İstanbul’da geçirdiğim üç günde; sanat aracılığıyla ve gezdiğim sergiler sayesinde gitmediğim ülkelere gitmek ve tanışıklığım olmayan sanatçıların eserleriyle bir arada olmak çok güzeldi.
Yaşlandıkça özlemin lezzeti farklılaşıyor; bu yüzden biriktirilen özlemin bir kısmını ara ara tüketmek gerekiyor.
İşte bu yüzden kaçtım kızıma, İstanbul’a, hayata. Ne hoş bir tesadüf ki; İstanbul’da bir dolu güzelliğin sergilendiği günlere denk geldim. Süre kısa; zamanı ekonomik kullanmak lazım.
İlk ana durak: İstanbul Modern
İstanbul Maratonunun olduğu gün gittim İstanbul Modern’e. Yollar bomboş; arabalar saklanmış, insanlar da onları arıyor olmalı. Yolun ortasından denizi soluma alarak yürümek keyifti. Vardığımda ilkin o güzelim yeme-içme mekânının terasında yandan çarklı kahvemi ve denizi içtim. Biraz uzağımda demirlemiş gemiye binip gitmek istesem de sergi salonları arasındaki keşif ve keyif yolculuğu yapabildim sadece.
1.ara durak: “Çok Sesli”
İstanbul Modern’in 10. Yaşı kutlamaları kapsamında açılmış “Çok Sesli” Sergi. Broşüründe “İşitsel-görsel sanatlar arasındaki etkileşimlere işaret etmeyi ve bu alandaki güncel üretimlerden bir seçki sunmayı” hedefledikleri belirtiliyor.
Çelenk Bafra ve Levent Çalıkoğlu’nun küratörlüğünde hazırlanan sergide Semiha Berksoy, Burhan Doğançay, Sarkis, Hale Tenger, Fikret Atay, Ergin Çavuşoğlu, Cevdet Erek, Borga Kantürk, Servet Koçyiğit, Füsun Onur, Erinç Seymen, Merve Şendil, Vahit Tuna’nın çok anlamlı ve her biri izlenesi eserleri var. Ferhat Özgür’ün “Hallelujah” adlı video çalışması beni etkileyenlerden biri. Cohen’in bu şarkısını oldum olası severim ama bu kez şarkının fonu ve dahası söyleyeni dokunuyor yüreğime. Nevin Aladağ’ın “Üçlü Taksim Session”u anlatmam güç, izlenesi.
Hüseyin Çağlayan’ın “Üzgünüm Leyla” adlı –farklı- çalışması bana çok keyif verdi. Bu çalışma için ayrılan bölüme girdiğimde Sertap Erener –heykeli- karşıladı beni. Hemen ardında da –video- bir fasıl heyeti. Ve en arkadaki kocaman ekranda da fasıl heyeti eşliğinde “Üzgünüm Leyla” şarkısını bazen ağlak, bazen oynak havada ama hep güzel söyleyen –ve çalan saz heyeti- Sertap’a eşlik ediyorum hafiften: “her günüm leyla, her günüm leyla/ ayrılık, ayrılık, ayrılık/ mecnuna döndürdü beni/ dertliyim, dertliyim yürekten/ üzgünüm leyla...” Bu tür bir sergiyi anlatmak na- mümkün. İzlenmeli; hele ki üçlü yerleştirmeli eserler.
2.ara durak: “Geçmiş ve Gelecek"
İstanbul Modern’deki bu koleksiyon sergi kronolojik bir akışla hazırlanmış. Broşüründe “Türkiye’de üretilen modern ve çağdaş sanatın ilk günden bugüne geçirdiği dönüşüme referans verirken, geleceğin yaratıcı ifade alanlarının faydalanabileceği birikime de işaret ediyor. Kültürel ve sanatsal bir miras olarak geçmişe sahip çıkan ve şimdiki zamanın etkileşimleriyle geleceğe yön veren koleksiyonunun barındırdığı çeşitlilik” diye tanımlanan seçki çok zengin; 136 sanatçı ve 180 ürün. Gerçekten geçmiş ve gelecek arasındaki bilumum zenginlikler arasında gelip gidiyor insan sergiyi gezerken bir şekilde.
3.ara durak: “Biz De Varız”
İstanbul Modern, Türkiye Sinemasından ‘yeni filmler seçkisi’ hazırlamış; son iki yılda dahili ve harici kendinden söz ettiren ama seyirciye ulaşması bir şekilde engellenen filmlerden oluşan. Seçkideki “Mavi Dalga”, “Kusursuzlar” ve “Gözümün Nuru” filmlerini izlediğimden; “Ben O Değilim” ile “Balık”ı Ankara 20. Gezici Film Festivalinde izleyebileceğimden; “Nergis Hanım”, “Anarşik Armoni”, “Körler ve Jaluziler İçin”, “Bir Varmış, Bir Yokmuş”, “Böcek”, “Bergmanya’ya Yolculuk”, “Müslüm Babanın Evlatları” ile “Tepecik Hayal Okulu”nda kalıyor aklım. Zira bu filmleri izleyebilmem için 2-3 hafta İstanbul’da yaşamam gerek. Kısmet dedim; bir gün mutlaka dedim ve bu ara durakta hiç oyalanmadan –aslında- beni en çok heyecanlandıran sergiye yöneldim.
4.ara durak: ”Yüzyıllık Aşk”
Türk sinemasının 100. yıldönümüne ithaf etmiş 10 yaşındaki İstanbul Modern; “Yüzyıllık Aşk” sergisini. Daha sergi alanına girdiğiniz anda sizi sarmalıyor bu aşk! Nereden geldiğini bilmediğiniz o tanıdık ses “Şimdi uzaklardasın/ Gönül hicranla doldu/ Şimdi uzaklardasın/ Gönül hicranla doldu” diyerek destek oluyor; bu aşkın size sirayet etmesine.
Türkiye’de sinema 1914 yılında doğmuş. Yıl 2014. İşte 100 yaşındaki –güzelim- sinemamızın bu süreçteki öyküsünü, kilometre taşlarıyla anlatıyor, gösteriyor, dinletiyor, bellek tazeliyor; küratörlüğünü Gökhan Akçura ve Müge Turan’ın yaptığı ve seyirciyi odağına aldığı sergi.
