Kazancakis’i ve Kavafis’i tanıyoruz. Çünkü Yunan dilli edebiyatın Batı kanonuna girmiş eserleri epeydir Türkçeye çevriliyor. Ama Thomas Korovinis, Yani Vlastos, Hristos Anagnostopulos ne kadar tanıdık? Peki Yunan dilli edebiyattan farklı bir “Rum edebiyatından” bahsetmek mümkün mü? İstos Türkiye’nin kültürel hayatına ne kazandırabilir?
2011’de kurulan yayınevi, 50 sene önce kesintiye uğramış Rum yayıncılık geleneğini Türkiyeli okurla buluşturuyor. "Tanıklıklar", "Politika Historika", "Elenika" dizileri İstanbul’da ve Anadolu’daki “sıradan”, “küçük” insanların hikayelerine, tanıklıklarına yer veriyor.
Yayınevinin kurucularından Foti Benlisoy, İstos’u ve Yunan dilli edebiyatı anlattı.
İstos’tan önce Rum yazarların kitapları basılıyor muydu?
Yunan dilli edebiyat uzun yıllardır Türkçeye çevriliyordu. Fakat Rum yayıncılığına spesifik baktığımızda, 1960’larda kesintiye uğradığını görüyoruz.
1955’teki 6-7 Eylül Olayları ve özellikle de 1964’te Yunanistan vatandaşlığına sahip Rumların sürgün edilmesiyle Rum nüfusta ciddi bir demografik erozyon yaşandı. Öyle ki 1970’lerin ortasına gelindiğinde, Rum toplumu büyük ölçüde hayatiyetini yitirmişti. Bu koşullar altında yayıncılık faaliyetini sürdürmek, gazete, dergi, kitap basmak zordu.
Cumhuriyet döneminde dahi İstanbul’un kültür-yazın hayatının önemli parçası olmuş Rum yayıncılık geleneği böylece ortadan kalktı. Tabii şu anda çıkan iki günlük gazete var. Ama bunun ötesinde yayıncılık faaliyeti ciddi surette akamete uğramış durumda.
Nasıl bir ihtiyaçtan doğdu?
İstos’ta bu yayıncılık geleneğini canlandırmak, kopmuş halkayı tamamlamaya çalışmak gibi bir misyonla hareket ettik. Ama amacımız sadece geçmiş güzel günleri yad etmek değil. Bugünün koşullarında Rum merkezli yayıncılık faaliyeti bu memleketin kültürel hayatına ne kazandırabilir? Bu soruyla başladığımız bir tartışmanın ürünü İstos.
Rumların bu topraklardaki uzun tarihi varlığı malum. Ama bir süredir, özellikle de son onyıllarda ülkenin sosyal, kültürel, siyasal hayatına, geçmişte olduğu gibi doğrudan katkıları yok. İstos’un bir gayesi de demografik erozyon sonucunda atalete sürüklenmiş Rum kültürel hayatını bir nebze de olsa canlandırmak, İstanbul Rum topluluğunun sesini daha genel kamuoyuna aktarmak.
Her azınlık topluluğu maruz kaldığı milliyetçilik politikaları neticesinde bir nebze de olsa içe kapalıdır. Rumlar söz konusu olduğunda çok daha sessizleştirilmiş bir toplumla karşı karşıyayız. Üzerinde çokça kelam edilen, ancak maalesef çoğu zaman pasif bir “nesne” konumunda olan bu toplumun sesini daha özgür ve eşit bir ülke arayışındaki seslere katmak arzusundayız.
Bu durum, yani Rumların sessizleşmesi, sessizleştirilmesi, Rum toplumu arasında sorgulanmaya başlamıştı zaten ve İstos bu sorgulamanın devamı.
“Sıradan, küçük insanların tanıklığı”
İlk hangi kitap basıldı?
Çıkış için birkaç kitap birden yayımladık. 2000’lerin ortasında İstanbullu Rumların güncel durumuna dair fotoğraf çeken “İstanbul Rumları-Bugün ve Yarın” diye bir konferans kitabı ile başlamayı tercih ettik.
