Sanat Dünyası 2011'i sansür ve İstanbul Modern tartışmaları ile kapattı. Sermayenin sanat üzerindeki baskısının gittikçe arttığını ortaya koyan bu olay, bugüne kadar konuşulmayan birçok konunun tartışılmasına vesile olurken sanat dünyasında ortak demokratik bir eleştiri platformunun gerekliliğini ortaya koydu.
Süreç, İstanbul Modern'in eğitim programına destek için düzenlediği müzayede gecesine bağış istediği sanatçılardan Bubi Hayon'un müzayedeye ürettiği koltuğa, küratörlerin onayını almadan bir oturak eklemesi ile başladı. Küratörler "konsepte uygun değil" diyerek (Bubi'nin açıklamasına göre "bu satmaz" diyerek) işi müzayedeye almadı.
Bubi'nin bu durumu deşifre etmesi üzerine sanatçılar ve küratörler sosyal medyada, müzeye bir tepki verilmesinin gerekliliğini tartışmaya başladı. Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği (AICA) ve Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği (UPSD) ise 12 gün sonra "Bu bir sansür değildir" açıklamasını yaptı.
Sanatçının özerkliğini yok sayan, sermayeye koşulsuz teslimiyeti onaylayan ve kurumu koruyan bu açıklamalardan sonra sanatçılar, Hakan Akçura'nın "Sansürün Koşullu'suna da 'doğası ticari yaşama uyanı'na da hayır!" başlıklı metnini, metnin dilinde eleştirdikleri bazı noktalar olsa da sansüre ve taraf olan kurumlara ortak bir tepki göstermek adına imzaladılar.
Hemen ertesinde İstanbul Modern'de programda yer alan sanatçı konuşması, Mürüvvet Türkyılmaz'ın ve Seda Hepsev'in müdahalesiyle sansürün tartışılacağı bir platforma dönüştürüldü.
Bu konuşmada, izleyicilere de söz verilerek kamusal-özel ayrımından, çağdaş sanat dünyasındaki güç ilişkilerine, sansürün tanımına, AICA ile UPSD'nin konumlarına ve sermaye güç ilişkilerine kadar birçok konunun tartışılmasında ilk adımlar atıldı.
Bu konuşmaya AICA'da katılarak her ne kadar "Sansür değildir" açıklamalarını şiddetle savunsalar da, diğer katılımcılar ile birlikte konuyu tartışarak diğer taraf olan kurumlara göre daha yapıcı bir tutum sergiledi.
Oturumun sonunda "Hayal ve Hakikat" sergisi sanatçılarından Selda Asal, Atılkunst, İnci Furni, Leyla Gediz, Gözde İlkin, Ceren Oykut, Neriman Polat, Ekin Saçlıoğlu, Güneş Terkol ve Mürüvvet Türkyılmaz her türlü sansüre karşı olduklarını belirterek sergiden çekildiklerini açıkladılar
İstanbul Modern yol ayrımında
UPSD, bu sefer hiç vakit kaybetmeden, ortak metni imzalayanları çıkarcılıkla suçlayan ve "İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin'in demecine de aynı tepkiyi verebilecek misiniz" diyerek eleştiren bir metin yayınladı.
Sanatçıların haklarını korumak için kurulmuş olan bir derneğin kurumu koruyan, imzacılara üstten bakan ve sermaye-küratör-müze ilişkilerinde kendini otorite ilan eden bu tutumu, derneğin gücünü nereden aldığı ve kimi temsil ettiğinin tartışılması gerektiğini ortaya koydu.
İstanbul Modern ise sonunda sessizliğini bozdu. Tartışmaları "şaşkınlıkla" izlediklerini belirtti ve olayı tartışmaya açmaktansa "Seçim hakkı küratörlerimize, dolayısıyla da kuruma aittir" diyerek düzenin bu şekilde devam edeceğini belirtti.
Tepkileri ne yazık ki bununla kalmadı. Levent Çalıkoğlu ve Leyla Gediz arasındaki özel yazışmalar, basın ile paylaşılarak, sanatçıların üzerindeki baskının kişisel düzeyde de devam edeceği sinyali verildi.
İstanbul Modern, kuruluşu bakımından kurumsal protokolleri takip etmemesi ve müze küratörlerinin seri istifaları nedeniyle bugüne kadar birçok tartışmaya konu olmuştu. Ama bunlardan hiçbiri bu kadar ciddi bir boyuta taşınamamıştı.
