Aynı hafta Amerika'nın haftalık dergilerinin kapaklarının çoğunda Micheal Moor'un eksantrik bakışlı bir fotoğrafı duruyordu. Bin bir tane anket, bin bir tane röportajla, Moore, belgesel türünün en popüler yönetmeni olmayı başardı.
Ne var ki, bu başarının sırrı sadece Moore'da değil, bu kadar popüler olmak ise hiç ama hiç hayra alamet değil. Amerikalılar Moore'un ne yediğini ne içtiğini nerelere takılıp neler yaptığını dakikası dakikasına takip edebiliyor neredeyse.
Hal böyle olunca da tüketim mekanizmasının çarklarının arasında Moore'un küçük parçacıklarının pek yakında öğütülüp yok edilmemesi için hiçbir neden yok.
Fahrenheit 451, Ray Bradburry'nin geleceğin totaliteryen devletinde düşünmenin ve kitapların yasak olduğu futuristik (!) kitabının ismi.
Bradburry, insanları düşünmeye sevk eden kitapların 451 Fahrenheit'ta küle dönüşmesinden esinlenerek kitabına bu ismi koymuş. Micheal Moore da herhalde Bradburry'nin kitabına atıfta bulunarak Amerikan başkanının hızlı davranarak geleceğin totaliteryen devletini bugünden hayata geçirdiğini ima ediyor.
Seçimleri FOX TV'si kazanmış!
Film, Amerikan seçimlerinin bir medya kandırmacası olmasıyla başlıyor. Moore, seçim sonuçlarının Fox televizyonu tarafından Bush'un lehine açıklanması sonucu Bush'un Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı olduğunu savunuyor.
Dört sene önce yapılan seçimler koca bir fiyaskoydu, demokrasinin ve özgürlüğün beşiği ABD'de, sonuçların açıklanması haftalar almış, yolsuzluk iddiaları ayyuka çıkmıştı hatırlarsanız.
Bush masal okurken...
Belgesel, Bush ailesinin petrol şirketleri ile bağlantılarını ilkokul çocuklarına anlatır gibi, şemalarla, haritalarla açık seçik anlatıyor. Aynı şekilde, 11 Eylül'ün saldırılarının Bush'a iletildiği anda, başkanın bir ana okulunda çocuklara masal okumayı soğukkanlılıkla nasıl sürdürdüğünü de görüntülüyor.
Dışarıda uçaklar birbiri ardına Dünya Ticaret Merkezi'ne göbekten dalarken, hayatta kalanlar kaçmaya çalışırlarken, Bush masal okuyor. Aslında bu görüntü Bush'un 11 Eylül'ü takiben yürüttüğü politikanın da bir prototipi. Bir farkla, bu defa masalın dinleyicileri bütün bir dünya.
Öldüren gerçeğin sanallaşması
Film bütün bir trajediyi oldukça esprili bir dille aktarıyor izleyiciye. Zaman zaman trajedi ile komedi, gerçek ile sanal fena halde birbirine karışıyor ve postmodern zamanların en tehlikeli etkilerinden biri çıkıyor ortaya. Öldüren bir gerçeğin sanal bir oyuna dönüşmesi.
Irak'ta halihazırda savaşan Amerika'nın yoksulları, işsizleri, en itilmişleri kulaklarında bangır bangır müzikle ateşlerken toplarını tüfeklerini, 'ananı becereni yak' (burn the motherfucker), 'özgür dünyada dansetmeye/sallanmaya devam et' (keep on rocking on the free world) diye diye nişan alıyorlar hedefi.
Irak'ta ne için savaştıklarını, neden orada olduklarını yeni yeni sorgulayan Amerikalı askerler, sayıları her geçen gün azalırken bu müziklerle bile avutamıyorlar kendilerini. Bunun farkında olan Amerikan ordusunun yetkilileri, yoksul semtlerin alışveriş merkezlerinin etrafında dolanıp işsiz Amerikan gençlerini, dünyayı bedava gezmek, Amerikan ordusunun nimetlerinden faydalanmak savsözleriyle sokaktan toplayıp Irak'a gönderiyor.
