Yazıya başlarken hemen itiraf etmem gerekir ki durumu özetlemek için yaşanmışlıklarımı paylaşmam gerekiyor. Bu nedenle kişisel bir yazı olacağı için peşinen özür diliyorum.
Yakından tanıyanlar bilir; yıllardır rutin çalışma mesaisi 04.00 – 22.00 arasında olan biriyimdir. Biyoritmim 10 yıldan fazla bir süredir buna ayarlanmıştır. Her gün 04.00’de kalkar 07.00’ye kadar okuma-yazma işlerimi halleder, peşinden birazcık spor-duş-kahvaltı sonrası en geç 08.30’da hastanedeki rutin mesaime başlarım. Eğer mesai sonrası zorunlu bir toplantım yoksa en geç 18.00 gibi de evde olur, akşam yemeği, günlük gazeteler, okuma vb sonrası 21.30 gibi ilk esnemeyle artık kendimi şarza takma vaktim gelmiş demektir ve en geç 22.00’de yatarım. Çok büyük bir aksilik olmadıkça bu durum tatillerde hatta kongrelerde bile böyledir. İşte 15 Temmuz Cuma gününün yoğun mesaisi sonrası da aynı saatlerde uyumuştum. Sanırım saat 22.30 gibiydi ki kulakları sağır edici uçak sesleri ile uykudan sıçradım. Uyku sersemliği ile “ne oluyor?” diye yataktan adeta fırladım; kızım ve eşim de aynı telaşla balkonda büyük bir gürültüyle vızır vızır geçen savaş uçaklarını izliyorlardı. Hayırdır deyip televizyondaki haber kanallarını ve sosyal medyayı taramaya başladık. İstanbul’da boğaz köprüsündeki tank görüntüleri de kötü, çok kötü bir şeylerin olduğunu, çok çektiğimiz çirkin darbe belalarından birinin gelmekte olduğunu gösteriyordu…
Buraya kadar olanlar sanırım hemen her evde, her mekânda benzer yaşananlardı.
Saatler ilerledikçe kaotik durum daha da korkutucu boyutlar almaktaydı. Saat sanırım 02.00’yi geçiyordu ki yıllardır 24 saat açık olan cep telefonum çaldı. Kadrolu olarak çalıştığım hastaneden arıyorlardı; malum durum nedeniyle branşımın tek uzmanı olarak icap nöbetine çağrılıyordum. Eşimin ve kızımın tüm karşı çıkmalarına rağmen hızlıca giyinip evden çıktım. Hekimlik kimliğimi hazırlayıp, arabamın dörtlü ışıklarını da yakarak yola çıktım. Böyle çağrılarda bu saatlerde tamamen açık olan, hastaneye hızlıca en geç 5-6 dakikada ulaştığım yolu kullanma gafletinde bulundum (Cevizlidere – Türkocağı cad.- İnönü Bulvarı (Eskişehir yolu)- Tunus Cad. istikameti). Türkocağı caddesine indiğimde meclise atılan ikinci bomba ile sanki 6-7 şiddetinde bir depreme maruz kalmışım gibi küçücük arabam sağa-sola savrulmaya başladı, direksiyon hakimiyetini güçlükle sağlamaktaydım. Eskişehir yoluna yaklaştığımda bombaların sıklığı arttığı gibi yukarıdan helikopterlerle (sanırım Genelkurmay olsa gerek) çevreye kurşunlama sesleri de giderek arttı. Meclisin karşısındaki alt geçide geldiğimde gidiş yönünün terk edilmiş arabalarla tıkalı olduğunu, insanların kaçıştığını gördüm. Orada bulunan arabalarına çıkış yolu arayan 5-10 kişi kalmıştı. Onlara durumumu izah edip beraberce sağlı sollu terk edilmiş arabaları sağa-sola kol gücüyle iterek yarım saatten fazla bir süre ve onlarca zorlu manevralarla Tunus Caddesi girişine ulaşıp hastaneye varmayı başardım.
Hastaneye vardığımdaki manzara tam bir katliam girişiminin acınası haliydi. Onlarca yaralı, her taraf kan-revan içinde, kollar, bacaklar, göğüsler, yüzler kurşun, şarapnel parçalarıyla darmadağınıktı. Hekiminden hemşiresine, teknisyeninden hizmetlisine kadar tüm sağlık çalışanları büyük bir soğukkanlılıkla yoğun bir çalışma temposu içindeydi.
Darbe olayının sosyal, siyasal vb. ayrıntıları, yıllardır ülkemin sürüklendiği bu kaotik ortamın nedenleri, çıkış yolları vb. durumlar sosyal bilimcilerin konusudur. Umarım “bizi okumuşların şerrinden koru” mantığı onların da bu alanda etkin olmasını daha fazla da engelleyici bir rol oynamaz.
Burada benim asıl üzerinde durmak istediğim bu olay sırasında ya da benzeri acil durumlarda iş kazaları ve meslek hastalıkları gerçekliği konuşulabilir mi? Konuşmalı mıyız? Örneğin benim gibi acilen hastanelere çağrılan onlarca, yüzlerce sağlık çalışanından iş kazası geçiren oldu mu? Madem iş kazası “çalışılan alanla ev arasındaki mesafede gerçekleşen olaylar”ı da kapsıyor, bu çağrıyla beraber insanlar kendi imkanları ile yola çıktıklarında iş kazası riskleri de var mıydı? Ben de dahil olmak üzere hepimiz “ramak kala iş kazası” durumuna maruz kalmadık mı? Bunları kayda alacak bir mekanizma var mı? Bu durumda kelle koltukta yola çıkmak zorunda olan hipertansif, diyabetik, kardiyak, astımlı ya da benim gibi 3 immünsupressif ile yaşamını devam ettiren kronik hastalıklılardaki akut alevlenmeler hangi kategoridedir? İşle ilgili hastalık, işin arttırdığı hastalık, meslek hastalığı kategorilerine girer mi?
Bu sorular o kadar fazla ki… O kadar yanıtsız ki… Ortalık toz-duman fırtınasına döndürülünce insani yaşam ve çalışma koşulları ile ilgili hiçbir “lüks” kalmıyor ortada. Çözümleniveriyor hemen her sorunlu durum kendiliğinden, konuşulmadan, tartışılmadan akla bile gelmesi engellenecek koşullar yaratılarak...
İş kazası, meslek hastalığı, çalışan sağlığı ve güvenliği gibi konuların üstü birer kalın ve de kaotik örtü ile örtülüyor. Yoksa bu olayların perde arkasında bu da olabilir mi? Bunları inceleyecek bir geleceğimiz olabilecek mi? Yoksa bu kadar çok soru soran bizler mi korunulması gereken okumuş şer odağıyız?
Ülkemde ne zaman sağlıklı, mantıklı, ölçülebilir, sorunların özgürce koşulup tartışılacağı bir aydınlığa kavuşacağız?
OHAL’de bunlar mümkün olabilir mi? (İA/HK)