“Gözyaşını içine olsun sızdıran olmadı mı? Acaba o kadar mı nasırlandı ruhlar?”
Nurettin Topçu, Fikir ve San'atta Hareket dergisi
Darbe Otpor Melih Gökçek, Cemil Çicek ve Arkadaşları başlıklı yazımızda 3 Şubat 1970’de yayımlanmaya başlayan “Milli Dava Mecmuası” “Yeniden Milli Mücadele”nin iki-iki buçuk yıllık faaliyetini özetleyip Melih Gökçek, Cemil Çiçek ve arkadaşlarının gençlik günlerine döndük. “Dün”lerine bakıp “bugün”lerini anlamaya, “neyin kafası?” sorusuna cevap aramaya çalıştık. “Bu “komplocu” ekibi/zihniyeti psikolojik, psikiyatrik ve psikopolitik açıdan irdelemek ve anlamak için gençliklerini analiz etmek yetmez, çocukluk mümkünse bebekliklerine kadar gitmek gerekir” diyen dostlarımız oldu.
Evet… Milliyetçi-mukaddesatçı kesimleri “kominizm”e karşı paramiliter çeteler halinde örgütlemeye yönelik kontrgerilla faaliyetleri “Soğuk Savaş” yıllarına, 1948’de Zonguldak’ta Komünizmle Mücadele Derneği’nin kuruluş başvurusunun yapılmasına kadar götürülebilir. Öncesi de vardır. “Uzun yazıyorsun.” diyenlere kulak verip mümkün mertebe kısa keseceğim.
Komünizmle Mücadele Derneği’nin Türkiye İşçi Partisi (TİP)’in kurulup hatırı sayılır bir teveccühle karşılanmasına müteakip, 1963 yılında, faaliyete geçmesi paramiliter çete faaliyetlerinin dönüm noktası olur. 10 Ekim 1965 Seçimleri’nde kazandığı 14 milletvekili ile Meclis’i ve memleketi silkeleyen TİP’e karşı mücadelesinin dozunu artıran Komünizmle Mücadele Derneği, Toprak Dergisi sahibi İlhan Darendelioğlu’nun genel başkanlığında hızla yaygınlaşır; 1965’de 27 olan şube sayısı kısa sürede 110’a çıkar. Aynı dönemde Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) de üniversitelerde TİP’li gençlerin kurdukları Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) ve sonra Devrimci Gençlik Dernekleri Federasyonu (DEV-GENÇ)’in karşısına milliyetçi-mukaddesatçı bir gençlik teşkilatı olarak çıkarılır.
MTTB Ruhu
1946–1965 döneminde Kemalist, Sol-Kemalist düşüncelerin etkisinde bir yapı iken 12 Mart 1965’te Bursa’da gerçekleştirilen Genel Kongre’de milliyetçi-mukaddesatçı işbirliği sonucu milliyetçi Rasim Cinisli’nin başkan seçilmesiyle etkili bir anti-komünist odak haline gelen MTTB, 1965-68 döneminde başta yükselen devrimci gençlik hareketi olmak üzere toplumsal muhalefete karşı paramiliter bir güç olarak faaliyet yürütür.