İkinci kitap “Fahişe Çika”, dolaylı tanıklık kitabıydı. Thomas Korovinis’in yaptığı derinlemesine bir mülakatın hikâyeye dönüştürülmüş versiyonuydu. Sonra Kazancakis’in Asketik’ini (Çileci) çift dilli yayımladık.
Yayınevinin dizileri (Politika Historika, Elenika, Tanıklıklar) bize neler anlatıyor?
Tanıklıklar serisinde bütün sorunlarıyla, kısıtlarıyla, kötü yanlarıyla bir arada yaşama deneyimini bugüne aktarmak istiyoruz. Bizim için mümkün mertebe İstanbul’da ve Anadolu’daki “sıradan”, “küçük” insanların tanıklığı önemli. Bu gibi sahici, halklar arasında ortaklıkları vurgulayan anlatılar yayımlamak istiyoruz.
Hedefimiz bugün de acil ve yakıcı bir sorun olan milliyetçiliğe karşı, sıradan insanların geçmişteki birlikte yaşam deneyimlerinden somut örnekleri öne çıkarmak. Farklı etnik-dini topluluklar arasında köprü işlevi görebilecek anlatıları okurlarla buluşturabilmek.
Politika Historika sosyal bilim serisini geliştirmek istiyoruz. Tarih yazımı anlamında bazı çalışmalar ve bugün var olan Rumların sosyal, siyasal, kültürel meseleleri ve profilleriyle ilgili çalışmalar yayımlamak istiyoruz.
Elenika’da Yunanca yazını Yunancadan Türkçeye çevirerek Türkçe okurla buluşturmak hedeflerimiz arasında. Mümkün olduğu kadar Yunanca-Türkçe, çift dilli basmak istiyoruz. Bahsettiğimiz nüfus çözülmesi dolayısıyla Yunanca kitap basmak çok zor. İşin hayalci tarafının bir tezahürü de bu. Yaklaşık üç bin kişiden bahsediyoruz ve üç bin kişiye kitap basmak çok sınırlı kitleye hitap etmektir.
Bugüne kadar kaç kitap yayımlandı?
Sekiz kitap yayımladık. “Genel” anlamda piyasaya sürdüğümüz kitapların dışında yayınlarımız var elbette. Bunlar Rum toplumunun iç ihtiyaçlarına dönük daha küçük, gündelik yayınlar.
Mesela bir kilisesinin kuruluşunun yüzüncü yılına dair bir anı kitapçığı da yayımlayabiliyoruz. Yayınlarımızın bu bölümü genel okur nezdinde elbette daha az görünür. Bugünlerde 1913’te yazılmış olan “Tatavla Tarihi” adlı eseri modern Yunancaya ve Türkçeye çevirerek Kurtuluş’taki cemaat vakfı ile birlikte yayımladık. Dolayısıyla aslında kitap sayımız sekizin üstünde.
Alanımız sınırlı ve küçük bir yayıneviyiz. Senede 15-20 kitaba ulaşmayı ve hemen her kitabın somut bir düğüm noktasını deşmesini istiyoruz. Mesela biraz önce zikrettiğim “Tatavla Tarihi” basitçe bir semt tarihi değil; İstanbul Rum toplumunun 20. yüzyılın başında ne olduğuna, nasıl olduğuna dair okura, Pera’dan ve Pera dolayısıyla hâkim olmuş klişelerden bambaşka imgeler sunuyor. Tatavla nüfusunun ezici çoğunluğu Rumdu, alt sınıflar yaşıyordu, sosyal anlamda marjinalize edilmiş kesimler vardı. O yüzden, yani Rum toplumuna dair daha sahici bir tablo sunduğu için bu kitabı tercih ettik.
Yakın zamanda Yani Vlastos’un “Baba Konuşabilir Miyim?” adlı otobiyografik roman tanıklığını yayımladık. Bu tanıklıklar serisini sürdürmek istiyoruz.
"Rumlar makbul sayılan ötekiler"
Tanıklıklar serisi neden önemli?