Kendilerine yaklaşan şık üniformalı askerlerin parlak ayakkabılarından gelen sesin, ölümün ayak sesleri olduğunu ne yazık çok geç anlıyor Amerikalılar.
Hedef 'özgür Amerika' değildi!
Moore'un filmi 11 Eylül saldırılarının hedefinin 'Amerikan Özgürlüğü'nden başka bir şey olduğunu anlatıyor Amerikalılara. Ve aslında bunu duymaya ihtiyaçları var. Medyayla beyni yıkanmış bir halk Afganistan işgalini çok makul ve yerinde buldu önce, sonra yıllarca ambargolar altında ezilen Irak'ın, ürettiği biyolojik silahlarla Amerika'yı yok edeceğine fena halde inandı.
Düşman o kadar belirsizdi ki, o ruh hali içinde her tarafa saldırılabilirdi! Düşman her yerde ve hiçbir yerdeydi. O yüzden de Bush'un kurmaylarından birinin dediği gibi 'Ha Afganistan ha Irak, ne fark eder ki?'.
Kanada Moore'u ister mi?
Micheal Moore, seçimleri tekrar Bush'un kazanması durumunda Kanada'ya yerleşeceğini ilan etmişti geçtiğimiz haftalarda. Bu yorumuna karşılık Kanada gazetelerinden birinde, Moore'un neden Kanada'ya ait olmadığına ilişkin bir yazı çıktı.
Neden mi? Çünkü Kanadalılar Moore'un her öğün ne yediğiyle ilgilenen bir halk değildi. Bu çok önemli bir eleştiri aslında. Amerika'da yaşayan ve şu sıra sesleri fazla çıkmayan eleştirel çevreler tarafından da dile getiriliyor.
Eleştirel bir gazeteci- belgesel yönetmeni olması dışında Moore'un Bush karşıtlığı onu entelektüel bir kişilik haline getirmeye başladı bile.
Şu günlerde Amerikan entelektüeli dendiğinde en çok konuşulan, en sık rastlanan iki isim var. Tahmin edin, yanılmayacaksınız. Biri Moore, diğeri Chomsky.
Afganistan'da Taliban var, Amerika yok...
Bu arada tam yeri gelmişken ekleyeyim. Geçtiğimiz günlerde Afganistan üzerine bir belgesel izleme şansımız oldu. Amerika'da yaşayan İranlı yönetmen Yassamin Maleknasr'ın 'Afganistan: Kayıp Gerçek' isimli filmi, sahiden de bugüne kadar hiç görmediğimiz bir Afganistan'ı gösteriyordu bize.
Son derece iyi hazırlanmış, feminist bir perspektifle çekilmiş filmde, röportaj yapılan herkesin, ülkesi için barış istediğini söylemesi, haliyle öncelikle filmin ne zaman çekildiğini merak etmeme neden olmuştu, Amerikan işgalinden önce mi, sonra mı?
Gösterimden sonra bizlerle sohbet eden yönetmene bu soruyu sorma şansım oldu. Yönetmen filmi Amerikan işgalinden sonra, 2002 nisan - mayıs aylarında çektiğini söyledi.
Buradan hareketle herkesin neden barış istediği anlaşılır hale gelmişti. Fakat yönetmenin Taliban üzerine koyduğu vurgu, neden söz konusu olan Amerikan işgali olunca filmde tek bir cümleyle dahi yer bulamamıştı, neden doğrudan yok sayılmıştı? Yönetmen cevap verdi. 'İstemedim'.
Maleknasr'ın buz gibi cevabı ve Moore'un ABD'nin en popüler belgeselcisi ve entelektüeli mertebesine oturmuş olması dönüp dolaşıp bir yerde kesişiyor işte. Eleştirel, iyi araştırmacı, iyi film yönetmenleri olsalar da parçası oldukları sistem bir yerinden yakalıyor onları. Kimi zaman canlarının istemediği, kimi zaman da en çok istedikleri onları içinde bulundukları sisteme eklemliyor ve ne yazık ki, son tahlilde eleştirilerinin içini boşaltmaktan kurtaramıyor. (TS/BA)