Pera Günlükleri'nin yazarı Delal Arya bugün çocuk kitapları yazıyor ama erken yaşlarda almış kalemi eline; dolayısıyla o bir çocuk yazar aynı zamanda.
Çocukluğunda başladığı macerayı sürdürüyor. Pera Günlükleri'nin Körler Ülkesi ve Sırlar Oteli adlı ilk iki kitabının ardından yeni bölümünün üzerine çalıştığı bir dönemde "çocuk yazarlar" ve "çocuk edebiyatı" üzerine sorduğumuz soruları yanıtladı.
Bugünün çocuk kitapları yazarı olarak çocukluğunuzda yazdığınız metinleri nasıl görüyorsunuz? O dönem nelerden, nasıl etkilenmişsiniz? Yazarlığınızı nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz?
Ben kaptan kızıyım. Ve herhalde benim yazarlığımı en çok etkileyen de kaptan kızı olmam. Çocukken uygun seferler olduğunda babam, ablamla beni de gemiye götürürdü. Denizdeyken felaket denecek kadar çok hayal kurardım. İşin iyi tarafı gemideki hayat hayal kurmayı seven bir çocuk için çok fazla macera içeriyordu. Dalgaları, fırtınaları, rüzgarları, uzaktan görünen kara siluetleriyle dünyayı değişik bir yer gibi gösteren bir etkisi vardı.
Yazmaya gemide başladım. Belki denizde olmanın etkisiyle, belki denizde yapacak başka işim olmamasından. Dünyayı merak ediyordum. Jules Verne’in romanlarındaki gibi bir gezgin olduğumu hayal edip önüme bir harita açıyor, gitmek istediğim ülkeleri işaretliyor ve oralara gitmişim gibi yapabilmek için ansiklopedi okuyordum. Hayal gücümü doğuran şey denizdi ama büyüten okuduğum kitaplardı.
Önce Jules Verne’ler geldi ve o dünyayı tanıtan, maceralar yaşayan, kafaları bilimin en olmadık işlerine çalışan kahramanlarıyla hayal gücümün ortasına yerleşti. Daha sonra buna Enid Blyton’ın Gizli Yediler ve Afacan Beşler serileri eklendi.
Benim yazı yazma aşkımı tetikleyen ikinci etki de arkadaşlığın ön planda tutulduğu bu macera serileri oldu. Onlardan ilham alıp ilkokulda kendi grubumuzu kurduk ve oyunlar oynamaya başladık. Aslında okulun kendisi de çok korkunç bir yerdi. Eskiden İngiliz karargahı olarak kullanılmış bir binaydı ve bahçe duvarının ardında büyük ve kasvetli köşklerin pencereleri görünürdü. Oralarda hayaletlerin, vampirlerin ve aklınıza gelebilecek her türlü korkunç yaratığın yaşadığını düşünür ve onlar hakkında hayaller kurardık. Nasıl yakalayacağımızı, bize neler yapabileceklerini konuşurduk. Perili olduğunu düşündüğümüz köşkün içini merak ederdik, kaç odalı olabileceği üzerine kafa yorardık. Yaratıklar hakkında el kitapları hazırlardık. Daha sonra eve geldiğimde bu oyunları sanki gerçekten yaşanmış gibi kağıda geçiriyordum. Bir anlamda RPG (Role-Playing Game - Rol Yapma Oyunu), çıkmadan kendi RPG’mizi yapmıştık, sistematik bir dünya meydana getirmiştik.