Afişler, gazete ilanları, film broşürleri, dergiler, fenerler, posterler, plaklar, biletler, sinema sanatçılarına yazılan mektuplar, hayranların kişisel arşivleri de dahil seyircinin eli, gözü ve kulağıyla bellek tazelemesi, yenilemesi ya da yeni bilgiler eklemesi bir sergi geziyorum.
Kronoloji harika. Tek tek çekiyorum fotoğraflarını her bir ‘sinema yılı’na denk düşen olay ya da olguların yer aldığı plakaları; kendi kişisel arşivim için. Yeşilçam şarkılarına dair plaklardan seçip pikaba koyduğum şarkıyla birlikte o şarkının söylendiği filmin sahneleri geliyor perdeye. Ben, eski –cep büyüklüğündeki- bir sinema koltuğuna oturup izliyorum filmi. Sinema salonundan çıkarken bu kez pikaba Zeki Müren’in “Beklenen Şarkı” plağını yerleştiriyorum ve bu güzelim şarkıyı sergiyi gezen hiç tanımadığım insanlara hediye ediyorum.
Türkan Şoray ve Filiz Akın’a ayrılan köşelerde yer alan objeler ve belgeler etkiliyor beni. İkisinin hayranlarıyla yapılan uzun ropörtajları keyifle izliyorum videodan. Fotoğrafını çekmediğim bazı afişleri de belgelemek istiyorum kendim için. Bu amaçla mekânda ikinci turumu atıyorum hızla.
Çıkışta ben yaşlarda bir izleyiciyle sohbet ediyoruz sergi üzerine. “Buradan çıkıp Türker İnanoğlu Vakfı (TÜRVAK) Sinema-Tiyatro Müze ve Sanat Kitaplığına gitmeli izleyici. Ya da oradan çıkıp bu sergiye gelmeli”, diyorum ona. “Tamam, gideceğim ama şimdi değil” diyor. İkimiz de sergiye emeği geçenlerin kutsama konusunda hemfikiriz. İstanbul Modern Mağazasına girip 100 yıllık Aşk” sergi anısına bez torba alıyorum 5 Liraya ve 3 tane; Melek Sineması bileti basılmış üstüne arkalı önlü.
2.ana durak: Contemporary İst.
İstanbul seyahatimin İstanbul Sanat Haftasına denk gelmesi tamamen planlanmış tesadüftü(!) ve Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’ndaki “Contemporary İstanbul(Cİ)” Sergisini de gezebildim. Bu benim gezdiğim ilk “İC”ydi ve dört günlük serginin son günü olması nedeniyle çok –ne güzel ki- kalabalıktı ve eserleri ancak çok uzaktan görmek mümkündü. Giriş katını gezmek bile iki saatten fazla zaman aldı. Keşmekeş içinde fotoğraf çekmeye çalıştım; hiç değilse hani sonradan hatırlıyayım diye.
Cİ‘de çocuklar unutulmamıştı; onlar için açılan sanat atölyesinin önünden geçerken içerde yaptıklarını ebeveynlerine anlatan çocukları izledim uzaktan keyifle. Alt kattaki turumu hızlandırarak atmamın nedeni mekânda çok düşük olan hava kalitesiydi. Saraydan çıkıp karnımızı doyurmak üzere bir mekâna oturduğumuzda canlı canlı –pek- göremediğimiz eserleri fotoğraftan inceledik. Ve Cİ Sergisinden kendime çıkarttığım dersi de paylaşmalıyım; kısa süreli sergiler –mümkünse- açıldığı ilk gün, mutlaka mesai günlerinde ve illaki sabah saatlerinde gezilmeli.
3.ana durak: 2. İstanbul Tasarım Bienali
İlkini gezmekten duyduğun keyfi ikincisinde de alacağımı biliyordum; Galata Özel Rum İlköğretim Okulu’na giderken sabah saatlerinde. “Gelecek Artık Eskisi Gibi Değil” temalı bienalin ücretsiz olması daha geniş kitlelere açılması açısından önemli olduğunu düşünüyorum. İlkokul çocuklarının cıvıltıları arasında gezdim sergiyi. Sergi dışında film gösterimleri akademi programı atölye ve paneller, tasarım rotaları, yayın programı çocuk ve genç programları ve bir dizi paralel etkinlikle desteklenen bienalin küratörleri Zoe Ryan ve Meredith Carruthers idi.
Söz küratör Zoe Ryan’da. “Tasarım günlük yaşamımızın ayrılmaz bir parçası. Binalar, caddeler, eğitim, yemek ve sağlıktan, iletişim politika ve ekonomik sistemlere, tasarımın kapsadığı alan katlanarak büyümüş durumda. Bir icat ve yenilik devrindeyiz ama diğer yandan da şimdi zorlukların ve sorgulamanın zamanı. Paul Valery’nin 1937’de belirttiği gibi: ‘gelecek artık eskisi gibi değil’. Valery’nin sözleri neredeyse 80 yıl önceki kadar geçerli. Toplumsal ve siyasal huzursuzlukla birlikte hızlı bir değişimin yaşandığı bir dönemde bazı sorular giderek daha çok önem kazanıyor. Bugün gelecek nedir? Geleceği nasıl tanımlarız? Kim tanımlar? Ve belki de en önemlisi kimin geleceğinden bahsediyoruz?”
“Gelecek Artık Eskisi Gibi Değil”
Ryan devam ediyor temayı açıklamaya. “Benzer bir dönüşümün ve karmaşanın yaşandığı 20. YY. başlarında sanatçı, mimar ve tasarımcılar kendilerini iddialı amaç beyanları ve vizyoner gelecek planları içeren manifestolar aracılığıyla ifade ediyorlardı(…) Soru sormak, diyalog başlatmak ve tartışmaları zenginleştirmek için bir forum işlevi görecek bienal cevap arıyor. Hala geçerliliği olan fikirleri dile getirme gücünü kullanmak ve olası yeni biçimlerini keşfetmek üzere manifestoya nasıl ele alabiliriz? Günümüzün çok katmanlı dünyasında manifestoların büyük iddiaları yüksek sesler ve tekil bakış, açıları sunmak yerine daha kolektif ve bir araya getirici olma ihtimali var mı? Batılı kökenlerinin ötesine geçerek farklı kültür ve ülkelerden fikirleri de kapsayabilirler mi? Manifestolar yalnızca yazılı beyanlar değil de birer nesne, süreç veya eylem olabilir mi? Yeni medya türleri, yeni manifestoların oluşmasını sağlıyor mu?”