Son 20 yılda gayrimüslimlere ilgi arttı, resmi tarih yazımının eleştirildiği, sorgulandığı bir dönem söz konusu. Ama bu sorgulamadan da başka şablonlar, klişeler de doğdu. Ne onlar? Birincisi gayrimüslimleri, özellikle Rumları burjuva, üst sınıfa mensup, görgülü, terbiyeli, kalburüstü insanlar olarak düşünmek.
“Rumlar varken Pera’ya kravatsız çıkılmazdı” stereotipi, milliyetçi tarih yazımının yaptığıyla benzer. Çünkü milliyetçi tarih yazımında da Rumlar “komprador burjuvazi” ile ilişkilendirilip ötekileştirilir. Yani bir etnik-dini topluluk bir sınıfla özdeş kılınır. Aslında şimdi sahiplenen, içermeye çalışan dille de bu şablon sürdürülüyor.
İkincisi Türkiye’de gayrimüslimlere sempati beslemek bir tür üst sınıf statü söylemi haline geldi. Bu söylem, onu dillendirenlere kültürel sermaye kazandıran bir söyleme dönüştü. Eski Rum evinde oturmak, Rum yemekleri yemek ya da Rum meyhane kültüründen söz etmek adeta sembolik sermaye kazandıran şeyler artık.
Çokkültürlülük meselesinin ne kadar ticarileştiğini görüyoruz. Rum tavernalarının açılması, Beyoğlu’nda dükkânların tabelalarına Rumca yazması... Geçmişte Rumların kamusal alanda kendilerini ifade etmelerine dönük onca engel konmuşken, şimdi Rumlar piyasalaşmış bir çokkültürlülük söylemine dahil ediliyor.
Bunlar ille kötü değil. Ama bunun en tehlikeli varyantı “Rumlar, Ermeniler, Yahudiler İstanbul’dayken çok hoştu. Kürtler geldi bozuldu” cümlesiyle ifade edilen yaklaşımdır. Yani burada bir dışlama mekanizmasının bir başkasıyla yer değiştirdiğini, daha doğrusu temel anlayışın baki kaldığını görüyoruz. Böylece ötekileştirme mekanizmasında sadece aktörler değişiyor.
Dolayısıyla geçmiş güzel günleri yad etmeye dönük nostaljik bir girişim değil İstos. Azınlıkların ve elbette Rum topluluğunu “nostaljikleştiren” söylemin, Rumları geçmiş güzel günlerin sevimli yadigârı gibi gören yaklaşımın karşısındayız.
Bu dönüşümü neye bağlayabilirsiniz?
Üç bin kişilik Rum topluluğunun milliyetçilik açısından artık tehlike oluşturacak bir kitleymiş gibi konumlandırılması zor. O yüzden Rumlar milliyetçi tahayyül dünyası açısından yakın ve acil bir tehlike öznesi olmaktan çıktı ve somut bir “öteki” değiller artık. Başka deyişle artık nispeten “makbul” sayılan “ötekiler”.
Tabii bunu mutlaklaştırmamalıyız. Kuşkusuz hâlâ klasik milliyetçi duyguları ifade eden ve oldukça güçlü bir diskur var. Recep Tayyip Erdoğan’ın yakın zamanda kendisinin ne kadar haksız ithamlara maruz kaldığıyla ilgili açıklaması vardı mesela. “Bana affedersiniz Rum bile dediler” demişti. Bu, Türk milliyetçi tasavvur dünyasında Türklerin düşmanı Rum algısının, ne kadar köklü olduğunun en yetkili ağızdan ifadesiydi.
“İstos Rum toplumu için kültürel odak”
Nasıl bir yayın politikası izleyeceksiniz?
Klasik milliyetçi temalara karşı çıkarken, nostaljiyle sınırlı olan ve siyasal sonuçlar çıkaramadığımız kuru bir söylemi yeniden üretmeyi istemiyoruz. Mesela 6-7 Eylül Olayları ile bugün Kürtlere karşı yaşanan linç girişimleri arasında bağ kurmazsak, birini geçmişe ait olmuş bitmiş bir kötülük sayıp “Artık kapatalım bu defteri” dersek gerçekçi olmaz. O örneği canlı tutmanın anlamı var. Çünkü milliyetçi, dışlayıcı, saldırgan mekanizmanın defteri dürülmüş değil.