Dünyada ve Türkiye’de toplumsal muhalefetin doruk noktasına ulaştığı yıl olan 1968, MTTB’nin de “Şahlanış Yılı”dır: 3 Mart 1968’de İstanbul’da komünizme karşı “1. Şahlanış Mitingi”ni düzenleyen MTTB, “2. Şahlanış Mitingi”ni 30 Mart 1968’de Ankara’da organize eder. 3 Ağustos 1968’de İstanbul-Beyazıt Meydanı’nda MTTB’nin düzenlediği, 25 milliyetçi kuruluşun katıldığı anti-komünist mitingde konuşan MTTB Genel Başkanı İsmail Kahraman, durum-vaziyeti özetler: “Komünizme zemin hazırlayanlara yeter ve dur deme zamanı gelip geçmektedir.” (Kahraman’dan yukarıda bahsetmiştim. Bkz)
Şahlanan MTTB’nin Başkanı Kahraman’ın ağzından verdiği mesaj açıktır: Millet ve milletin evlatları “koministlere” bizzat “yeter ve dur” diyecektir. Ve derler de…
“MTTB Ruhu” Vücud Buluyor: Kanlı Pazar
Ankara, İzmir, Trabzon ve İstanbul’da Amerika Birleşik Devletleri (ABD) 6. Filosu’nun İstanbul'a gelişini protesto eden gösterilerin ardından, öğrenci ve işçi örgütleri 16 Şubat 1969’da İstanbul'da ABD emperyalizmine karşı büyük bir yürüyüş ve miting yapma kararı alırlar.
76 gençlik örgütü ve işçi sendikaları miting için Valilik’ten gereken izni alıp hazırlıklara başlarlarken Komünizmle Mücadele Derneği ve MTTB de 14 Şubat 1969’da Cuma namazından sonra “Bayrağa Saygı” mitingi düzenler. Komünistlere karşı savaş ilan edilen mitingde halka iki gün sonra düzenlenecek 6. Filo’yu Protesto Yürüyüşü’nde komünistlere gereken dersi vermek üzere toplanma çağrısı yapılır.
16 Şubat günü, devrimciler Taksim’e yürüyüşe geçmek üzere Beyazıt’ta toplanırlarken, MTTB ve Komünizmle Mücadele Derneği’nin çağrısına uyan gruplar da Taksim Meydanı’nda birikirler; kıldıkları namazın ardından polisin gözü önünde taşlı, sopalı, bıçaklı bir biçimde “koministleri” beklemeye koyulurlar ve Taksim Meydanı’na ulaşan devrimcilere polisin nezaretinde sopa, taş ve bıçaklarla saldırırlar; Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan hayatını kaybeder; yüzlerce devrimci yaralanır.
“Hareket Ruhu” MTTB Ruhu’na Karşı
Tarihe “Kanlı Pazar” olarak geçen bu olaydan sonra siyasal şiddet ivme kazanır. Olayın en önemli siyasi sonuçlarından biri de din, iman, Allah, kitap, bayrak gibi kutsallar adına, bu kutsalların arkasına saklanıp cinayetler işleyen “Sözde” Müslümanlarla “Özde” Müslümanlar arasındaki farkı kesin ve keskin bir biçimde ortaya koymasıdır.
MTTB, Komünizmle Mücadele Derneği gibi yapılarda cisimleşen Müslümanlık anlayışına karşı ideolojik politik mücadele veren Nurettin Topçu ve dava arkadaşları, yayınladıkları “Fikir ve San’atta Hareket” mecmuasının Mart 1969 tarihli 39. Sayısında sahife 4-6’da “Kin ile Din Birleşemez” başlıklı başyazıda bu kesin ve keskin farkı net ve sert bir biçimde ortaya koyarlar:
16 Şubat günü Taksim Meydanı’nda meydana gelen facia bir tarihî matemi hatırlattı. Yarım asır evvel 16 Mart günü İstanbul’u işgal eden İngilizler Şehzadebaşı Karakolu’nu basarak oradaki Türk askerlerini süngülediler. O zaman Batı barbarlığının liderliğini yapan İngilizlerin arkasında zaferi kazandıran Amerika’nın donanması ilerliyordu. Elli yıl sonra Amerikan donanması, Boğaz’da şerefe kadeh kaldıran sarhoşların narası çalkanırken, kendi şevket ve saltanatlarının, kahrolası saltanatlarının devamı için, Müslüman Türk çocuklarının birbirlerini boğazladıklarını seyretti. Hâdisenin sebebi aşikâr: Amerika komünizme düşmandır; komünizm de Müslümanlığa düşman olduğu için Amerika’yı desteklemek her Müslümanın üzerine vaciptir; bu belki de bir cihaddır. Desteklemek için ne lazımsa yapılır. Gayeye varmak için adam öldürmek caiz olur; hele öldürülen komünist ise.