Biz izleyicileri ‘manifestolar aracılığıyla günlük normlarımızı sorgulamaya’ davet eden bienal; bir çok meseleye 5 ayrı bölümle yaklaşmış. Bölümlerdeki gelecek manifestolarının adları bile tek başına yetiyor; merek etmek için.
1.Bölüm: Yayın. Gelecekte… ‘haberleri yeniden düşününün’, ‘yayın yapın’, bitkilerle sosyalleşin’ Facebook’u iptal edin’, diyor; ‘Veri Somutlaştırma’, ‘Yaratıcı Fikirler Enstitüsü’, ‘Kontraakt’ ve ‘Yetiştirme Manifestosu’ adlı eserlerle.
2. Bölüm: Kişisel. Gelecekte… ‘ mimariyle etkileşime geçin’, ‘bir çok kimlik kuşanın’, ‘güzelliği hesaba katın’, ‘çiçek aç’, ‘ kahramanlaşın’ , ‘ayda yürüyün’, ‘gülümseyin’, ‘çantanıza ihtiyaç duyduğunuz şeyleri koyun’, ‘kendinizi bulun’ ve ‘aşk deyin’ eserleri ve 25 kadar sanatçı aracılığıyla
3. Bölüm: Kaynaklar. Gelecekte… ‘bir manifesto önerin’, ‘kütüphanede kitaptan fazlasını alın verin’, ‘her günü olağanüstü kılın’, ‘geçmişin mutfağında pişirin’, ‘el sanatlarıyla tasarlayın’, ‘ tasarımı yeniden keşfedin’, ‘ şeylerin nasıl yapıldığını bilin’, ‘onarın’, ‘ ayrı oturun’, kokuyla iletişim kurun’, ‘pratik zekâlı olun’, ‘elektrik devrelerinizi kendiniz çizin’, ‘ ‘bir manifestoyu ızgarada, buharda ya da tavada pişirin’ diyor 14 eseriyle sanatçılar.
4. Bölüm: Norm ve Standartlar. Gelecekte … ‘bir teatiye ev sahipliği yapın’, ‘çekirge yeyin’, ‘ileri teknoloji yemekler yapın’, ‘daha iyi seçimler yapın’, ‘çalışırken spor yapın’, ‘iletişimi yeniden düşünün ,’şimdide olun’, ‘alacakaranlıkta olun’, ‘doğadan daha fazlasını bekleyin’, ‘güneş ışığı, rüzgar ve dalgalardan duvarlar inşa edin’ ve ‘daha sık uyuyun’ diyor eserleriyle sanatçılar.
5. Bölüm: Toplumsal ilişkiler. Gelecekte… ‘yıkanmayı kültürel bir etkinliğe dönüştürün’, ‘işbirliği yapın’, ‘kendi manifestonuzu tasarlayın’, ‘geri çekilin’, ‘kendiniz yapın’ ve ‘geneli seçin’ , ‘kültür inşa edin’ ve ‘daha sık uyuyun’ ‘doğaçlayın’, ‘kültür inşa edin’, ‘ ‘yıkanmayı kültürel bir etkinliğe dönüştürün’, ‘işbirliği yapın’, ‘ kendi manifestonuzu tasarlayın’, ‘geri çekilin’, ‘kendiniz yapın’ ve ‘geneli seçin’, ‘kırsallı ya da kentli olun’, ‘manifestonuzu tweetleyin’, ‘dijitalci olun’, ‘gördüğünüzü çizin’, ‘daha göçebe mi olacaksınız?’ ve ‘ yüzen yapılarda mı oturacağız? ‘ diyor eserleriyle sanatçılar.
Elbet her eser çok çekici gelmedi bana. Dahası bazılarını anlayamadım bile. Ama öyleleri vardı ki, çok etkiledi beni. Ve en çok o güzelim binanın enfes manzaralı teras katındaki eseri sevdim; sanatçıların asistanları sayesinde anlamaya kavramaya çalıştığım ve enteresan şekilde dahil olduğum eser bana çok keyif verdi. Sonunda kişisel manifestomu hazırlayıp kürsüden, cümle âleme ilan ettim. Manifesto metnimi de küçücük kağıt parçalar halinde yırttıktan sonra havadan serpelediğimde hem mutlu hem düşünceliydim.
İstanbul’da daha çok kalabilip bienal kapsamında düzenlenen tasarım rotalarından Galata- Şişhane ile Fener-Balat turlarına ve koku tasarım rotalarından Gedikpaşa Ayakkabı Üreticileri turuna katılmak isterdim. Heyhat…
“Olsun, bu tarihi binada, geleceğin eskisi gibi olmayacağını işaretlerini aldığım bu bienal beni yeteri kadar besledi” deyip ayrıldım oradan biraz karmaşık halde.
4.ana durak: SALT Galata
Karaköy’ü seviyorum; sokaklarında kaybolmayı da. Bankalar Caddesindeki her binayı gezmek istiyorum her İstanbul’a gidişimde na mümkün olsa da. SALT Galata’yı da bu nedenle çok seviyorum. Binanın üst kat merdivenlerindeki pencereden gün batımında gördüğüm İstanbul manzarasını hiç unutamam mesela.
Bienal çıkışı gittim SALT Galata'ya. Yorgunluğumu, binanın iç bahçesinde SALT Basın İletişimi’nden sorumlu sevgili Zeynep ve Ceylan’la birlikte köpürttüğümüz sohbet eşliğinde içtiğimiz kahve bitince aşağıya indim; 'Karanlıkta Gökkuşağı' sergisini gezmek için.
Sergiye ilişkin sanal alemden edindiğim notlar aşağıda.
* Sergide 4’ü Türkiyeli (Fatma Bucak, Köken Ergun, Nilbar Güreş, Gülsün Karamustafa) toplam 18 sanatçının (Kader Attia, Fayçal Baghriche, Mirosław Bałka, Jonathan Horowitz, Paweł Kwiek, Virgínia de Medeiros, Mujeres Públicas, Teresa Murak, Walid Raad, Zofia Rydet, Wael Shawky, Slavs and Tatars, Zbigniew Warpechowski, Artur Żmijewski) dini ritüeller, toplumsal cinsiyet politikası ve maneviyata dair meselelere odaklı eserleri yer alıyor.
