Bianet yayın yönetmeni Haluk Kalafat Gezi Direnişi sırasında hem alanlarda hem de direnişin yazınsal kısmında bilfiil aktif olanların deneyimlerini ve anılarını toparlama ve aktarma fikrini ilk kez dile getirdiğinde müthiş heyecanlanmıştım.
Şimdi bu projenin hayata geçiyor olması hem bireysel anlamda mutluluk hem de direnişin tüm bileşenleri açısından yeni bir paylaşım sahası ve birliktelik müjdeliyor. Üstüne üstlük iktidar ve onunla bütünleşik medya odakları tarafından uzun süredir yürütülen Gezi direnişini itibarsızlaştırma, karalama ve kriminalleştirme operasyonlarına “içeriden” samimi ve her biri kendi içinde biricik cevaplar üretme potansiyelini açığa çıkarıyor.
Başka bir mekânsallığın ve zamansallığın içinde
Klavye başına oturduğumda Gezi günlerinin üzerinden çok geçmemesine rağmen tarihleri net olarak anımsamadığımı fark ettim önce; dolayısıyla ilk günler dışında direnişin diğer günlerine dair “nokta atış” tarihler vermem galiba imkânsıza yakın. Sonrasında bu mütereddit halimi eş dostla paylaştığımda meydandaki diğer aktivistlerin de aynı ruh hali içinde olduğunu öğrendim. Dolayısıyla bu kişisel olmanın ötesinde Gezi direnişinin kolektif eylemlilik ve yaşam repertuarına dair bir şey demek ki.
Her şeyden önce Gezi direnişi boyunca hepimiz kendimizi başka bir zaman ve mekân tasavvuru içinde bulduk. Direnişte her saniye sanki uzayıp saate, saatler de genleşip yıllara dönüşüyordu. Çoğu zaman saate bakma gereksinimi duymadık; gözlerimizi yelkovanla akrebe çevirdiğimizde ise genellikle fark ettiğimiz sayıların birlikteliğine inanamadık.
Gezi’ye girmek için verilen kolektif mücadelede de parkın içinde yeni bir hayat kurulduğunda oradaki ritimde de aynısı geçerliydi. Polis saldırısından kaçıp tekrar meydana dönmeye gayret ederken ne çok zaman geçmiştir dediğimiz anlarda bir baktık ki azıcık oynamış yerinden saatler; mahcup bir misafir kıpırdanışı gibi…
Gezi’de ise öyle hızlı geçti ki kimi zaman takvimin değiştiğini bile telefonların ekranından öğrendik. Akıyordu hayat şarkılarla, sohbetlerle, herkesin bir işin ucundan tuttuğu dayanışma ile…
Sadece zaman anlayışımız değildi metamorfoz geçiren; mekân algımız da dönüştü. Koca Taksim Meydanı ve Beyoğlu’nun sık sık geçtiğimiz arka sokakları adeta yeniden inşa edildi; keşfedildi. Kafelerini, barlarını, kitapçılarını ezbere bildiğimiz sokaklar ya da çoğu kez transit geçtiğimiz meydan artık “gezmelerin” değil direnişin ve yardımlaşmanın mekânıydı. Beyoğlu’nda birçok hana ilk kez gaz bombalarından ve plastik mermilerden sığınmak amacıyla ziyaretçi olduk; elimizde çiçekler, tatlılar değil solüsyonlar, sirkeler vardı ama olsun… Misafirperver tarihi binalar kusurumuza bakmadılar
İstanbul Siyasal Gezi’de
Gezi direnişinin ilk günü aslında parktaki çadırlara saldırıldığı sabahın öğleni ve gecesiydi bizler için. Bütün gün aralıklarla farklı gruplar ile bir araya gelip şimdi Gezi parkında ne yapabiliriz, yeni bir saldırıyı nasıl önleyebiliriz sorusuna cevap aradık hep birlikte.
