Yolsuzluk soruşturması eksenindeki gündemimizin hızı baş döndürüyor. Kalkıyoruz operasyon, yatıyoruz görevden alınma. Basın toplantıları, kürsü konuşmalarını kovalıyor. Analizler çoğunlukla “iktidar mücadelesi” çerçevesini kullanıyor. Öte yandan yaşananlara, saadet zincirinin kopup, alacaklılarının kapıya dayanması olarak da bakılabilir. Böylece, iktidarın ekonomiyi düzeltip, özgürlüklerimize özgürlük kattığı ilk günlerini bırakıp nasıl olup da değiştiğine şaşıranlara cevap sağlanabilir.
Üretim olmadan, yeni gelen yatırımcıların parasıyla eski yatırımcılara ödeme yapılan bir sistemin ilelebet sürmesi imkansızdır. Böyle Ponzi tipi saadet zincirleri alacaklıların kapıyı çaldığı gün çöküverir. O gün herkes çok şaşırır çünkü masal ne de güzel başlamıştır. Halbuki görünen köy kılavuz istemez.
İktidar, vaatleri ve ilk icraatlarıyla AKP tipi muhafazakar-demokratlara karşı (olması beklenen) gruplarca dahi önemli ölçüde destek gördü. Tek ortak noktaları, ulusalcı cenaha karşı olmak olan farklı grupların desteğini kendinde buluşturmayı becerdi. Ancak ortaklarına vaat ettiği ekonomik ve sosyal yaşam değişimlerini gerçekleştiremedi. Ekonomide önü alınmaz bir cari açık, beklentileri epey aşan bir enflasyon ve sürekli bir kur-ne-olacak kaygısı hakim oldu. Sosyal yaşamda ise evde kimle oturduğumuzdan, ne içtiğimize kadar karışılan bir baskıcılık ve diğer yandan milli, dini şovenizmin her türlüsü ile giderek artan ölçüde karşılaşmaya başladık.
Vaatlerin hepsi birden yerine getirilemezdi. Yancı grupların talepleri birbiriyle çarpışıyordu. O pek övülen politikalar, temelden dönüşümle değil, eski dona yama şeklinde yapıldığından her an yırtılmaya açıktı. Sarsıntı, “hani ya benim payım” diyen bir grubun çıkmasını bekliyordu; en nihayet geldi. İşin özeti bu.
Ayrıntılar için Ponzi ve takipçilerine danışalım...
Saadete doyum olmaz
Türkiye, “Ponzi Oyunu” adını, “Titan Saadet Zinciri” ile duydu. Titan’ın danslı, balonlu partisinin görüntüleri akıllardan çıkacak gibi değil. Zincirin yöneticisi K. Şeranoğlu belli bir katılım ücreti mukabilinde üyelere yüksek kazançlar vaat ediyordu. Üyeler, zincire kattıkları her yeni üye ile birlikte kazançlarını arttırıyordu. Sisteme üye kazandırıldıkça piramidin tabanı genişliyor, tepedekiler arşa biraz daha yaklaşıyordu. Tabii ki bir üretime dayanmadan sonsuza kadar kazanmak mümkün olmadığından sistemin ömrü yeni girişlerin bitmesine kadardı.
Kurucu Kenan Şeranoğlu türlü gösterilerle zenginliğin ışıklarıyla göz kamaştırıyordu. Lüks yatlar, beş yıldızlı otellerde toplantılar, pahalı elbiseler... Ve ilk yatırımcılara göz dolduran kazançlar. Çünkü işe başlamanız için yeterli kişinin aklını almanız gerekir. Zaten yeterince kişiyi başta bağlarsanız hızınızı bulmanız neredeyse kaçınılmazdır. Kaçınılmaz olmasını Nimet Abla örneğinden görebiliriz. İnsanlar kazanan biletin Nimet’in büfesinden çıkacağına ne kadar çok inanırsa, biletin o büfeden çıkma ihtimali o kadar yükselir. En uç durumda herkes biletini oradan alır ve kazanan bilet kesinlikle Nimet Abla’dan çıkar.
Enflasyonu düşüreceğinize, sıkı para politikası uygulayacağınıza insanları inandırabilirseniz ekonomi buna göre pozisyon alacağından bu politikayı uygulamasanız bile politikanın sonuçlarına ulaşırsınız. Veya doların değer kaybedeceğine dair bir kanı hakim olursa herkes elindeki dolardan kurtulmak isteyeceğinden, kurun düşeceği yoksa bile düşer. Tabii nereye kadar?
Taşıma-su bankerleri
Titan’ın altta-kalanın-canı-çıksınla işleyen zinciri, risk sevenleri hızla kendine çekmişti. Türkiye, bu yönteme çok yabancı değildi. Kastelli adı ile anılan “bankerler skandalı”, seksenlerin başında ülkeyi sallamıştı. Enflasyonun 40’lı rakamlarda olduğu bir ortamda yüzde 15 civarında faiz vaat eden bankerlerin büyüsüne herkes kapılmıştı. Bunun olanaksızlığından bahsedenler yükselen ekonomiyi karalamakla suçlanıyordu. Sonunda anlaşıldı ki bankerler kendilerine para yatıranlara söz verdikleri yüksek kazançları, sonradan gelenlerin hesabından alarak ödüyordu. Üçüncünün parası ikinciye, ikincinin parası birinciye... Ama illa ki bankere. Tepeye akıyordu sular. Ama sonunda karşılıklar yetişmeyince Kastelli’yi ara ki bulasın...