* Küratörler Sebastian Cichocki-Galit Eliat; Varşova Modern Sanat Müzesi Koleksiyonu'ndan dinsel normların toplum üzerindeki etkilerini tartışan işleri seçmiş. Eliat; meselenin sadece inancın kendisi değil, toplumların bu minvalde kendilerini yeniden nasıl biçimlendirdikleri olduğunu belirtmiş.
* Bałka'nın ‘Kara Papa, Kara Koyun’ işi; Rydet'in Polonya kırsalında evlerin içlerinin birer dini mekana dönüştüğünü görme imkanı veren fotoğraf seçkisi; Publicas’ın ‘Küçük Kibrit Kutusu’ ile sisteme kafa tuttuğu çalışması; Warpwchowski’nin ölüm, hayatın anlamı, iyi, kötü, inanç gibi hassas konulu işleri; Kwiek'in Sanat ekümenizmi serisi fotoğrafları; Güreş'in kadın bedenine dayatılan kısıtlamalara ilişkin fotoğrafları; Karamustafa'nın ‘Zihnimin Kafesi’ adlı frizi var.
Attia: Yağ ve Şeker
Karanlık ve gökkuşağı tezatını temel alan sergideki iki eser beni çok etkiledi. İlki Kader Attia’nın, ‘hayatın bir çelişkiler yumağı’ olduğu fikri üzerine kurulu ‘Oil and Sugar: Yağ ve Şeker’ adlı video çalışması. Gümüş tabağa yığılı kesme şekerlerin üstüne motor yağı dökülürse, siyah sıvıyı emen beyaz katı madde dağılıyor(muş?) Bol metaforlu video izleyiciyi sorgulamaya davet ediyor. Attia’nın “Her biri belirli bir düzene ait iki ayrı bileşenden –şeker gıdaya, motor yağı yakıta– koyu, parlak, siyah bir kütleye geçiş gerçekleşiyor. Bu yeni kütlenin kimliği sadece kendisine karşılık veriyor.” dediğini de kaydedelim.
Köken Ergun: Aşura
“Kitle ve İktidar” sergisi için Ankara’ya geldiğinde tanışmıştım Köken Ergun’un hayata dair ve hayatın içinden seçtiği konulara, farklı sosyal grupların kimlik ve temsil ritüellerine ilişkin belgesel tarzı video çalışmalarıyla. 63. Berlin Film Festivali’nden ödülle dönen “Aşura’ adlı çalışmasını bu sergide seyretmiştim.
Hz. Hüseyin’in Kerbela’da katledilmesinin yasının tutulduğu Aşura Günü’nün sonunda gerçekleştirilen ritüelleri belgeleyen Köken Ergun’un anılan çalışmasını SALT Galata’da yeniden ama üçlü yerleştirmeyle izlemek inanılmaz keyifliydi.
Güncel sanata ilişkin bilgisi sınırlı ama ilgisi olan biri olarak; Zeynebiye mahallesi sakinleri ortaklığıyla hazırlanan bu videonun üçlü yerleştirmeyle etki derecesini kat be kat arttırdığını ve akabinde izleyiciyle kurduğu iletişimin de önemli olduğunu düşünüyorum.
Kocaman ama neredeyse kapkaranlık bir mekân. Taban, cami gibi mekânlarda görmeye alıştığımız desen ve renklerde yekpare halıyla döşeli; kapı girişindeki küçük bölüm hariç. Tavanda koskocaman kristal avize. Ve üç duvarda birbirini takip eden video: Aşura. Kolayca ve hemence dahil oluyorsunuz çalışmaya ama ayakta sabit kalmak zorluyor. Güvenlik görevlisinden tabure rica ettiğimde eliyle halıyı göstererek “oturabilirsiniz” dediğinde şaşırdım. Çamurlu ayakkabılarımla halıda oturma konusunda hafif tereddüt yaşadım ama sonra da oturdum hem de ayaklarımı uzatarak. İtirafımdır; Aşura’yı daha önce izlediğim halde sanki ilk kez izlemişim etkisi yarattı bende. Mekânın etkiyi arttırdığı kesin.
Ertesi gün Köken Ergun’la sosyal medya aracılığıyla sergiye dair yazıştık. Neler mi söyledi? “Karanlıkta Gökkuşağı sergisini çok sağlam buldum. Zamanlaması da önemli geldi, bana. Son yıllarda inanç ve güncel sanat çok konuşulur oldu. Londra’daki White Şhapel Galeri’nin yönetmenlerinden Omar Kholeif ile yaptığımız “Kim korkar dinden?” başlıklı röportajda; güncel sanatta din ve inanca yer verilmeme nedenleri üzerine konuştuk ve dünyada bir çok güncel sanat kurumunun din konularına ve dindar seyirciye uzak olduğu konusunda anlaştık. Son zamanlarda sanatçıların dini konu etmesi sevindirici. Salt Galata’daki bu sergi de bunun göstergesi. “
“Sergide en çok Kader Attia’nın, ‘Oil and Sugar: Yağ ve Şeker’ adlı video çalışmasından etkilendim. Bu sergi Türkiye’de ses verir mi? Bu sergiden mesaj alınır mı? Bence evet! Bana sosyal medya aracılığıyla ulaşanlar Aşura’dan etkilendiklerini söylüyor. Bu üçlü yerleştirme 2011 yılında Zürih’te, 2013’de New York’da sergilendi ve beğenildi.”
“İstanbul Halkalı’da, Zeynebiye Mahallesi'nde ‘Kerbela'nın canlandırıldığı oyunun hazırlık süreci ile ağlama ritüellerini belgeleyen Aşura’nın SALT Galata’’daki açılışa gelen Zeynebiyeliler çok beğendiler ve ağladılar. Caferi inancına göre Hz. Hüseyin’in ölümü ve Kerbela olayı ne zaman anlatılsa ya da temsil edilse onlar ağıt yakarlar zira. Filmde, Hüseyin’in ölümü canlandırılırken ve imam konuşurken ağlıyorlar. Biz bunu filmde de görüyoruz. Caferiler de bu filmi izlerken o ağlama sahnesinde tekrar ağlıyorlar. Bunun anlamı filmde, sahnede veya tiyatroda da görseler ‘temsiliyetin temsili’ni de görüp tekrar ağlıyorlar.”