30 Mayıs günü İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde bir grup akademisyenle beraber öğrencilerimize çağrı yaptık; amacımız öğrencilerimizin ve idari personelimizin katılımı ile Gezi parkına gidip, parkta çadır kuran arkadaşlarımıza destek vermekti. Akşamüstü merkez kampüste fakültenin önünde sevgili dostum ve meslektaşım Hakan Güneş’in elleri ile hazırladığı “Beyazıt Meydanı’ndan Taksim Meydanı’na Selam Olsun: İstanbul Üniversitesi SBF Öğretim Üyeleri, Öğrencileri ve Çalışanları Gezi Parkı Nöbetinde!” pankartı arkasında bir araya geldik. Pankart Gezi’nin rengarenk ruhunu temsil ediyordu.
Fakülte önünde neden Gezi parkında çadır kuran aktivistleri desteklediğimizi küçücük birer konuşma ile duyurduk. Sonrasında artık yollardaydık; suyumuzu, azığımızı tedarik ettik; otobüslerle Taksim’e en yakın noktaya attık kendimizi. Taksim tramvay durağından parka sloganlarla yürüdük; yanımızda her dakika sayıları artan, heyecan taşan gözbebekleri ve mücadele dolu kalpleri ile öğrencilerimiz… Hiç tereddüt etmeden bizimle meydana selam verip Gezi’nin merdivenlerini çıktılar. Parka girdiğimizde, destek için gelen tüm gruplar gibi biz de alkışlarla ve sloganlarla karşılandık. Sanki her katılım ile Taksim’in göklerini inleten ve gelecek günlerde şahit olunacak direnişin ruhunu üfleyen bir iklim esiyordu. Megafon elimdeyken söylediklerim şimdi öylesine flu ki; sadece nice bedellerin ödendiği Beyazıt meydanından 1 Mayıs meydanına desteğe geldik kısmını hatırlıyorum. Benden sonra ilk defa saha tecrübesi yaşayan bir öğrencimize uzattık megafonu; onun şaşkınlık, heyecan ve inanca bulanmış samimiyetine tanık olduk. Dostluğun ve dayanışmanın akademi sınırlarını aştığı bir atmosferdeydik hepimiz. Hoca olarak değil sadece, öğrencilerimin sevdiği bir arkadaş kimliğimle de gururluydum. Sonrasında öğrencilerimizle kendimize çoktan kalabalıklaşmış parkın içinde yer bulup sohbete daldık… Sigaramızı, suyumuzu, sözcüklerimizi ağaç gölgesinde paylaştık. A
rdından müthiş bir gümbürtü koptu; hani devrim olmuştu da beklenen devrimci parti korteji geliyor gibiydi Gezi’ye. Sonra baktık ki gelenler ne partili ne sendikalı; ÇARŞI Gezi’ye omuz vermeye geliyor. Dakikalarca alkış ve coşku ile ÇARŞI’yı seyre daldık. İtiraf ediyorum ilk kez böyle bir hayranlıkla bir taraftar grubunu izledim; mücadele boyunca bu hayranlık her an daha da büyüdü; genişledi.
Gezi’ye yerleştikten sonra yıllardır görmediğim arkadaşlarımla parkın bir köşesinde hararetli bir şekilde ne olacağına dair tartışırken buldum kendimi. Çoğunluk yeni bir polis müdahalesi bekliyordu. Gece saatler ilerledikçe desteğe gelenlerin hem sayısı hem de parkın enerjisi yükseldi. Kürsüden yapılan konuşmalara, şarkılar, sloganlar eşlik etti; hepimizin yüreğinde aynı duygu vardı sanki; 1 Mayıs 2013 Taksim’de gecikmeli olarak kutlanıyordu. Hükümetin meydanları kendi iktidarının mevzisi olarak gören dayatmacılığına karşı binbir renk afiş ve flama ile Gezi’de kocaman bir ruh idik. Direnişe damgasına vuracak mizah çoktan Gezi parkına gülümseyen konfentilerini, alaydan balonlarını, yaratıcılıktan maytaplarını getirmişti. Hepimiz özgürlükten, hepimiz ekolojiden, hepimiz çokseslilikten yanaydık. Gezi’den ayrıldığımda saat sabaha karşı üç civarıydı ve ne yalan söyleyeyim oradaki müthiş coşkuyu ceplerime doldurup eve giderken parka birkaç saat sonra müdahale edileceğini aklımdan dahi geçirmemiştim. Sabah uykulu gözlerle telefondan haberi aldığımda nasıl kalktığımı ve yola nasıl çıktığımı anımsamıyorum bile.
