Hala iki katlı otobüslerin kullanımda olduğu ve trafiğin soldan aktığı eski İngiliz kolonisi; hızlı, dikey küresel şehir ve büyüleyici finans merkezi; Çin haritası üzerinde nokta kadar bir özerk bölge.
Son protestolar Hong Kong’un oturmuş imajını sarstı. Sömürge tarihi, neoliberal kent yönetimi ve Çin otoriterciliği hep beraber mevcut durumda rol sahibi olmakla beraber yeni bir anlatıya ihtiyaç var. An itibariyle “Hong Kong’un Şemsiye Devrimi” olarak adlandırılan süreç yedinci gününe girdi. Hong Kong’daki olaylar 28 Eylül’de hükümet merkezi binası yakınında bulunan Şehir Meydanı’ndaki öğrenci ve vatandaşların protestosuna polisin şiddetli müdahalesiyle patlak verdi. Müdahalenin hemen akabinde pek çok insan sokaklara akın etti ve sivil itaatsizlik hareketi Occupy Central with Love and Peace (OCLP, Aşk ve Barışla Merkezi İşgal Et), öğrencilerin yarattığı rüzgârı arkasına alarak daha evvel 1 Ekim olarak belirlenen işgal tarihini öne çekti. Merkezi İşgal Et tarafından ifade edilen talepler uzun zamandır Hong Kong halkının nefretini kazanmış olan Hong Kong Yönetimi Başkanı C.Y. Leung’un istifası ve Çin Ulusal Halk Kongresi Daimi Komitesi’nin 2017 seçimleri için önerdiği taslağın geri çekilmesi. Çin yönetiminin taslağına göre Hong Kong Başkan adayları 3 kişiyle sınırlanacak ve şu iki kıstasa uymak zorunda olacaklar: Pekin’deki merkezi hükümet taraftarlarından mürekkep bir adaylık komitesinin yarısından fazlasının desteğini almak ve merkezi hükümetin adayın “vatanperver” olduğuna ikna olması.
Uluslararası kamuoyunun ilgisinin Hong Kong’a yöneldiği şu günlerde bir süredir Hong Kong’da yaşayan ve kent mücadeleleri ve demokratik siyasa konusunda çalışan araştırmacılar olarak Hong Kong’un özgün bağlam ve tarihini küreselleşen siyasi ifade biçimleriyle ilişkilendirmek gerektiğine inanıyoruz. Bu amaçla Hong Konglu akademisyenler, öğrenciler ve kıta Çininden Hong Kong’a okumaya gelen öğrencilerle görüşmeler gerçekleştirdik.
Akademisyen meslektaşlarımıza sorduğumuz ilk soru tarihi mirasla ilgiliydi: Protestocular Hong Kong’u mu yoksa Çin’i mi değiştirmeyi hedefliyor? Çağdaş Çin Tarihi uzmanı Denise Ho, 1997’de Hong Kong’un İngiltere’den Çin’in hâkimiyetine geçişi esnasında yaygın kanının Çin’in zamanla demokrasiyi benimseyeceği ve buna mukabil Hong Kong’un da anayasal demokrasiye kavuşacağı olduğunu belirtti: "Ancak, ‘Çin'deki rejimin her an çökmesi`ne dair spekülasyonlar yerini zamanla ‘Çin Devleti'nin neden gitgide güçlendiği’ni açıklamaya bıraktıkça bu umut belirsizliğe gömüldü." Kültürel Çalışmalar alanında araştırmalar yapan Siu-Leung Li, Ho’nun Çin demokratikleştikçe Hong Kong’a da demokrasi geleceği ümidine inancın bugün azaldığı tespitine katılıyor. Li, Çinlilikten azade- yeni bir Hong Kong kimliğinin temelinde Hong Kong’daki politik reform sürecinin karşılaştığı totaliter Pekin baskısının yarattığı hayal kırıklığının yattığını düşünüyor: “Hong Kong’un değişmesi için Çin’in değişimi önkoşulu artık inandırıcılığını yitirdi. Hong Kong kendisi için mücadele edecek, kendi var oluşu için savaşacak.” Kent coğrafyacısı Mee Kam Ng, Hong Kong’un kendine has, geleceğe dönük karakterinin tehlikede olduğunu vurguluyor: “Mesele tam da Hong Kong’un Çin’in herhangi bir şehri haline gelmesini engellemek! […] Hong Kong yakın Çin tarihinde her zaman devrimlere ev sahipliği yapmıştır.”