“Filmdeki halı ile serideki halı aynı değil. Halının hemen başlamıyor, boşluk var ya ya! Seyirci ayakkabı çıkaralım mı, halıya basalım mı diye soruyor, kendine? Seyircinin kendine soru sorması önemli benim için. “
5.ana durak: Salt Beyoğlu
İstiklal Caddesindeki SALT Beyoğlu’nda Galata’daki sergiye paralel olan Paweł Althamer’in ‘Ressamlar Kongresi’ projesini görmemi; ziyaretçiyle sözcükler yerine imgelerle iletişim kurmaya çağıran sanatçının bu çalışmasını çok sevebileceğimi söyleyen SALT Basın İletişimi’nden sorumlu sevgili Zeynep Akan’ı dinledim elbette.
İmge üretiminin değişik bir deneyimle aktarılmasını amaçlayan sanatçı seyirciyi sergiye katıyor. Nasıl mı? Diğer ziyaretçiler gibi ben de rengahenk boyalarla ve palet ile fırça kullanarak mekânın duvarlarına çizim yaptım. Çok keyifliydi. Sanatçı resimleri biriktirdikten sonra parçalara ayrılıp yine katılımcıya sunacakmış. Açık uçlu ve ortak emekle oluşan sergi 18 Ocak 2015’e dek açık.
6.ana durak: ALTER
Güneydoğu Asya’nın 8 ülkesinden, çağdaş sanat üretimi yapan 36 sanatçının 40’a yakın eserinin sergilendiği “Göçebe Bakış” sergisinin küratörü Iola Lenzi. Yerleştirmeler, videolar, ses işleri, fotoğraflar ve performansların yer aldığı sergide “Yuvarlak Masa Tenisi”, “Tarih Dersi 2. Bölüm”, “Tayland Potpurisi” , “Seyyah Bavulu-1” ile “Bisiklet Projesi” adlı çalışmaları çok sevdim. Zaman sınırlılığı tüm videoları izlememi engellese de sergi sayesinde Güneydoğu Asya rüzgârı esti üzerime.
Ve Ankara… Ve Miro’nun kuşları…
Yaşadığım ülkenin yaşamadığım şehrinde, İstanbul’da geçirdiğim üç günde; sanat aracılığıyla ve gezdiğim sergiler sayesinde gitmediğim ülkelere gitmek ve tanışıklığım olmayan sanatçıların eserleriyle bir arada olmak çok güzeldi. İstanbul'da yaşadığım sair güzellikler de bir o kadar güzeldi.
O güzelim kenti mekân edinenlere ve yolu oradan geçenlere ‘İyi İstanbullar’ diyorum. Ve zaman fukaralığından gidemediğim Joan Miro’nun “Kadınlar, Kuşlar, Yıldızlar” sergisindeki kuşların beni, çok fazla özlem biriktirmeden, yani en yakın zamanda Ankara’dan İstanbul’a getirmesini diliyorum. (ŞD/ÇT)
Sosyal Hizmet Uzmanı ve Kamu Yönetimi Uzmanı.. bianet'e yaşlılık ve diğer sosyal hizmet alanları ile hayatın sair ve şiir hallerine dair yazılar yazıyor. www.yasliyimhakliyim.com adlı kişisel web...
Sosyal Hizmet Uzmanı ve Kamu Yönetimi Uzmanı.. bianet'e yaşlılık ve diğer sosyal hizmet alanları ile hayatın sair ve şiir hallerine dair yazılar yazıyor. www.yasliyimhakliyim.com adlı kişisel web sitesi var.. Emekli.
Margosyan 2 Nisan 2022'de aramızdan ayrıldı. Ben imza günlerimdeki partnerimi kaybettim. Samimi olarak diyeyim benim için fuarlardaki imzalar buruk geçiyor. Ama şunu tekrar vurgulayayım ömrüm var oldukça onun en azından yılda bir kez şehrinde anılmasına vesile olacağım…
Mıgırdiç Margosyan henüz 15 yaşında ve Diyarbakır’da ortaokul öğrencisi olduğu 1953 yılında, Anadolu ve Mezopotamya topraklarındaki diğer Ermeni çocuklarla birlikte bir Ermeni papaz tarafından anadilini öğrensin diye İstanbul’a götürülür.
Annesi ve babası ‘sen de git oğlum’ diyor. Kendi anadilini öğrenmek ve Ermenice eğitim görmek için İstanbul’a gidiyor. 15 yaşında bir çocuk olarak gidiyor aslında Diyarbakır ile olan bağı fiili olarak kopuyor, sadece yaz tatillerinde gelip gidiyor. 1960’lı yıllardan sonra ise, 90’lı yılların ortalarına kadar neredeyse hiç gelmiyor şehre.
Fakat 1988 yılında önce Ermenice sonra da Bebekusun Kitapları'nda yayımlanan ‘Gavur Mahallesi’ kitabı ile öyle bir edebiyat yaratıyor ki, sanki hiç Diyarbakır’dan ayrılmamış gibi…
Sadece Diyarbakır’daki Ermeni toplumunun hikâyelerini değil. Şehrin diğer sakinleri olan Kürtler ve diğer tebaa ile olan bağı 15 yaşındaki bir çocuğun hafızasına nakşolunan metinler üzerinden adeta yeniden yaşayarak yazıyor.
Bu, aslında bir anlamıyla tıkanan adeta kesintiye uğrayan Ermeni taşra edebiyatının İstanbul’daki Amira Ermenileri’ne ‘biz de varız, yok olmadık’ demenin hikâyesi gibi vukubuluyor. Mıgırdiç Margosyan’ı işte asıl bu pencereden okumak gerek…
Gavur Mahallesi kitabı 1980’li yılların sonunda ilk çıktığında Diyarbakır’da okuyan ilk kişilerden biri olduğumu söyleyebilirim. Üstatla tanıştığımda bunu kendisine de söylemiştim. Zaten o yılların suriçindeki Karınca Kitabevi'ne iki adet gelmişti ve ilkini ben almıştım, diğerini de önererek bir arkadaşın almasını sağlamıştım.
Onunla kurduğum dostluğun ölünceye kadar hiç kesilmediğini ifade edebilirim.
Her şeyden evvel çok duygusal bir insan olduğunu vurgulamalıyım. Margosyan’ın, Diyarbakır ile olan bağını eşi ve çocuklarının bana anlattığına göre; dünyanın herhangi bir yerinden bir davet geldiğinde ‘hele dur bir takvime, ajandama falan bakayım’ dermiş. Ama Diyarbakır dendiğinde ‘aha beni memleketimden çağırıyorlar, mutlaka gitmeliyim’ diyerek, bütün diğer işlerini bir kenara bırakıp Diyarbakır’ın davetine icabet ederdi.