Ve Büyük direniş başlıyor
31 Mayıs günü bırakın kişisel tarihimizi yakın geçmişin en görkemli direniş tarihiydi. Kabataş’ın sırtlarından –ki gaz kokusu Kabataş sokaklarını çoktan sarmıştı- Gümüşsuyu’na ulaştığımızda polisin acımasız ve insafsız müdahalesi ile yüz yüze geldik. Yapılacak tek şey, şehrimizi ne kadar iyi biliyoruz yarışmasında polisin bir adım ötesine geçmekti. Arka sokaklardan Cihangir üzerinden Kazancı’dan çıkmaya çalıştık fakat yukarından aşağıya sürekli biber gazı bulutları geliyordu. Sonrasında Alman Hastanesi arkasından Sıraselviler’e çıktığımda müthiş bir kalabalığın toplandığını gördüm ve onlarla birlikte meydanı zorlamaya başladım. Beraber çıktığımız arkadaşların birçoğu başka adreslerden meydana ve Gezi’ye ulaşmak için yeni yollar arıyordu. Kaç saat geçti bilmiyorum ama geri adım atmaksızın mücadele etmeye devam ettik bir ara gaz bombaları o kadar sıklaştı ki Alman Hastanesi de etkilendi. Aralardan Parmakkapı’ya bağlanmak isterken bir ara Ahmet İnsel ile karşılaştık. Nasıl mutluluktu hal hatır sorma o hengâmede anlatamam. Akabinde ara sokaklardan üzerimize biber gazı bombaları yağdı. Bir oraya bir buraya kaçışırken herkes olabildiğince birbirine yardım ediyordu. Bu esnada olabildiğince sosyal medyanın imkânlarını kullanarak haberleşmeye ve denebilecek yolları haber vermeye çalışıyorduk.
Akşam saatlerine doğru İstiklâl caddesine ulaşmayı başardık ve oradaki muhteşem kitleye dâhil olduk. Beyoğlu bilmiyorum daha önce bu denli bir muhalefet dalgası görmüş müydü ama ben bunca yıllık kişisel mücadele tarihimde böyle bir çeşitliliğe ve kalabalığa daha önce tanık olmamıştım. Onlarca kez meydana bir gövde olup yüklendik ve her seferinde tazyikli su ve biber gazı ile püskürtüldük. Fakat hiç kimse vazgeçmiyordu aksine kitle saatler geçtikçe büyüyor; öfkesi artıyor; azmi perçinleniyordu. Polis ses bombalarıyla Taksim’e gözdağı vermek isterken, kitlenin kepenklere vurarak çıkardığı ses muazzamdı ve biz korkmuyoruz asıl siz azmimizi ve dayanışmamızı görün ve çekilin diyordu.
Öğrencilerimle kaç kez haberleştim; karşılaştım hatırlamıyorum ama bu karşılaşmaların her biri başka bir hikâye olarak belleğimin sayfalarına yazıldı. Nasılsınız hocam, şurada müdahale arttı, burada yaralımız var, falanca yere sığındık mesajlarının ardı arkası kesilmedi. Telefonuma düşen mesajların bir kısmında öğrencilerim için çok endişelendim; bir kısmında çok meraklandım ama istisnasız hepsinde aramızdaki hoca-öğrenci ilişkisini aşan dostluğu gördükçe mutlu oldum. Gece yarısına doğru artık gazdan perişan olduğum bir an yine öğrencilerim koştu yardıma; bir ara sokak başında yerde otururken buldular beni... Talcid’li solüsyon ve suyum tükenmişti; ellerinde olanları esirgemediler.