Hong Kong’un özgün bir kimliği ve geleceği olduğuna dair inancın zamanla derinleştiği göz önünde bulundurulduğunda günümüz Hong Kong’unu Çin tarihine referans vererek açıklamaya çalışmanın tartışmalı olması şaşırtıcı olmaz. Bugün öğrenci boykotlarına ve Merkezi İşgal Et’e karşı olanlar, onları eski düzenle bağdaştırdıkları veya yeterince radikal olmadığına hükmettikleri kişilere şiddet uygulayan Kültür Devrimi’nin Kızıl Muhafızları’na benzetiyorlar. Bu iddiaları reddeden Ng, “Hong Kong’daki öğrenciler Kızıl Muhafızlar’dan çok farklı. Kızıl Muhafızlar, Komünist Parti içindeki politik mücadeleler ekseninde ‘yönlendiriliyorlardı’. Kızıl Muhafızlar’ın demokrasinin ne olduğundan haberleri yoktu” derken Li, Pekin yanlılarının Kızıl Muhafızlar benzetmesinin “aslında bir kısmı bizzat kendileri zamanında Kızıl Muhafız olan veya Mao ve Kültürel Devrim’in ateşli savunucuları olan bu kişilerinin şizofreniden muzdarip olduklarının bariz kanıtı olduğunu” belirtiyor. Diğer gözlemciler ise 1989’daki Tiananmen Meydanı saldırısıyla doruğa ulaşan Çin’deki öğrenci ayaklanmaları ile paralellik kurmakta. Buna cevaben Ho, Tiananmen benzetmesinin “yeni bir şeyler inşa etmeye çalışan, Hong Kong’a has ve yüzü geçmiş yerine geleceğe dönük bir hareketi yeterince takdir etmediğini” vurguladı. “İkincisi, hepimiz Tiananmen’in nasıl sonlandığını biliyoruz, bu nedenle keşke bu benzetme bu kadar popüler olmasaydı diye düşünüyorum.”
Sadece bölgesel tarih odaklı okumaların, neoliberal yönetimlerle idare edilen küresel şehirlerdeki güncel kent mücadeleleri ve demokratik hareketlerle örtüşen Hong Kong protesto hareketini açıklamada tek başına yetersiz olacağı kanısındayız. 2011 yılında ABD’de gerçekleşen İşgal hareketini ve 2013 yılında Türkiye’de gerçekleşen Gezi Ayaklanması’nı takip eden bizler için Hong Kong’un küreselleşen siyasi ifade biçimlerini benimsediği aşikâr. Bunu mesela, Hong Kong protestolarının fotoğraflarını sosyal medyada paylaştığımızda Gezi’yi hatırlayıp gözleri dolan İstanbul’daki arkadaşlarımızdan biliyoruz. Hong Kong’taki protestoların son günlerde yayılışını gözlemlediğimizde, küreselleşen siyasi ifade biçimlerini sıklıkla gözlemleme imkânımız oldu. Protestocular küçük gruplar kurarak fikir alışverişinde bulunuyor ve konuşma kürsüleri aracılığıyla kendilerini ifade ediyorlar. Sosyal medyada dolaşan simgesel imgeler, sokak sanatları ve “Do You Hear the People Sing” şarkısının kendiliğinden performansları etkin iletişim biçimleri. “Dersleri boykot et, öğrenmeye devam” sloganı altında örgütlenen Hong Kong öğrenci boykotu akademisyenler tarafından verilen halka açık dersler, açık ve seyyar sınıflar, sokak kütüphaneleri ve hatta protestoya katılan lise öğrencilerinin ebeveynleri için derslikleri devreye soktu. Bu ve benzeri aktiviteler ayrıca bilinçli olarak merkezden bağımsız öz örgütlenmeye dayanıyor.