Bunu zaten biz hep yaşadık, tanık da olduk bu şehirde. Geldiğinde, burada kendisi oluyordu Mıgırdiç Margosyan. Bu çok önemli bir şeydi, ana rahmine dönüş gibi düşünmeli bunu.
Hem zaten bu şehir sadece Kürtlerin şehri değil ki! Şimdi biz Kürtler olarak ‘Amed bizimdir’ diyoruz ama aslında bu şehir Ermenilerin, Süryanilerin, Keldanilerin, Êzidîlerin, Arapların, Yahudilerin, Rumların, Türkmen Alevilerin, yani bu şehir, burada yaşamış bütün toplumlarındır. Biz, şimdi muktedir bir kültür olarak Kürt kimliği üzerinden bir okuma yapıyoruz ama Mıgırdiç Margosyan Ermeni kültürünün de burada var olduğunun ispat-ı vücuduydu adeta yazdıkları ve söyledikleriyle…
Margosyan’ın vefatıyla bu toprakların çok şeyi kaybettiğinin altını özellikle çizmeliyim. Mıgırdiç Margosyan bir kimlik ve simgesel kişilikti.
Diyarbakır Kitap Fuarı’na her geldiğinde en fazla kuyruğu, O’nun yer aldığı Aras Yayınevi standının önünde görürdünüz. Bir de İsmail Beşikçi‘nin imza standı önünde insanlar kuyruğa girerlerdi. Fakat Mıgırdiç Margosyan hep bir numaraydı. Çünkü o, bu kentteki kimliğini gizlemek zorunda kalmış şahsiyetlerin bir nevi kimlik ifşası, kimlik varoluşu gibiydi adeta. İmza günlerine gelenlerin arasında kitabını imzalatırken biraz da kısık sesle “Hocam benim de ninem Ermeni” diyenleri çok duydum.
Margosyan 2 Nisan 2022'de aramızdan ayrıldı. Ruhu şad û handan olsun. Ben imza günlerimdeki partnerimi kaybettim. Samimi olarak diyeyim benim için fuarlardaki imzalar buruk geçiyor. Ama şunu tekrar vurgulayayım ömrüm var oldukça onun en azından yılda bir kez şehrinde anılmasına vesile olacağım…
Yaşadığı zamanlarda onun için yazıp kitabıma da koyduğum bu şiiri, 2 Nisan'da da onun için düzenlediğimiz anmada okudum. Bir kez daha özlemle...
her gidiş yitiştir*
“vakitlerden bir vakit, gitmiştiniz bu diyardan, mahzun”
gittin
şimdi dönmek telaşındasın
velâkin her gidiş
dönüşün hüznüne gebe
bir şarkı vardı anımsarsın hani
Diyarbekir şad kar derdi ya!
Diyarbekir’i sorarsan şad akmıyor artık
senin bildiğin şehir şadumandı
şarkının sözlerindeki nağmelerde kaldı
Hançepek demiştin ya boşuna arama
gavuru gitmiş mahallesi kalmış (mı)
Marangoz Xaço vardı bir zamanlar
sen iyi bilirdin
hah tamam işte aynen o
şimdilerde yok
oysa ne de güzel ipek böcekçiliği yapardı
Suriçi’ndeki evinin avlusunda
mor menevşe mooor diye bağıranların gölgelerinde soluklandıkları
hercai menekşelerin sırdaşı dutlara da kıydılar usta
kozalar örülmeyen bu şehirde
böcek de kalmadı ipek de
kına yaksınlar münasip yerlerine
Balıkçılarbaşı’ndaki Daşçılar Kahvesi’nin yerinde yeller es(m)iyor
ne taş kaldı bu şehrin teşkalesinde
ne de taşı nakış gibi işleyen Ermeni,
Süryani ustalar
‘eskiler alıram’ nidalı ünlemelerinin
ses verdiği
Daracık küçelerin sakinleri Moşeler gidince
İğneli beşik muhabbeti de bitti
karışacak Moşê de kalmadı bu şehirde
sürdüler telkâri ustası kadim kardeş Süryanileri
sonra da “mehlemız doli Süryani” dediler
yalan…
külliyen yalan usta
mahlemizde yok Süryani
Süryanisiz anadan üryan bu memleket şimdilerde…
gidenlerin ardından
“iyi ki gittiler” diyenler
timsah gözyaşı döküyor bugün
haberin var mı?
sen yine de bil öyle gel usta
giderken melül mahzun bıraktıkların
dönüşünde yok artık bilesin
sana kalan bir tutam hüzün bolca gözyaşı
bir de giderken ardında bıraktıklarını bulamamaktır.
Diyarbakırlı ve Diyarbakır'da yaşıyor. Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi ve Uluslararası PEN Yazarlar Örgütü Diyarbakır Temsilcisi. Pek çok dile çevrilen 20 kitabı bulunuyor. Ankara Üniversitesi Siyasal...
Diyarbakırlı ve Diyarbakır'da yaşıyor. Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi ve Uluslararası PEN Yazarlar Örgütü Diyarbakır Temsilcisi. Pek çok dile çevrilen 20 kitabı bulunuyor. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. bianet'te yazıyor.
Nobel ve Pulitzer ödüllü Toni Morrison, Sevilen romanıyla okurunu kölelik cehenneminin en dibine çekiyor. Acılı bir anne olan Sethe, geçmişin yükünden bir türlü kurtulamıyor. Kızı Denver ise korkunun gölgesinde büyüyüp, izole bir hayat sürerken, direnci ile geleceğe dair umudumuzu yeşertiyor. Tüm gençler gibi…
İthaf sayfasında böyle bir cümle yazan romanı elime aldığımda konusu hakkında bir fikrim vardı. En azından almış milyonun anlamını biliyordum. Altmış milyon; kölelik düzeninin canını aldığı insan sayısı, tahmini. Sethe’nin ölen (öldürdüğü) isimsiz çocuğu gibi, adları bilinmeyen ama sevilen milyonlarca kişi…
Bu yazıda size çok acı verecek bir romandan söz edeceğim. Hazırlıklı olun. Çok uzun zamandır listemde olan bu romana başlarken; içimi burkan, acıtan insan hikayeleri okumaya kendimi hazırlamıştım, yine de aralar vermem, soluklanmam, yüreğime çöken kasveti dağıtmam gereken zamanlar oldu.