Takvim 1 Haziran’a dönmüştü ki iki öğrencime rastladım Ayhan Işık sokakta; daha birinci sınıf öğrenciymişler bana söylemeseler bilmeyecektim bile siyasallı olduklarını. Aralarından biri çalan telefonunu uzattı ve “hocam ne olur anneme ben hocalarıyım iyiler der misiniz bana inanmıyorlar da” dedi. Karşımda endişeli bir ses, kızının ismini sayıklıyor; dedim ki “ben hocalarıyım güvendeler, iyiler”… “Hocam söyleyin yurda dönsünler” diye haykırdı anneleri; siz gurur duyun evladınızla ve merak etmeyin diyebildim ancak. Sonrasında didaktik bir cüppe giyip “hocalık” yapmak istedim hadi gidin diye ama o iklimde bunu söyleyecek hakkı bulamadım kendimde. Hep tecrübe ettiklerime bakınca hoca değil talebeydim ben ve bu öğrenciliğin keyfi hiçbir kurumsal kimliğe sığmazdı.
1 Haziran birgün öncesinin kopyasıydı ta ki Gezi parkına girene kadar. Ancak biraz öncesinden bahsetmezsem eksik kalacak birçok şey. Yoğun polis ablukası altında 1 Haziran günü TMMOB’a attık kendimizi.
TMMOB bir koordinasyon merkezi gibi işliyordu. Her yönden akan bilgileri teyit etmeye ve eğer doğrulatabildiysek kendi hesaplarımızdan duyurmaya çalıştık. 15:00’te basın açıklaması için Gezi’ye ulaşmak amacıyla sokaklara çıktığımızda polis saldırısı ile geri püskürtüldük önce. TMMOB’da bacağına kapsül isabet etmiş bir direnişçiyi içeri taşıdık; kanaması vardı. İlk müdahale TMMOB’da revire dönüştürülen bir odada gerçekleştirildi. Sonrasında polis TMMOB’a girmek için indirilmiş kepenklere yüklendi; barikat kuruldu; içeride endişeli bir atmosfer vardı.
Tekrar sokağa çıktığımızda polisin geri çekildiği haberini aldık artık istikamet doğru Gezi Parkıydı. Meydana çıkıştaki coşkumuzu sözcüklere sığdırmak oldukça güç. Ancak Gezi’nin merdivenlerinde bir kez daha gaza boğulmamız ile coşku yerini panik havasına bıraktı. Meydana kitle girdiğinde iki gündür yaşadığı şiddetten öylesine dolmuştu ki herkes polise tepkisini göstermekte tereddüt etmedi. Polisin buna gaz bombaları ile karşılık vermesi üzerine epey bir süre Gezi parkı içinde nefessiz kaldık. Ancak kolluk kuvvetleri tamamen çekildikten sonra biraz olsun soluk alabildik. Meydan, Gezi Parkı ve İstiklal Caddesinin ara sokakları 1 Haziran akşamı bir festival yerine dönüşmüştü. Sloganlar ve şarkılar Beyoğlu’nu kocaman bir tribüne çevirmişti ve her meşrepten taraftarı olan Gezi direnişçileri zaferi kutluyordu.
Gezi’de bir kuşak doğuyor
Gezi parkına yeniden girdiğimiz 1 Haziran sonrasında yaşananları herhalde bir başka yazıya bırakmak en iyisi. Ancak şu kadarını söyleyebilirim; Gezi’deki SBF forumundan Bostan’a, kütüphaneden müştereklerin çadır önüne ayrı bir macera yaşadık; yeni bir yaşamın pırıltısını hepberaber keşfettik. Parkta gerçekleştirdiğimiz Gezi Anfisi ise yeni öğrencilerimizden mezunlara kadar geniş bir kitleyi bir araya getirdi. Hepimiz anladık ki Gezi Parkı direnişinde ve Gezi komününde bir kuşak doğdu. Bu kuşak sadece 90 doğumlular da değil; orada bu tarihi yazan her yaştan insan arasında güçlü, içten ve kopmaz bağlar oluştu. Bizi daha özgür ve daha demokratik bir geleceğe taşıyacak olan işte bu bağlar. (GGÖ/HK)