Ponzi oyunu doğası gereği batmaya mahkumdur. Hiçbir şey üretmeden sadece Ali’ninkini Veli’ye, Veli’ninkini Mehmet’e aktarırsanız Veli’yi deli edersiniz. Mesela ekonomiye yurtdışından sıcacık dolarlar getirir, harcamaları arttırır, sermayeyi memnun edebilirsiniz. Bu bolluk içinde ekonominin kazandığı hızı katma değeri yüksek üretim süreçlerine, eğitime, gelişime ayırmazsanız ne yaparsınız? Elde kalan tek seçenek yeni taraftar toplamaktır. Onlardan gelen desteği ilk destekçilerinize karşılık olarak verirsiniz. Borsayı inşaata, inşaatı bankaya, bankayı telefona bağlarsınız. Kapalı devre ekonomi. İspanya, Portekiz'in balonu böyle şişirildi, sonunda dayanamayan balon patladı mesela.
Bunun dışında ne yapılır? İlla maddi kazanç sağlamak zorunda değilsiniz. Mesela ucuz işçi tezgahı kurarsınız. Sigorta, güvence gibi masarifleri azaltırsınız. Yarı zamanlı, esnek saatler ayarlarsınız.
Gene yetmez... Herkesi kendinize çekmek istiyorsunuz. Ama herkese yetecek bir üretiminiz yok. Biraz da aynî ödeme yaparsınız. Dere olur, orman olur, park olur.
Her şeyin başı ikna
Bu yöntemin mucidi olmasa da en başarılı uygulayıcısı Charles Ponzi’dir. Uluslararası Posta Pulu arbitrajı yaptığını söyleyerek yatırımcılarına 90 günde paralarını ikiye katlamayı vaat eden Ponzi, 1920 Amerikasında bugünün değeriyle on milyonlar değerinde bir dolar servetine birkaç ayda ulaşmıştı.
Gazetelerin pul arbitrajından böyle bir para kazanılamayacağını ispat etmelerine rağmen insanlar kendisine koşmuşlardı.
Ponzi öylesine ikna edicidir ki açılan hırsızlık davasında iki kez jüriyi suçsuzluğuna ikna etmişti. Cezaevine girmesi için üçüncü bir duruşma gerekmişti. Daha önce de hakkında suçlayıcı ifadeler kullanan gazeteci ve araştırmacılardan tazminatlar almışlığı bile var.
Bu ikna ediciliğe kanmamak gerçekten zor. Hele ki sanki para kazanılıyormuş gibi gözükünce. O yüzden “başta iyiydi, sonra çok bozdu” diyenlere şaşırmamak, onlara kızmamak gerekir.
Ekonomiden başka sosyal yaşamda da iktidarın ilk yıllarda ne kadar övüldüğünü hatırlıyoruz. Muhafazakarların desteği zaten cepte.
Peki geri kalanı ne yapacağız?
Kimi ikna ederiz bakalım. Ortada vurun abalıya diye koşan Kemalist karşıtı koca bir güruh var. “Vesayet” ortak düşmanları.
O zaman, vesayet kurumlarını elinde tutanları gönderirsiniz. Hatta hapse atarsınız. Mesela liberaller yatırımlarının karşılığını bir parça alır, mutlu olurlar. Ama esas ilk yatırımcı muhafazakar gruplar kazanır. Çünkü vesayetin koyduğu kurum aynı haşmetle ortada kalır ve artık ekip onlarındır. Tabii bunların memnuniyetini sürekli yüksek tutmak gerek. Ama para döndürerek ekmek pişirilmediği gibi pazarlıkla özgürlük de olmuyor. Süreçler başlıyor tıkanmaya.
Ekonomik çıkarları çatışan gruplar, sosyal yaşamda da çatışıyor. Hem de kelimenin tam anlamıyla. Birçoğu için bu çatışma “benim özgürlüğüm senin özgürlüğünü döver (hatta ağzını burnunu kırar)” şeklinde sürüyor. Böyle bir ortamda tüm tarafları memnun etmek mümkün değil. Hele ki hak tüccarlığıyla kesinlikle imkansız.
İlk başta özgürlükler dağıtan bu oyunun dağılacağı belliydi. Oyun, Ponzi’ninkiyle aynıydı. Üretim yok, temel yok, ondan buna, ötekinden berikine pazarlıktan başka bir şey yok. Şimdi ortalık karışınca tüm özgürlükler karardı. Hoş, zaten yoktular. Açılım var koşun dediler, KCK’nin mahkemesi hala sürüyor. Hoşgörü var, gel vatandaş dediler, aşure yediğimizle kaldık. Darbeciler gitti, kara gözüktü dediler, YÖK yerinde taş gibi, özel mahkemeler, işkenceler, toplantı yasakları kesilmiyor.
Özgürlükler, bir insan hakkı olarak tümden ve koşulsuz ele alınmadıkça tüm siyaset bir saadet zincirinden öteye geçemez. Aynen ekonomi temelden ele alınmayıp, imkanların eşit dağılımına dayanmadıkça olduğu gibi.
Şimdi alacaklılar kapıda. Borçlarını toplayıp toplayamayacaklarını bilemiyoruz. Ama piramidi taşıyan en alttaki tuğlaların en büyük zararı görecekleri kesin. Tepeye çıkarken üstümüze bastılar; düşerken de betondan korunmak için kullanma derdindeler. (BT/HK)