Rumlardan ve Rum olmayanlardan nasıl tepkiler aldınız?
Çok iyi tepkiler aldık. Açıkçası Rumlardan zaten iyi tepkiler bekliyorduk. Sadece İstanbul’da değil, göç etmek durumunda bırakılmış, farklı ülkelerde yaşayanlar da telefon, mektup ve e-postalarla bizi cesaretlendirdiler, kitap önerdiler, katkıda bulunmak istediler.
Mesela Yani Vlastos bize böyle ulaştı. Atina'da hem Yunanca hem Türkçe yazdığı anılarını bizimle paylaştı. Türkçesini biz yayımladık, Yunancası da Yunanistan'da yakın zamanda yayımlanacak.
Rum olmayanların tepkileri daha da ilginç. Yaklaşık üç ay önce, İstanbullu bir Rumun, Hristos Anagnostopulos’un Rumca romanını yayımladık. “Anavoles ke Katifori” (Sürüncemeler-Yokuş Aşağı Gözü Kapalı) 1950’lerin sonundan itibaren İstanbul’da Rumca yazılmış ve basılmış ilk romandı. Ticari açıdan intihardı. Çünkü kim alacaktı? O kitaptan 1000 adet bastık. Özellikle yabancı kitaplar raflarına koymamaları için kitabevleriyle konuştuk. Birçok insanın bize aktardığına göre Rumca bilmeyenler de destek için aldı. Satışları çok iyi gitti.
Okur profiliniz kimlerden oluşuyor?
Her kitabın farklı alıcısı olduğunu düşünüyorum. Kuşkusuz İstanbul’daki Rum toplumu veya bu toplumun kenarında kalanlar, mesela dededen, neneden Rumlarla bağlantı kuranlar okurumuz. Milliyetçi, tektipleştirici söyleme direnen, o söylemi değiştirmek isteyenler, bu topraklardaki farklılıkların bir arada yaşama deneyimleriyle alakalı, bu deneyimlerden bir şeyler öğrenmeye ve bu deneyimler temelinde bir gelecek inşa etmeye çalışanlar da İstos’un kitaplarını okuyordur.
Çevirmen konusunda sıkıntı yaşadınız mı?
Başlarda çok sıkıntılıydık, ama ilginç biçimde bu konuda çok büyük sorunla şimdilik karşılaşmadık. Yunanistan’da Türkçe bilen, öğrenen, Türkiye’de Yunanca bilen, öğrenen çok sayıda insan var. Bu kişiler bizi buluyor. Tahminimizden çok çeviri talebiyle karşılaştık.
İstos sadece yayınevi değil, İstanbul Rum toplumu için kültürel odak da. Ya da böyle olması gerekiyor. O yüzden istos (ağ, network) adını seçtik. Dolayısıyla kendi çevirmenimizi yaratmaya çalışacağız. Mesela önümüzdeki dönemlerde Rum okullarını seferber eden çeviri yarışmaları düşünüyoruz.
Basmayı düşündüğünüz yeni kitaplar neler?
Birkaç ay içinde, yeni diziye başlayacağız. O dizide toplumsal mücadelelerin başlangıcındaki çoğulluğu ifade etmeye çalışan eserler yer alacak. Yani işçi hareketinin, kadın kurtuluş hareketinin, bir dizi başka mücadelelerin bu topraklarda doğuşunun etnik ve kültürel olarak nasıl çoğul temelleri olduğunu vurgulayan bir dizi. İzmir’de 20. yüzyılın başında politik bir işçi grubuna dair “Irgat” muhtemelen dizinin ilk kitabı olacak.
Çocuk kitapları yayımlamayı da düşünüyoruz. Rumca Anadolu masallarını yayımlayacağız. Yakın zamanda Türkçede ilk defa doğrudan Yunancadan çevrilen Kavafis şiirlerini basacağız. Hatta Karamanlıca (Yunan alfabesiyle yazılmış Türkçe) kitaplar basmayı da düşünüyoruz.
“Sorun iki dil arasındaki köprünün kopması”
Türkiye’de Rum yazarlara ilgi nasıl?