Pek güzel mantık doğrusu, hem de İsagocya mantığı. Aristo da işitmiş olsaydı hayran olurdu. Şüphe yok ki üç yüz yıldan beri İslâm uluları denenler buna benzer bol bol fetvalar çıkarmışlardı. Biz, İslâm âleminin bütün sefaletler mahşeri olan bugünkü haline sebep olarak, asırlardır din adına yapılan zulüm ve zilletleri görmekte haklı olduğumuza inanıyoruz.
(…)
Taksim Meydanı faciasını dosdoğru değerlendirmek için örnek olarak büyük peygamberin hayatından örnek almamız lâzım geliyor. O, daha İslâm'ın ilk yayılışlarında, kendisine ve ümmetine eza-cefa edenlere beddua bile etmeyip yalnız rahmet için gönderildiğini söylememiş miydi? Din kardeşlerinin birbirlerini öldürmesi İslam’da var mıdır? Allah’ın emirlerini böylesine pervasızca çiğnedikten sonra yine de kendilerinin Müslüman olduklarına inanmalarının sebebi sakallı, salavatlı ve hacı oldukları mıdır? Onlar böyle bir vehimle kendilerini avutacak yerde Kuran'ın ruhuna nüfuz etmeye çalışsınlar, Peygamberin şahsiyetini biraz daha yakından tanımaya gayret etsinler, o zaman yaptıklarından ve kendilerinden iğreneceklerdir. Cihad, din kardeşlerini öldürmek midir? Acaba asıl Cihad insan öldürmek midir? Evvelâ nefislerini öldürsünler. İslâm dinini kendi nefisleri ile hırsları için böyle şuursuzca âlet yaparak, Amerikan donanmasına yaranırcasına savaşmak Cihad ise, İslâmiyet gelmeden önce insanlar en şiddetli en barbar savaşları yapıyorlardı. Öyle olsaydı İslâm’ın gelmesine ne hacet vardı?
(…)
Üç yüz yıldan bu yana kavuklu, taylesanlı zulüm ve riyâ tellâlı din adamlarının kahrı ile bugünkü hale düştük.
Bıçaklayıp yere vurdukları insanlar Müslüman değilmiş. Nereden biliyorlar? Sözlerinden kıyafetlerinden ve davranışlarından olacak. Eğer bunu, kendilerinin Müslüman olduğunu bildikleri gibi biliyorlarsa, bu bilgileri acınacak şeydir. Zira böyle bir hükme ulaşabilmek için onların ne hüviyetleri, ne ilimleri, ne de ahlâkları yeterli değildir. Bunu Allah’a bıraksınlar, Peygambere danışsınlar.
(…)
Kendilerinin ne olduğunu bilmeyenlerin başkaları hakkında hüküm yürütmesi haddini bilmezlik değil midir?
(….)
İstikbal hakkında hüküm verirken «Şu veya bu zihniyete bağlandılar» diye binlerce Türk gencinin şimdi kanını içmek istercesine üzerlerine saldıranlar da aynı hatanın içindedirler. Onlar acaba kanlı günün akşamında rahatça uyuyabildiler mi? Yarınki İslamiyet’i bu mukaddes topraklarda katlettiklerini hiç düşünmediler mi? Gözyaşını içine olsun sızdıran olmadı mı? Acaba o kadar mı nasırlandı ruhlar?
(…)
Din adına kin ve bıçak kullananlar ne yapmak istediler? Bütün din düşmanlarını yok etmek mi? Eğer dinin gayesi bu olsaydı Allah din göndereceğine Peygamberlerine silâh ve atom gönderirdi. Allah’ın emaneti olan insanları öldürmek Allah’ın hakkına tecavüzden başka bir şey değildir. Bunlar Türk milletinden ne kadarını öldürerek din ile milleti kurtarmak istemektedirler?