Sorunun başına dönecek olursak… Bu metinler şimdi benim için ilham kaynağı, gemidekiler ve okuldakiler... Hatta kaynağın da kaynağı, suyun kar hali. Tek yapmam gereken onları okumak. Sonra kısa sürede yeniden çocukluğuma dönüyorum, üzerime bol gelen bir gömlekle geminin miyar güvertesinden denize bakıyorum veya siyah önlüğümle okulun en arka kıs
Delal Arya 10 yaşında |
MektupBabam bana balıkçılarla mektup yolladığında ben yeni doğmuş bir bebekmişim. Onu şişe içine koymuş ve denizdeki balıkçılara fırlatmış. Babam yanımda değil. Çünkü gemileri bazı insanların gezdirmesi lazım. Oradaki kara çocuklarına şeker götürmesi lazım. Muhallebi mamalarına katsınlar diye. Belki sonra bana da bir şeyler getirir. O zaman onu görürüm. Beni döndülere götürür. Salıncaklara da, hayvanların bahçesine de. Evde koştururuz. Hoca Hanım kızınca da uslu uslu otururuz. Ondan mektup geldi. Gemiye giderken havlum omzunda kalmış. Onu kokluyormuş. İstanbul’a dönene kadar yıkamayacakmış. Ben de can erik yerken onu hatırlıyorum. Telsizden uzaktaki gemiye “Filipino Manki” (Filipinli maymun) diye seslendiğim adamlar şimdi gemisinde arkadaşlarıymış. Öyle dediğim için bana hala kızıyor. Belki de Türkiye’ye geldiklerinde gemiye gideceğim. Filipinli aşçının yemeğini yiyeceğim. Veya bir saat tavuk gibi tabağıma bakacağım. Ablam beni kırlardaki otlara götürüyor. Beraber çekirge yakalıyoruz. Kaplumbağaları seviyoruz. Çiçek topluyoruz. İneğin danasını cici yapıyoruz. Elimi burnuna sürüyorum, o da benim elimi öpüyor. Eve gelen sinekleri kovalıyorum ki gitsinler. Kumda ayakkabılarımı çıkartıp dolaşıyorum. Babam mektubunda çok bağırma ve sık sık ağlama diyor. Dönüşte beni kibar bir leydi gibi görmek istiyormuş. Yani annemi üzmemeliyim. Üstünden geçen bulutlarda ben varmışım. Geminin başında koşturan yavru yunus bazen benmişim. Bunları yazarken yüzümü kağıda yapıştırıyorum. 24.05.1989 |
mındaki o eski duvarın yanında bir ağaç kütüğüne oturuyorum ve karanlık pencereleri olan o köşke dalıp gidiyorum. Büyük bir armağanmış aslında bana o gemi ve o köşk. Meditasyon yaparken bir noktaya odaklanmak gibi bir şey bu. Çocukluğumun tüm hayal gücü ve karanlık uçurumları onların içinde yaşıyor ve her istediğimde onlara ulaşmamı sağlıyor.
Çocuk yazarlara ne gibi önerilerde bulunabilirsiniz?
Virginia Woolf’un kadınlara çok ünlü bir tavsiyesi vardır ya; “Para kazanın, kendinize ait bir oda ve boş zaman yaratın” diye.
Ben buna benzer bir cümleyi çocuk yazarlara söyleyebilirim: “Hayal kurun, kendinize ait ejderhalar ve keşfedilecek yeni dünyalar yaratın.” Bir çocuk için en büyük özgürlük budur çünkü; hayal kurmak. Kurduğu hayalleri yazıya geçirmesi için de istek duyması lazım. Bu istek ise kendini yarattığın o dünyaya ait hissettiğin zaman ortaya çıkıyor. Ait hissetmezlerse bir süre sonra sıkılıp başka hayaller kurmaya başlayabilirler.
Çocukların sıkılıp dikkatlerinin dağılması biz yetişkinlerden çok daha kolay. Yani ilk başlarda bir hikaye yazdıklarını düşünmesinler. Buna bir oyun gözüyle, bir casusluk veya dedektiflik oyunu gözüyle baksınlar. Sanki şahit oldukları veya yaşadıkları bir olaymış gibi. Bir süre sadece bu olay üstüne düşünsünler, bir dedektif gibi içine katabilecekleri ayrıntılar hakkında araştırma yapsınlar, düşündükleri fikirleri not alıp duvarlarına yapıştırsınlar, hikayeye konu olacak yerlerin fotoğraflarını çeksinler veya internette arayıp bulsunlar ve mutlaka hikayedeki kişileri yazmaya başlamadan önce tanımaya çalışsınlar. Tüm gereksiz ayrıntılarıyla hem de. En çok hangi meyveyi sever, yaz tatillerinde nereye gitmek ister, hangi hayvanın arkadaşlığından hoşlanır, eve girer girmez ilk iş ne yapar, bir canavarsa hangi ortamlarda saldırmayı tercih eder. Bu oyunu mutlaka oynasınlar. Bunlar hakkında düşündükçe o dünyaya daha fazla girerler çünkü. Hikaye kafalarında iyice katılaşır. Oyun, hayatları boyunca ayrılamayacakları değerli bir oyuncağa dönüşür. Tıpkı benim çocukluğumdaki perili köşk gibi. İşte o zaman onu ellerine alıp dışarı çıkarmaları ve kağıda dökmeleri daha kolay olur.
Türkiye’de çocuk edebiyatının esin kaynaklarını nerelerde görüyorsunuz; sizce günümüzdeki çocuk edebiyatı motivasyonunu nereden alıyor; nerelerden besleniyor veya beslenmeli?