Hatta bir ara şunu bile düşündüm: Acaba daha sonraya mı ertelesem bu okumayı? Benim iç sıkıntılarım bir yana ülke gündemi var bir de! Tamam kölelik çok önemli bir mesele ama gündem hukuksuzluğa karşı çok haklı bir hak arayışına evrilirken benim geçmişte kalmış (!) bir konu üzerine okuma yapmamın zamanı mı?
Evet tam zamanıymış!
Bu yazıda size acının yanı sıra içinizdeki umudu yeşertecek bir romandan söz edeceğim: Sevilen.
Bu roman üzerine bambaşka bir yazı yazabilirdim -muhtemelen başka bir zaman okusaydım öyle olacaktı- ancak Denver’ın gençliğin, değişimin, umudun temsilcisi olduğunu anladığım an her şey değişti. O an roman benim için bambaşka bir boyut kazandı, her bir karakterin günümüz toplumunda kime denk geldiğini çözdüm kendimce ve bu romanda ben dünü değil, bugünü okudum.
Kölelik sadece renkle mi ilgili?
Sevilen’de otoritenin simgelerinden biri “Beyaz Adam” figürü. Beyaz sahip, siyahları insandan saymaz hiçbir zaman. Onun efendiliği birilerinin köle olmasına bağlı. Daha önce de yazmıştım; günümüzde kölelik ten renginden daha öte bir mesele. Sistem insanları türlü bahanelerle sadece fiziksel olarak değil, zihinsel olarak da köleleştiriyor. Sevilen’de bu cümleler yazmıyor olabilir ama ben hepsini bu romanda okudum. Anlatacağım.
"124, kinle doluydu. Bir bebeğin zehriyle. Bunu evdeki kadınlar da biliyordu, çocuklar da. Yıllarca herkes bu kine kendince katlandı, ama 1873 yılında arda kalan kurbanlar yalnızca Sethe ile kızı Denver’dı."
Romanın ilk cümleleri… Başlangıçta bir bilmece gibi gelen bu sözler, sayfalar ilerledikçe tek tek çözüldü: 1873 yılının Ohio’sunda geçen, ancak sık sık 1850’lere ve Amerikan İç Savaşı öncesine gidip gelen bu roman üzerinden sadece geçmişi değil günümüzü okudum, apaçık.
Bir belgeselin masala dönüşmesi
Orijinal adı Beloved olan Sevilen, Nobel ödüllü yazar Toni Morrison’a Pulitzer kazandıran romanı. Bir yanda acımasız gerçekler diğer yanda büyülü bir atmosfer, doğaüstü detaylar. Bir belgeselin üzerine kurulmuş bir masal gibi…
Konuyu kısaca özetlemek zor ama deneyeceğim: Tek kelimelik özeti; Sethe adında bir kadının geçmişiyle hesaplaması.
Biraz daha açarsam Sevilen’in konusu şöyle: Sethe köle olarak çalıştığı Sweet Home çiftliğinden kaçarak özgürlüğüne kavuşmuş gibi görünse de geçmiş onun peşini bırakmıyor. Evden kaçmış iki oğlunu saymazsak elinde kalan tek çocuğu Denver ile 124’te yaşamaya çalışıyor. Sethe’nin en büyük travması acı çekmesin diye en küçük çocuğunu kendi elleriyle öldürmüş olması. Ve sonra bir gün “Sevilen” adında genç bir kadın çıkageliyor, Sethe ile Denver’ın hayatının tam ortasına yerleşiyor.
Acıyı hissedeceğiniz kesin ancak anlamın içindeki anlamı bulmak için Sevilen’i bugünden geçmişe bakarak değil de geçmişten bugüne bakarak okumanızı önereceğim. Bunu yaptığınızda Sevilen’in bir kadının, bir ailenin etrafında travma, bellek, özgürlük gibi temalar üzerinden otoriter sistemler altında yaşayan topluklarla doğrudan ilişkili olduğunu göreceksiniz. Sevilen’in her karakterinin günümüzde bir karşılığı var çünkü…
Sethe: Otorite kurbanı halkın simgesi
Romanın ana karakteri Sethe; günümüzün travmatize edilmiş halklarının bizzat kendisi. Kölelikten kurtulmuş, fiziksel olarak. Ancak özgürlüğünü kazandıktan sonra bile zihinsel olarak bir türlü özgürleşemiyor. Baskıcı sistemin doğrudan kurbanı olmayan insanların nesilden nesile aktarılan korkularının kaynağı gibi bir karakter Sethe. Hem toplumsal hafızamız hem de korkularımız.
Görmediğimiz darbelerin, çekmediğimiz işkencelerin, yaşamadığımız soykırımların, geçmişin gölgesinde, otorite baskısıyla bastırılmış halkların temsilcisi Sethe. Otoriter rejimlerin toplumu nasıl baskı altına aldığını, bireyi nasıl sindirdiğini ve belleği nasıl kontrol ettiğini gözümüze sokan Sethe, köleler ve efendiler arasındaki mücadelenin bitti denilince bitmediğini anlatıyor.
Köleliğin, anneliğin, kadın olmanın yükünü sırtlanan Sethe’nin, tüm zorlu şartlara rağmen ayakta kalışına da dikkat! Onun hikayesi bir hayatta kalma mücadelesi… Onun hikayesi, dayanıklılığın ve direnmenin azmi…
Sevilen: Unutulmak istenen geçmişin hayaleti
Genç bir kadın olarak ortaya çıkan Sevilen (Beloved) ölen isimsiz bebeğin reenkarne olmuş hali olarak yorumlanıyor pek çok çözümlemede. Sethe’nin öldürdüğü kızının bir şekilde bedenlenmiş şekli. 124’ün kayıp 3’ü. Bu gizemli karakter, unutulmak istenen geçmişin hayaleti.
Köleliğin ve onun yaşattığı, onun ardında bıraktığı travmanın somutlaşmış hali olan Sevilen, geçmişin acılarının, kapanmayan yaralarının sembolü. Unutulanların, unutturulmak istenilenlerin sesi… Onun varlığı, birden ortaya çıkışı; unutmanın değil yüzleşmenin önemini anlatıyor bize.