Yunan dilli edebiyat Türkiye’de ilgi görüyor. Ama bizdeki sorun iki dil arasındaki köprünün kopmuş olması. Klasik eserler Türkçeye çoğu zaman Batı dilleri aracılığıyla çevrilmiş. Bu işin trajik boyutu. Çünkü çok uzun yıllar birlikte yaşayan toplumların birbirinin diline bu kadar yabancılaşması, Batı dillerinin aracılığına ihtiyaç duyması ciddi sıkıntı. Bunu kırmak istiyoruz. İki dilli sevdiğimiz format. En azından böylelikle iki dile hâkim kesime de seslenebileceğiz.
Araya başka dil koyduğunuzda ana metnin duygusu ortadan kalkıyor. Mesela Kozmas Politis’in “Yitik Kentin Kırk Yılı”nın orijinaline baktığınızda bazı cümlelerin, birçok ifadenin Türkçe olduğunu görürsünüz. O kitabı mesela Fransızcadan çevirdiğinizde iki dilin birlikte oluşturduğu İzmir’e has deyimler, tabirler kaybolup gider.
Rum edebiyatı Yunan edebiyatından farklı mı? Yunan edebiyatından bağımsız, Anadolu'da yeşermiş Rum edebiyatından bahsedebiliyor muyuz?
Yunan dilli edebiyattan farklı bir “Rum edebiyatından” bahsetmek açıkçası mümkün değil. Bildiğiniz gibi Osmanlı topraklarında ya da daha spesifik olarak Anadolu’da yaşayan Hıristiyan Ortodoks topluluklarına Rum deniyor. Ancak bu toplulukların edebiyatının Yunan dilli literatürden ayrı tutulması çok doğru değil.
Netice itibariyle Yunan dilli edebiyat bölgesel kıstaslarla değil kuşak-dönem ya da türsel farklarla tasnif ediliyor. Ancak bugün Yunan edebiyatı dediğimiz literatürün önemli bir bölümünün bu topraklarla somut bağları olan insanlar tarafından kaleme alındığı da bir gerçek.
Sizce Türkiye’de Yunan dilli edebiyat yeterince biliniyor mu?
Türkiyeli okur Yunan dilli edebiyatın Batı kanonuna girmiş kısmıyla tanışıyor zaten. Daha “yerli” edebi okuma alışkanlığının oluşması için bir yerden başlayabiliriz.
Rum dilli edebiyatı derken, milliyetçilik öncesinin dilsel heterojenliğini de unutmamalıyız. Türkçe, Arnavutça, Kürtçe, Ermenice konuşan Rumlar vardı. 20. yüzyıl başında Rum yayıncılığından bahsettiğimizde, Yunan harfli Türkçe kitap ve gazeteler önemli yer tutuyordu. Mesela Yunan harfli Türkçe gazete Anatoli 1850’lerden 1920’ye kadar yayımlandı.
Yakın zamanda Mahmut Yesari’nin 1920’lerin hemen başında çıkmış bir hikâyesini yayımlamak için girişimlerimiz sürüyor. Bu hikâye, Orta Anadolu’dan gelmiş “Karamanlı” denen Türkçe konuşan iki Rum bakkalı anlatıyor. Karakterleri bizim alıştığımız anlamda ne Rum, ne Türk aslında. Bu hikâyede amacımız Türkiye edebiyatında, Türkçe konuşan, Orta Anadolulu, Ortodoks Hıristiyan figürünün olduğunu göstermek ve bu türden melezlikleri vurgulamak.
“Kafamızdaki düşman figüründe gedikler açılabilirdi”
Türkiye’de Rum yazarlar daha çok tanınsaydı ne olurdu?
Yunan edebiyatında 20. yüzyılda güçlü edebi kalemlerin bir biçimde Anadolu’yla ilgili olduğunu görürüz. Mesela Kavafis’in İstanbul ile alakası vardır. Dolayısıyla ortak geçmişi paylaştığımız yazarlardır.