Bu son olay, aslında İstanbul Modern'i bir yol ayrımına getirdi: Sanat dünyasının taleplerini dinleyip onların meşruiyetini kazanmaya mı çalışacak? Yoksa onları yok sayıp sadece bir sermaye kurumu olarak mı kalmayı tercih edecek?
Burada önemli olan müzenin küratörlerinin sanatı nasıl konumlandırdığı ve sanat dünyasının meşruiyetine ne kadar önem verdiğidir. Bu olayda sorulması gereken diğer önemli soru, müzenin neden müzayedecilik görevini üstlendiğidir.
Çağdaş sanat müzesi var mı?
Müzayede düzenleyen, eser satan bir kurumun galeriden ne kadar farkı kalıyor?
Müzenin açıklamasını müzayedelerin süreceğinin ve sanatçılara baskı ve sanat eserlerinde ısmarlama yapısını sürdüreceğinin bir ifadesi olarak alırsak, bu aslında artık bir çağdaş sanat müzemizin kalmadığının ya da aslında hiç olmadığının bir açıklamasıdır.
Müze - müzayede ilişkilerini bir kenara bırakıp müzayedenin yapılışını ele alırsak, sanatçılardan Garanti sponsorluğunda gerçekleşen eğitim departmanı için neden bağış yapması istendiği ve sanatçıların böyle bir teklifi nasıl kabul ettiği anlaşılır bir durum değil.
Ayrıca bir küratörün, bir eseri "Bu satmaz" diyerek müzayededen çekmesi, sanatçının fikrine, özerkliğine değer vermeyip kendini sanat pazarında otorite ilan etmesi kabul edilemez bir tutum.
İşin ironik tarafı sanatçılardan bağış toplanan bu eğitim departmanında koleksiyonerlik seminerlerinin de verilmesi.
Müzenin sessiz kalmak yerine, bir müzeden beklenen şekilde demokratik bir tavır takınıp, durumu tartışmaya açması ve süreçte bazı yanlışlıkların yapıldığını kabul edip özür dilemesi birçok şeyi değiştirirdi ve kuruma meşruiyetini geri kazandırabilirdi.
Çağdaş sanatta sıçrama değil patlama oldu
Yakın zamanda gerçekleşen birçok sansür olayına, hatta bir heykelin ucube damgası ile kafasının uçuruluşuna bile ortak bir tepki vermede zorlanan sanat dünyasının bu olayda bir araya gelmesi hayli önemli.
Sanatın finansallaşması, sermayenin kontrolü ele geçirmesi, sanatla uğraşmanın bir kariyere dönüşmesi, sanatçıların ve küratörlerin rekabetçi bir ortama ve küresel dünyanın üretim hızına yetişmek için sürekli üretmeye zorlanması ve sanatın markalaşması bizi bugünkü geldiğimiz konuma getirdi.
Aşırı üretimden, yüzeysel ve rekabetçi ortamlardan yorulan, yıpratılan sanat dünyası, bu yaşanan olay ile bir durum analizi yapma şansını yakalamıştır. Türkiye'de çağdaş sanatta özellikle son beş yılda hızlı, dolayısıyla sağlıksız bir sıçrama, diğer bir deyişle patlama oldu.
Geldiğimiz konumda çağdaş sanat büyük ölçekli, sterilleşmiş kurumlara ve galerilere kalmış durumda.
Orta ve küçük ölçekli alternatif oluşumlar yok olmaya yüz tutmuş ve inisiyatifler ya da bağımsızlar ise görünürlük kazanmada zorlanıyorlar.
Buradaki ihtiyaç, aslında sanatçılar, eleştirmenler ve küratörler arasında ortak bir eleştirel platform kurulmasıdır. Böylece eleştiriler kişisel ilişkilerin baskısı ile buharlaşmayacaktır.
İstanbul Modern oturumda başlayan sansür tartışmalarının devamı, Açık Masanın girişimi ve sansür vakalarını araştıran SiyahBant platformunun katılımıyla yapılan toplantı ile getirilmiş oldu. Bu oturumların sürekliliği ve katılım oranı, gerekli açılımları sağlanabilmesi açısından önemli.
Bu olayda, zaman içinde unutulup giderse, ne yazık ki artık sermayeden bağımsız bir sanattan bahsetmek mümkün olmayacaktır. Baskılar ile başa çıkmanın tek yolu, içinde bulunduğumuz sanat sisteminin ve sistem içindeki güç dengelerinin, kurumların kapsamlı bir analizinin yapılması, eleştiriye, tartışmaya açılmasıdır. Bunun için de daha fazla şeffaflık talep ederek birlikte hareket etmek gerekiyor. (AY/IC)