(…)
Acaba ellerinden gelse kendilerinin dışında kalan bütün insanları öldürmek mi isteyecekler? Mantık gözüyle öyle düşündüklerini kabul etmek lâzım geliyor. Böyle olunca da İslam’dan evvelki barbarlığa dönmüşler demektir. Ancak bilsinler ki İslâm, bu vahşetten, bu barbarlıktan insanlığı kurtarmak için gönderilmişti. Kendilerini, gerçek iman karşısında iman ve ahlâk açısından olduğu kadar, mantık gözüyle de böyle düşük ve gülünç hale sokan şey, onların, İslâm kültürüne olduğu kadar İslam’ın ruhuna da sahip olmayışlarıdır. O büyük ruhu onlardan çalanlar, İslâm adına, İslâm’ın tam tersi bir barbarlığı onlara aşılayanlar, kendilerine önderlik yaparak cehaletle taassubun, menfaatle nefsaniyetin timsali mülevves varlıklardır. Dinî denen neşriyat İslâm binasına içinden vurulan baltalardır, bunu bilsinler. Dinci gazeteler, düşünen ve seven ruhları her gün Müslümanlıktan soğutarak uzaklaştıran menfaat ve tezvir vasıtalarıdır.
(…)
İslâm liderleri denenler Müslümanları daha fazla soyabilmek için her gün bir zümreyi öbürünün üzerine saldırtmaktadır. Müslümanlık bunlarda kumardan şöhrete kadar çeşitli hırsların âleti olmuştur. Hepsini birlikte perde arkasından idare edenlerin muhasebesini yapmakta tarih güçlük çekmeyecektir.
(…)
Son olaylarda yalnız Müslüman olan zümreyi muhakeme ederek suçlandırmamız, İslâm’ın açtığı bu tek hakikat çığırını onların çiğnemiş olmalarındandır. Müslümanların karşısında bulunanların şaşkın ve sapık olduklarını biliyoruz. Müslümanların görevi onları ezmek değil, kurtarmak olacaktı. Görüyoruz ki, onlar henüz kendilerini kurtarmamışlardır ve İslâm adına saldırıları ile hakikat yolunu tıkamaktadırlar. Son olaylar, âlemşumul vc ebedî ruh kuvveti olan İslâm davasını bu topraklarda tam bir iflas noktasına götürecek kadar korkunçtur. İslam’a bu en büyük fenalığı yaptığı halde kendinin Müslüman olduğunu söyleyen cepheye dönerek diyoruz ki: «Müslümanlık bu değildir. Siz bu hareketinizle en şaşkın sapıkların safında yer almış bulunuyorsunuz. Her şeyden evvel İslam’ı bulunuz ve önce Allah’tan, sonra da kendilerine zulmettiğiniz, kardeşlerinizden af dileyiniz. Önce Allah’a sonra da onlara hizmet ediniz ve İslam’ı öğreniniz. Bunun için sevmeyi ve sevdirmeyi öğreniniz. Öldürmeyi her kaba ve hoyrat canlı biliyor.» Müslümanlığa karşı olanlara da şöyle diyeceğiz: “Karşınızdakiler Müslüman değildirler. Müslümanlığı, onlarınkinin tam aksi davranışlarda arayanız. Onları affedin ve hepinize birlikte affı ve kurtuluşu getirecek olan İslâm içinde birleşiniz.” Biz, onların hepsini ve bütün ruhları birlikte, aşk ve iman yoluyle zafere ulaştıracak Cihada hazırlanıyoruz.
