme çabalarını, gerek Taksim'i alt üst etme projesini ve en önemlisi yeni tamamlanan Cumhurbaşkanlığı Kompleksi'ni, Sudjic ve Parkinson'un analiz ettiği "anıtsal yapı kompleksi" merceği ile incelemekte fayda var. Ne de olsa, yukarıda örneklerle anlatıldığı gibi, gösteriş amacı ile yapılan, niteliğinden çok niceliksel özellikleri öne çıkan her yapı, iktidardan inen bir basamak, kimi zaman ise bir mezar taşı olmakta. (ÖK/NV)
* Bu yazı Mimarlar Odası Ankara Şubesi'nin Prof. Dr. T. Elvan Altan ve Doç. Dr. Berin F. Gür editörlüğünde hazırlanan Atatürk Orman Çiftliği (AOÇ) özel sayısında yayımlandı. Dergide Tezcan Karakuş Candan, Ruşen Keleş, Cemal Taluğ, Jale N. Erzen, Can Dündar, Güven Arif Sargın, Uğur Tanyeli, Neşe Gurallar, Bülent Batuman'ın da yazıları yer alıyor.