Türkiye’de çocuk edebiyatı uzun yıllar sadece sosyal ve ekonomik gerçeklikler üstüneydi. Çocukların hayal gücünün sınırlarını genişletmek yerine onları gerçeklerle yüzleştirmeye odaklanmıştı. Yoksulluk, haksızlıklar, zalimlerin eziyetine maruz kalanlar... Hayal gücünü baskı altına alan, çocuğun ruhunu yaralayan kitaplar. Bu türden kitapları öğretmenlerin zoruyla okuduk hepimiz. Hala da okutuluyorlar. Fakat hiçbir çocuğun bunları okumak istediği için kitapçıya gidip satın aldığını sanmıyorum, alıyorsa da bir şeyler bir yerde fena halde ters gitmiştir.
Oysa ki çocuğun büyürken iyi ve onu özgürleştiren hikayelere ihtiyacı vardır; suya ve yemeğe ihtiyacı olduğu kadar. Anadolu toprakları iyi hikayeler açısından dünyanın en güçlü topraklarından biri. Tüm hikayelerin ana kaynağının üzerinde oturuyoruz. Birazcık arkeoloji bilgisi olan bir kimse bütün hikayelerin, mitolojilerin Mezopotamya’dan doğduğunu bilir. Ta Sümer’den başlayarak Fenike’yle, Asur’la dünyaya yayılan hikayeler dönüp dolaşıp kendilerine yeni yüzler bularak edebiyat dünyasında karşımıza çıkmayı sürdürüyorlar. Özellikle de batı dünyasında. Evrensel bir dil gibi. Biz hikayelerin kelimelere ilk defa döküldüğü topraklarda yaşıyoruz. Gözümüzü çevirdiğimiz her yerde antik dünyanın izlerini görebiliyoruz, onların mitolojilerini ve taşların üzerine bıraktıkları izleri okuyabiliyoruz. Bu toprakların ilk halkları ilk hikayeleri anlatan insanlar. Ve o hikayeler dünyaya Anadolu’dan yayıldılar. Bu açıdan bakınca Türkiye’deki çocuk edebiyatının dünyaya açılmaması için hiçbir sebep olmadığını da görüyorsunuz.
Tam da bu yüzden Anadolu dendiğinde kocaman bir ağız geliyor gözümün önüne. Hikayeler anlatan bir ağız. Biz uzun yıllar bu hikayeleri yeterince Türk ve yeterince İslam dinine uygun bulmadığımız için reddettik. Ve bana kalırsa ancak hikayelerin en az gerçekler kadar hakiki olduğunu anladığımızda dünya çapında bir edebiyata sahip olacağız.
Yeni kitap çalışmanız var mı? Pera Günlükleri serisinden mi, başka bir çalışma mı? Kitaba dair küçük ipuçlarından söz edebilir misiniz?
Pera Günlükleri devam ediyor. Ama aynı zamanda denizlerde geçen bir kitap daha yazıyorum. Bu da bir seri olacak. Kahramanı, bir yük gemisinde doğup büyümüş babası kaptan olan Renda adında bir kız çocuğu. Bugüne kadar 723 bin deniz mili yol kat etmiş, dünyanın etrafını üç kere dönmüş, bütün limanları dolaşmış bir deniz veledi. İkinci kaptanın Portekiz’de gemiye binen çocuklarıyla birlikte yedi denizlerde maceralara atılıyor. Bu kitabı yazarken hem macera duygusu ön planda olsun hem de uzak denizlerdeki, kıtalardaki hayatları çocukların gözünden anlatayım istedim; kitabı okuyan çocuklar atlası açıp geminin geçtiği rotaları takip etmek istesinler, gemideki hayatı tanısınlar. Çünkü şu bir gerçek ki, dünya aslında bir deniz ve gemiler insanlarla bu dünya arasındaki en güçlü enstrüman. Gemiler olmasaydı insanlar oldukları yerde donar kalırlardı. Bir arpa boyu da yol alamazlardı. Denizcilik dünyayı insan dünyası yaptı, insanları birbirine bağladı. Öte yandan onlar keşif duygusunun, hayalgücünün, maceranın gerçek araçları da. Kitapta ayrıca gemicilik terimleri, gemi çizimleri, haritalar ve Renda’nın seyir defterinden alıntılar da var. Jules Verne’in Jonathan Swift’in, Daniel Defoe’nun kitapları gibi bu kitap da keşifler, ölümcül badireler atlatan yürekli kahramanlar, deniz maceraları, gemicilerin dudak uçuklatan hikayeleri ve ıssız adalar hakkında. (HK/YY)