MTTB Ruhu”na Yeni Vücudlar: “Yeniden Milli Mücadele”den AKP’ye
Nurettin Topçu ve dava arkadaşları gibi “Özde Müslümanlar”, “Sözde Müslümanlara” karşı ideolojik ve politik mücadelelerini sürdürürlerken MTTB’de tanışıp kaynaşan “Sözde Müslümanlar” da kendi bildikleri yolda yürürler. Geçen yazımızda konu ettiğimiz aralarında Melih Gökçek, Cemil Çiçek ve arkadaşlarının da olduğu en komplocuları “Yeniden Milli Mücadele”de bir araya gelirler.
MTTB yalnız bu “komplocu” ekibe kaynaklık etmekle kalmaz; bu “kutlu çatı”da, “irfan yuvası”nda tanışıp kaynaşan, hayatlarının her evresinde bir arada duran ve yeni yeni teşkilatlar kuran bu gençler arasında kimler kimler yoktur ki: Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, TBMM Başkanı Cemil Çiçek, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, Milli Eğitim Eski Bakanı, Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Hüseyin Çelik, Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, TBMM Eski Başkanı Mehmet Ali Şahin, Milli Eğitim Eski Bakanı Ömer Dinçer, İçişleri Eski Bakanı Abdülkadir Aksu ve adeta onları “yeniden” ve bir kez daha araya getiren MTTB başkanlarından, Refah-Yol Hükümeti’nin Kültür Bakanı, AKP'nin kuruluş toplantılarına ev sahipliği yapan, Parti’nin isim babası İsmail Kahraman ve daha birçok isim bu paramiliter teşkilatta yetişirler.
“MTTB Ruhu Yeniden Canlanıyor”
10 Mayıs 2009’da Sabah gazetesinde yayınlanan haberin başlığı bu… Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile birçok siyasetçi, bürokrat ve iş adamının üniversite yıllarında faaliyet gösterdiği 12 Eylül 1980’de kapatıldıktan sonra 2006’da tekrar kurulan MTTB’nin 2. Olağan Genel Kurulu'nu Eminönü Halk Eğitim Merkezi’nde topladığı haber veriliyor:
İçişleri Bakanı Prof. Dr. Beşir Atalay, eski Kültür Bakanlarından İsmail Kahraman, İstanbul Valisi Muammer Güler, AKPi Genel Başkan Yardımcısı Şükrü Ayala ile eski ve yeni MTTB’lilerin katıldığı Genel Kurul’da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Tayyip Erdoğan ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın kutlama telgrafları uzun süre alkışlanmış ve Genel Kurul’a Başbakan Erdoğan adına katıldığını belirten Beşir Atalay, “kutlu bir çatı” olarak tarif ettiği MTTB’nin Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi temsilcisi olduğunu gururla açıklamış.
Ve… Nostaljik bir ortamda gerçekleşen Genel Kurul’da “MTTB Ruhu Canlanmış”.
“MTTB Ruhu”na Karşı “Gezi Ruhu”
“MTTB Ruhu” Canlanmış..” Hiç ölmedi ki… Ve adeta bir şahısta vücut buldu:
“Türkiye’de bir, iki, üç dört kişi polise şiddet uygularken ölüyor…”
Bu memlekette başka ruhlar da var… Nurettin Topçu ve dava arkadaşlarının “Hareket” Ruhu” mesela:
“Gözyaşını içine olsun sızdıran olmadı mı? Acaba o kadar mı nasırlandı ruhlar?”
“Gezi Ruhu”, onların, “Kanlı Pazar”da düşenlerin acısını hissedip paylaşanların, ruhlarını şad etti; Ve “Onlar”ın: Mahir Çayan ve arkadaşlarının… Deniz Gezmiş ve Arkadaşlarının, İbrahim Kaypakkaya ve Arkadaşlarının, Terzi Fikri ve Arkadaşlarının… Terzi Zana ve Arkadaşlarının… Atatürk Kültür Merkezi’ne asılı “paçavralar” vardı ya…O “paçavra”lardakilerin… O “paçavralar” için düşenlerin…
Halel gelmesin… (MG/HK)