Biliyoruz ki sistem unutmaktan yanadır, unutturmaya çalışır çok şeyi. Kendine uydurulmuş bir tarih yazmakta pek maharetli olan otoriter rejimler, kendi isteği dışında başka bir şey hatırlanmasın ister, gerçeği manipüle eder. Yasaklar, kayıplar, susturulan, silinen hikayeler… Tarih bunlarla dolu.
Ama Sevilen bir gün çıkagelir. Tıpkı Sethe’nin zihnine musallat olan kızı gibi, geçmişin hayaletleri peşimizi bırakmaz.
Hayaletleri kızdırmak olmaz! Onları dinlemek, anlamak, bizi bağışlamaları için elimizden geleni yapmak gerekir. Bunu yapmak çok zor değil aslında. Basit bir yolu var: Geçmişle yüzleşmek ve geçmişin hatalarını kabul etmek…
Denver: Gençlik, umut ve direniş
Romanın ana karakteri Sethe, romana adını veren Sevilen. Beni en çok etkileyen, içimdeki kasveti umuda, yılgınlığı direnişe, karanlığı aydınlığa çeviren ise Denver. Bence bu romanın gizli kahramanı Denver.
Çünkü Denver, bizzat yaşamadığı halde geçmişin acıları ve korkuları ile büyütülüyor. Düşünün kölelikten kaçmış Sethe’nin elinde kalan tek çocuğu ve 124 numaralı lanetli bir evde doğmuş. Geçmişin isli, küflü kokusunun sindiği bir ortamda var olmaya çalışıyor.
Annesi Sethe'nin geçmişinden kaynaklanan derin acılar, evin içindeki kasvet Denver’in büyüme sürecini doğrudan etkiliyor. Toplumdan izole bir şekilde büyüyor, dış dünyayla ilişkisi oldukça sınırlı. Bu izolasyon, onu hem kırılgan hem de hayal gücü geniş biri haline getiriyor.
Denver bana ‘apolitikler, benciller, hiçbir şeyle ilgilenmiyorlar’ diye eleştirilen gençleri hatırlatıyor. Tarih boyunca bir önceki kuşak tarafından hiçbir zaman beğenilmeyen, ancak her zaman umudu yeşertmeyi, tarihin akışını değiştirmeyi başaran gençleri…
Bireysel kimlik arayışı ve yolunu bulma çabası
Denver yeni nesil. Geçmiş üzerine bir kabus gibi çökse bile geleceğe umutla bakan gençliğin ta kendisi. Denver aynı zamanda kimlik arayışımızın da bir yansıması. Denver'ın hikayesi, onun bireysel kimlik arayışını ve kendi yolunu bulma çabasını anlatırken gençliğin idealizmini de sembolize ediyor.
Denver romanın yeniden şekillenen en önemli karakteri diyebilirim. Geçmişin acıları elbette onun ruhsal gelişimini olumsuz yönde etkiliyor: Sürekli bir korku ve belirsiz içinde yaşamak zorunda.
Ancak Denver, kendisine yüklenen role sığmıyor. İlerleyen bölümlerde önemli bir değişim gösteriyor, sorunlarla başa çıkmada aktif bir rol oynamaya başlıyor. Annesi Sethe'nin sağlığı kötüleştiğinde, Sevilen’in varlığı evin dengesini tehdit ettiğinde Denver, pasif bir gözlemci olmaktan çıkıyor ve sorumluluk almaya başlar.
Romanda daha pek çok karakter var ve hepsinin günümüz toplumunda bir karşılığı bulunuyor. Ancak Denver, içinde bulunduğumuz dönem itibariyle olsa gerek, benim için en önemli karaktere dönüşüyor. Denver gençliği, simgeliyor ve içimdeki umudu yeniden filizlendiriyor. Ben nedenlerimi sıralayayım, siz anlayın.
Denver gençliği, gençliğin itici gücünü hatırlatıyor.
Evet çoğu kez gençlik kırılgan bir izlenim veriyor, ancak sadece romanlar değil tarih de gösteriyor ki gençlik direncin, dayanıklılığın, umudun, değişimin ta kendisi. Belki de dünyadaki varoluşumuzun en kritik evresi…
Boyları uzar, yaşları ilerler ama çocuk çocuktur!
“Yetişkin sözcüğü bir anne için hiçbir anlam taşımaz. Çocuk çocuktur. Boyları uzar, yaşları ilerler, ama büyümek, olgunlaşmak? Bu ne anlama geliyor. Yüreğimde hiçbir anlamı yok.”
“Bazen yolun aşağısına doğru yürürken bir ses duyarsın ya da bir devinim görürsün. Duru bir biçimde apaçık. Ve bunun kendi uydurduğun bir şey olduğunu kafandaki bir imge olduğunu düşünürsün. Ama değildir. Aslında bir başkasına ait olan, bir başkasının anmakta olduğu bir anıya çarpmışsındır.”
Sevilen’de altını çizeceğiniz o kadar çok cümle var ki. Tarihler değişse de çağlar boyunca ayrı anlamı taşıyan…
İşte bu hikayenin, karakterlerin, alt metnin üzerine Morrison'ın bu zengin ve şiirsel dilini koyduğunuzda Sevilen’in tüm dünyada neden çok sevildiğini anlamak mümkün. Püren Özgören çevirisi ile Sel Yayıncılık tarafından yayımlanan Sevilen, Türkiye’de de değerini bulan romanlardan biri. Benim okuduğum 13. baskısıydı, isterim ki yeni baskılara ulaşsın.
Romanın epigrafı İncil’in Romalılar bölümünün 9:25 ayeti. Kitabın başlangıcı bu yazının sonu olsun. Nasılsa tüm hikayeler başladığı yere varmıyor mu?
Gazeteci. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun oldu. Milliyet, Dünya, Akşam, BusinessWeek Dergisi ve Hürriyet Gazetesi’nde çalıştı. Halen ikinci üniversite olarak İstanbul Üniversitesi Felsefe Lisans Programı...
Gazeteci. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun oldu. Milliyet, Dünya, Akşam, BusinessWeek Dergisi ve Hürriyet Gazetesi’nde çalıştı. Halen ikinci üniversite olarak İstanbul Üniversitesi Felsefe Lisans Programı öğrencisi. Edebiyatı merkezine alan çalışmalar yürütüyor ve yazmaya devam ediyor.