Bilirsiniz, sustuğunuz yerde başlar nefessizlik, sustuğunuz yerde başlar çürüme, sustuğunuz yerde çekilir kanınınız bedeninizden ve korkudan beyaza kesen yüzünüzdeki o donuk bakışınızla kala kalırsınız kendinizle ve kendiniz gibi olanlarla ki, donuk ve matlaşmış gözler, insandan yana hiçbir ifade taşımazlar. Ne kendisini, ne başkasını asla hissetmez, hissedemezler. Hissetmek ki derin ve derinliklerin içerisinde bir koca deryadır.
Hissetmediğiniz yerde tutsak olur birileri, birileri öldürülür, birilerinin bedeni kanar, birileri kaybedilip akibetsizleşir, birileri ayakkabı bağcığıyla asılı bulunur, birileri kendini emniyetin penceresinden aşağıya atar, birilerinin gözleri oyulur, kulakları kesilir, birilerinin ölü bedeni sürüklenir panzerin arkasından, birileri çocuğunun ölü bedenini buzdolabında saklar, birileri yazılarını gömer, birileri sözlerini yutkunur, yutkunanlar çoğaldıkça, bir aydın daha ensesinden vurulur.
Nasıl susalım? Susunca bitmiyor, gitmiyor, uzaklaşmıyor ki acı hiç birimizden. Bir başkasının acısı, mutlaka buluyor bir başkasının hayatını ve elbette çoğaltıyor kendisini kendisinde. Yaşamın örgüsünde o kadar bağlıyız ki birbirimize, görmemek, duymamak, konuşmamak nafile… Çığlık bir kere çıkıp insanın ağzından, yağmur olup toprağa karıştı mı, siz duymasanız da sızar en derin uykularınıza, rüyalarınıza. Dokunduğunuz her şeye bulaşır, tutunduğunuz her duyguya yerleşir ve zamanlı zamansız kulağınıza yerleşen o uğultu var ya, işte o sesini duymadıklarımızın geriye bıraktıkları çığlıkların payımıza düşen yankısıdır belki de sadece.
Nasıl susalım? Biliyoruz söz acıtır, kelimeler gerçeği hissettirir, cümleler en sağlam duvarları, kaleleri, sarayları aşar, mutlaka yıkar yalanı yaşatanların kurdukları ezberleri. Edebiyat, şiir, sanat sarsar insanı, sarsmıyorsa ezenle kurmuştur bağını ve sorgulamıyorsanız bunu, yitirmişsinizdir siz de insanlığınızı. Bazen ara renkler, tonlar yoktur işte. Çırılçıplaktır gerçek ve gerçeklik.
Demir parmaklıkların, beton duvarların arkasında şimdi gerçekler. Çünkü gerçeğe sahip olanları tutsak etmek, korkakların en köhne geleneğidir.
Dışarıda büyüsün diye korku, kendi korkularından yükseltiyorlar zulmü.
Defalarca kez denenmiş olanı denemekten yorulmayacaklar elbette. Korkuyla kurulanı yaşatmanın yolunun, yine korkuları büyütmekten geçtiğine inananlar, inandıkları ile acımasızlaşırlar her zaman.
Nasıl susalım?
“…Varsın hainler saklansınlar soğuk bir taş altında
Dürüstçe yaşadım
Karşılığında
Yüzüm doğan güneşe dönük öleceğim”
diyen şairin sözleri kimsesiz kalmaz mı o zaman?
“ Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde
Bakışlarımda akşam karanlığın
Kulaklarımda sesin İstanbul
Ve uzaklardan
Ve uzaklardan seni düşündüğüm bu günlerde
Sen şimdi haramilerin elindesin”
diyen Komünist’in, beklediği zafer şarkılarına sırtını dönmek, tarihin ileriye dönen çarkına burun bükmek olmaz mı?
Susmak kardeşim susmak, bize hiç yakışık alır mı?
Boğazımıza geçirilen o ipi, suskunluğu seçenlerin ellerine vererek sıkıyorlar sesimizi, seslerimizi. Kalemlerimizi kırıp, düşlerimizi parçalayıp, yazılarımıza tükürüp, sözlerimizi duvarlara vura vura kanatıyorlar. Kanayan bizleriz…
Aslı’nın, Necmiye ablanın cümleleri geçiyor önümüzden. Küçük notlara iliştirilmiş selamlardan kurulu bir bağ var hepimize dokunan. “Barış” diyenlerin selamları, savaş diyenlerin hazır ola geçen selamlarından çok daha güçlü olduğunu hissettiriyor yeniden ve yeniden.
Bir sıcak gülüşü, bir tebessümü hiç tanımadığınız ve yüzlerini bile görmediğiniz insanlarla bölüşmenin mutluluğunu biliyorsanız eğer, direnmeyi de biliyorsunuz demektir vesselam.
Şimdi söyleyin, nasıl susalım? Susulur mu hiç? (AO/EKN)