Yeni üniversite mezunu ve sosyal aktivist Kelvin Wu, Hong Kong’taki gelişmeleri şöyle değerlendirdi: “Halkın öğrenci boykotuna polisin saldırmasını müteakip gösterdiği otonomi müthişti. Kendimizi barikat kurarak, oturma eylemlerinin yerini ayarlayarak, polisin hareketlerini birbirimize bildirerek ve kamusal tartışmaları başlatarak örgütlemeye başladık. Bütün bunlar güçlü bir liderlik veya hiyerarşik iletişim olmadan yapıldı.” Wu yeni bir politikanın ortaya çıkışını görür gibi: “Gerçek şu ki, bütün bu ‘işgal alanları’nda şu an yekpare bir liderlik yok. İnsanlar, her eğitim alt yapısından ve sınıftan bireylerin doğrudan katılımına dayanan bir yönetim biçimini tecrübe ediyorlar.” Wu, her ne kadar Merkezi İşgal Et ve öğrenci federasyonu bu minvalde sürdürülebilir bir politik dönüşümü sağlamakla biraz fazla meşgul olsa da, “böyle bir fırsatın cezbettiği katılımcılar ve sosyal aktivistler”in bu farklı yönetim biçimini geliştirilebileceğine inanıyor. Wu protesto hareketinin yapısını açıklarken ABD’deki İşgal Hareketi ve Gezi Ayaklanması’nda olduğu gibi Hong Kong’da da katılımda farklılıkları kapsama iradesinin önemine işaret etti. Bileşenler arasında Merkezi İşgal Et, öğrenci federasyonu, bazı siyasi partiler ve baskı grupları yanında işçi hakları, feminizm, düşük maliyetli konut ve sosyal adalet konularıyla ilgili örgütlerin de olduğunu belirtti: “Bazıları kadınlar, yeni göçmenler, işçiler, etnik azınlıklar gibi farklı sosyal grupların politik reform ve evrensel oy hakkı mücadelesinde harekete katılımının önemini göstermeye çalışıyor. Bu pozisyonu destekleyenler sokaklarda herkese açık tartışma ve toplantılar organize ederek şimdiye kadar birbiriyle çok az etkileşimi bulunan kent sakinlerini bir araya getirme konusunda devreye girdiler.”
Ancak küreselleşen politik ifade biçimlerinin olumlu etkileri mevcut bağlamlarında değerlendirilmelidir. Öncelikle, Hong Kong’da farklılıkları bir araya getirme emeli özgün bir yerel kimlik talebiyle her daim uyumlu değil. Güney Asyalı azınlıklar, Endonezya ve Filipinler’den gelen ev emekçileri ve kıta Çin’inden gelen yeni göçmenler böyle bir kimlik yapılanmasında kolayca marjinalize olabiliyorlar. Ng, Hong Kong’a Çin’den yeni gelen göçmenlerin topluma katılımında birçok engeller bulunduğuna dikkat çekti. Her zaman Çin yönetimini desteklemiyorlar ama “genellikle sessiz kalmayı tercih ediyorlar. [...] Bu insanların Çin’deki gündelik hayat tecrübelerini bilmeden belki de yüreklerinin derinliklerinde besledikleri korkuyu anlamak çok zor.” Dahası, “gerçek demokrasi” ve “C.Y. Leung istifa!” sloganları etrafında birleşen Hong Kong protesto hareketi aynı zamanda katılımcıların farklı menfaat ve amaçları ekseninde farklılaşıyor. Bu farklılıkların protesto hareketi içinde ne gibi mekanizmalar aracılığıyla müzakere edileceği henüz belirsiz. Kimileri demokrasi tanımını Merkezi İşgal Et desteğiyle genişletmek ve yetki ve katılımı daha geniş anlamda tartışmak istiyor. Yakın zamanda katıldığımız bir Medeni Parti toplantısı esnasında, bir öğrenci lideri Hong Kong’daki gelir uçurumuyla ancak anayasal demokrasinin tesisi üzerinden mücadele edebileceği ifade etti. Buna karşın, Mong Kok semtinde katıldığımız bir açık oturumda haksız şekilde işten atılan kadınlarla çalışan bir STK’nın temsilcisi politik-ekonomik sistem bütünüyle değişmediği sürece oy kullanma hakkının daha eşit bir toplum garantisi sağlamayacağını savundu.
Hong Kong’un Çin içindeki yeri dikkat yöneltilmesi gereken bir başka konu. Kıta Çin’inden Xiaofan ve Viola mahlaslarıyla anacağımız iki öğrenci protestocuları ziyaretleri esnasında gözlemledikleri öğrencilerin ve Merkezi İşgal Et hareketinin taleplerini, Çin’in uzlaşmaya yanaşmayan duruşu hesaba katıldığında gerçekçi bulmadıklarını anlattılar. Çin hükümetinin göstericilere cevap vermekten kaçınmayı veya demokrasi yanlılarının taleplerine kayıtsız kalmayı seçebilecek bir konumu haiz olduğunun altını çizdiler. Sonuç olarak, Viola hareketin gelecek için herhangi bir olumlu vizyon veya somut bir çözüm önermediğini iddia etti. İlginç bir şekilde, varsayımsal olarak komünist ve demokratik-olmayan Çin ve Hong Kong iktidarları, kitlesel protestolar karşısında kendisini demokrasinin sarsılmaz kalesi ilan etmiş olan ABD ile benzer bir strateji kullanma seçeneğine sahipler. Xiaofan, Çin’in de ABD gibi, iç tartışmalar ve çözülmelerin başlaması veya kamuoyundan “normal” hayatın aksamasına tepkiler gelmesi aracılığıyla protestoların durulmasını bekleyebileceğini düşünüyor. Kelvin Wu ise, pek çok kimse Hong Kong için en kötü senaryonun şiddetli bir Çin askeri baskısı olacağını söylese de, “sosyal eşitsizlik ve neoliberal yönetim tarzına dönüş”ün aynı derecede istenmeyen bir sonuç olacağına inanıyor. Bu akşam itibariyle gündelik hayatlarının ve işlerinin aksamasından şikayetçi “sade vatandaşlar” göstericilere saldırmaya başladı bile. Polis ise şiddete karşılık vermemekte kararlı göstericileri korumaya niyetli görünmüyor.
Günümüzde pek çok protesto hareketi alternatif politik otorite kaynakları arama eğilimindeyken, Hong Kong’un temsili demokrasi talep etmesi görece ironik bir durum. ABD’deki İşgal hareketi kendisini siyasi parti ve sendikaları içeren kurumsallaşmış siyasetten uzak tuttu. Benzer şekilde, Türkiye’de Gezi eylemcileri hükümetin oy sandığındaki başarısına indirgenmiş “milli irade”de cisimleşen çoğunlukçu demokrasi anlayışını reddettiler. Ancak, tecrübe edilen bir özlem ve mücadele alanı olarak bize feyz veren bir demokrasi anlayışı demokrasiyi sadece bir paye olarak taşıyan politik sistemlerden daha değerlidir. Hong Kong’un mücadelesi tam da bu müphem demokratik tahayyülde saklı. (ME/RH/AS)
* Yazının İngilizcesi Open Democracy’de yayınlandı.
* Murat Es, Hong Kong Çin Üniversitesi / Rolien Hoyng, Lingnan Üniversitesi. Çeviri: Murat Es, Bürge Elvan Erginli.