Bu birlikte yaşama deneyimi kimi zaman hunharca bastırıldığı için, o kitaplardaki duygu ve düşüncelere yakınlaşabilmek bizi bir arada yaşama deneyimine yeniden götürür. Farklı kültürlerle yaşayabileceğimiz ortaklık zeminini inşa edebilmemiz için bugün nostalji yapmadan bir ortaklık zemini teşkil eden kolektif hafızamızı kışkırtmalıyız. Özellikle 20. yüzyıl yazarlarının oluşturduğu atmosferin bize hatırlatabileceği çok şey var.
Mesela ders kitaplarında örnekler yer alsaydı…
Dido Sotiriyu’nun “Benden Selam Söyle Anadolu’ya”sı, Batı Anadolu’da Rum köyünde savaş döneminde yaşananları anlatır. İki halkın birlikteliğinin zorla, egemenlerin iradesiyle bastırıldığını vurgular. Mesela bu kitaptan bir pasaj ders kitaplarında olsaydı, kafamızdaki düşman figüründe gedikler açılabilirdi. Böyle çok örnek var. Ancak açıkçası Sotiriyu’nun pasajlarının ders kitaplarında yer aldığında da dersler “milli tarih” ya da “milli edebiyat” olmaktan çıkacak.
En fazla ilgi gören kitap/yazar hangisi? Neye bağlarsınız?
Açık ara Fahiçe Çika en çok ilgi gören kitap. Karadeniz’den tek başına kopup genç yaşta İstanbul’a gelen bir kadının yaşadığı sıkıntılar anlatılıyor. Fonda savaş, mübadele ve İstanbul Rum toplumunun yaşadığı zorluklar var. Çok şey anlatan, ancak anlatırken didaktik de olmayan sıradan ve sahici bir hikâye.
Türkiye’de eserler, kitaplar sansürleniyor. Bu durum sizde otosansüre yol açtı mı?
Şimdiye kadar otosansüre yol açmadı, açacağını sanmam da. Çünkü yayın programımıza kolektif karar veriyoruz. Sakınımlı olmaktansa birbirimizi kışkırtıyoruz aslında. İstos ticari girişim değil, otosansür uygulamak zorunda kalacağımız bir yayın ortamında İstos’a devam etmeyiz.
Devlet baskısı, piyasa baskısı...
Hapis gazeteciler, öğrenciler, avukatlar mevzusu gündemimizde. Basın ve ifade özgürlüğünün mevcut durumunu nasıl değerlendirirsiniz?
Olayın iki boyutu var. Meseleyi devlet baskısının ötesinde de düşünmeliyiz. Türkiye’de zaten devlet baskısı tanıdığımız, aşina olduğumuz bir şey. Aşağıdan, daha kitlesel özgürlük talepleri çıkarsa devlet bu alanda geri adım atacaktır.
Yayın hayatının ticarileşip tekelleşmesi diğer tehlike. Mesela devlet baskısının kalktığı ideal bir ortamda dahi, biz otosansür riski ile karşılaşabiliriz. Çünkü piyasanın baskı mekanizması var. Dolayısıyla devlet merkezli daha doğrudan baskı mekanizmasıyla birlikte piyasanın daha dolaylı ve “görünmez” baskı mekanizmasını birarada düşünebilmeliyiz.
Şu anda barış sürecinden bahsediliyor. Süreç size umut veriyor mu?
Büyük çıkarımlar için henüz erken. Özellikle İstos’un ilgi alanındaki konularda, yani halklar arasında adil, eşitlikçi, barışçı bir ortaklık zemininin yeniden tesisi için elbette önemli gelişmelere gebe bir dönemdeyiz. Mevcut müzakere süreci dikenli bir alanda ilerliyor. Hükümetin müzakerelerden anladığı bambaşka. Müzakereleri topluma kapalı ve kendi kontrolünde yürütme niyetinde. Kendi partizan çıkarlarına uğruna rahatlıkla feda edebileceği bir süreç bu. Mesela barış ile başkanlık sistemini aynı anda düşünmemiz bile abes. Yine de temkinli bir iyimserlikle yaklaşılmalı. Hükümetin oportünist ve tepeden dayatmacı yaklaşımını geriletmek için barış talebini Türkiye’nin batısında daha yüksek sesle duyurmak gerekiyor. (EG/YY)
Dizinin diğer röportajları: