Lafı dolaştırmadan, baştan söyleyelim: Ali Fuat Cebesoy’un 1967 tarihli ‘Sınıf Arkadaşım Atatürk’ adlı hatıratına göre, Ali Fuat Paşa, sınıf arkadaşı Mustafa Kemal ile, ikisi de genç birer subayken, padişahın alkol yasağına rağmen, bugün İntercontinental Otel civarına karşılık gelen Taksim Bahçesi’nde, içki içerdi (Cebesoy, 1967). Topçu Kışlası’nı yıktırıp alanı Gezi Parkı’na çeviren ise, 1938 ile 1949 yılları arasında İstanbul Belediye Başkanı ve İstanbul Valisi olan Lütfi Kırdar’dı. Lüfti Kırdar (1887-1961), Demokrat Parti döneminin 1957-1960 yıllarındaki Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı olarak 27 Mayıs yönetimi tarafından tutuklanmış ve Yassıada yargılamaları sırasında kalp krizi geçirerek ölmüştü. Dolayısıyla, Erdoğan hükümeti, Topçu Kışlası diye dayatarak, aslında kendi mirasına da sahip çıkmamış oluyor.
Konuya geçmeden, biraz önbilgi verelim:19. yüzyıl ortalarında, İstanbul’da, iki park var (Haliç’e bakan Tepebaşı ve Boğaz’a bakan Taksim). İkisi de, mezarlıktan bozma. Çelik Gülersoy, “Taksim” adlı albümünde (1986), İstanbul Belediyesi’yle Ayazpaşa Apartmanları’nın (Gümüşsuyu’nda askeri hastane ve Alman büyükelçiliği ile AKM arasında, yokuşu çıkarken sağda kalan apartmanlar) apartmanların belediyeye ait mezarlık arazisi üstüne inşa edilmesi nedeniyle, 1986 itibariyle davasının sürdüğünü belirtiyor (s.115). Kışlalar, 19. yüzyılın planlama ortamında, şehrin kenarına yapılıyor. Ormanlık yerler tercih ediliyor. Harbiye’deki askeri yapılar, eski adı “Mecidiye Kışlası” olan Taşkışla ve eski adı “Mızıka Kışlası” olan Gümüşsuyu Askeri Hastanesi, onun için Taksim ve çevresindeler. Topçu Kışlası da, bu askeri alanlardan birine karşılık geliyor. Kışlanın talim alanı olarak kullanılan Talimhane, Cumhuriyet’in erken döneminde bomboş. Bu dönemde, yeni çıkan bisikletleri sürmek için ve top oynamak için kullanılıyor. Sonradan doluyor. Bir de şu var: Osmanlı döneminde, Beyoğlu ve çevresinde, Beşiktaş ve Tophane-Fındıklı dışında, yalnızca yabancılar ve gayrımüslimler yaşıyor.
Şimdi, Lütfi Kırdar’a geçelim. Lütfi Kırdar’ın Çelik Gülersoy’un yukarıda anılan albümünde yer verdiği sözlerini burada alıntılayalım. Alıntılar, 1947’de İstanbul Belediye Matbaası tarafından basılan “Yenileşen İstanbul, 1939 Başından 1947 Sonuna Kadar İstanbul’da Neler Yapıldı?” adlı kitaptan:
“(...)Bu şehrin en büyük eksikliklerinden biri de ağaç ve yeşilliklerdi. Bütün bu yeşillikler ve çiçekler meydana ve su haznesine ne kadar güzellik veriyor. Bu küçük yeşillikler, büyük bir şey değildir ama, modern şehirciliğin yeşilliğe, ağaca, çiçeğe verdiği kıymet ve ehemmiyetin bizde de anlaşılmış olduğunun bir ifadesidir. Şehrin tabiatın en büyük ihsanı olan yeşilliklerle süslenmesi, İstanbul’da zevki selim sahibi modern bir belediyecilik zihniyetinin doğduğunu gösteriyor.
Taksim Kışlası
İstanbul’un imarına çalışılırken hükûmetimiz de Taksim Kışlasını bedava denilecek kadar küçük bir para mukabilinde İstanbul şehrine hediye etti. Biz de bu sayede, Taksim Meydanını imar imkânını bulduk. Size, buranın eski halini kısaca tasvir etmek isterim.
Eskiden Cumhuriyet Abidesinden Ayazpaşaya doğru dar bir yol vardı. Bu dar yolun sağ tarafı İstanbul Kulübünün önünden geçiyordu. Sol tarafta ise, Taksim Kışlasının metrûk ahırları önünde ve içinde yapılmış ahşap gazinolar vardı. Bunların bir kısmı Taksim Meydanına ve Abideye bakıyordu. Bir kısmı da İstanbul Kulübüne karşı cephe almıştı. Garajlardan sonra, Taksim Kışlası ahırlarının kalın duvarları geliyordu. Bunların bir ucunda da tozdan kirlenmiş beyaz renkli, küçük köşk gibi bir şey vardı. Zannedersem, bu köşk bozuntusu baraka, Belediyenin Darülacezenin sinema ve tiyatro duhuliyelerinden aldığı hisseyi kontrol eden memur ve müfettişlerinin merkezi idi.
Harap ve metrûk Topçu Kışlası, atölye, garaj, kahve, gazino, ev olarak, ortasındaki avlu da, sözde stadyum olarak kullanılıyordu. Bunların hepsini kaldırdık ve Taksim Meydanını, Ayazpaşaya doğru genişlettik.” (Gülersoy, 1986, s.40).
Şimdi, bu alıntıyı ek bilgiler ışığında yorumlayalım: Taksim Kışlası’nı İstanbul Belediyesi’ne devreden hükümet, Refik Saydam Hükümeti. Atatürk’le yaşıt olan Dr. Refik Saydam, 1939’dan 1942’deki ölümüne dek, 2. Dünya Savaşı’nın ilk yarısında iktidarda. Saydam’ın tıbba ve dolayısıyla halk sağlığına büyük katkıları var. CHP’nin sol kanadını tasfiye eden başkan ve birkaç yıl sonra komünist avına çıkacak Saraçoğlu Hükümeti’nin önünü açan siyasetçi olarak bilinen Saydam döneminde, başbakan, bugünkü kadar yetkili değil. Dönem, İsmet İnönü devri. İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı olan Lütfi Kırdar da doktor, başbakan da doktor. Cumhurbaşkanı, İsmet İnönü. Atatürk ölmüş ve birçok yere onun adı verilmiş. Biryerlere de İsmet İnönü’nün adının verilmesi kararı çıkmış. Lütfi Kırdar, 1947’de, Dolmabahçe Sarayı’nın ahırlarını stadyum yaptırıyor; ve bu, bugünkü İnönü Stadyumu. Yani durum, bir açıdan, Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi ya da Abdullah Gül Üniversitesi örneklerine benziyor. Demokrat Parti iktidarı, İnönü Stadyumu’nun adını değiştirip “Mithat Paşa Stadyumu” yapıyor. 1973’te, “İnönü” adı, stadyuma geri veriliyor.
Lütfi Kırdar’ın sözlerinde geçen ve Erdoğan hükümetinde hiç olmayan çevre dostluğunun altını çizip Gezi Parkı’na geçelim. Gezi Parkı, 1935 ile 1951 yılları arasında, İstanbul’un nâzım planını hazırlamış olan Fransız mimar ve şehir plancısı Henri Prost’un (1874-1969) önerisiyle hayata geçiriliyor. Bugünkü Gezi Parkı, 1940’larda, “İnönü Gezisi” ya da “İnönü Gezi Parkı” adıyla geçiyor. Parka İnönü’nün bir heykeli dikilecekken, siyasal dengelerdeki değişiklik nedeniyle, heykel, bitirilemeden, kaidesiyle kalıyor ve 1982’de bu kaide de parktan çıkarılıyor. Lütfi Kırdar, 1947 tarihli aynı kitapta, Taksim Gezi Parkı (İnönü Gezisi) hakkında şunları söylüyor:
“Eski Taksim Kışlasının arsası, kâmilen İnönü Gezisine tahsis edilmiştir. 26.000 metrekarelik bir sahayı kaplıyan bu yeşil saha, 1940 yılında yapılmış ve ondan sonraları da asfalt yolları ve su mecraları yapılarak bazı eksikleri tamamlanmış, ağaçları dikilmiştir.
Eskiden Gezinin yalnız Mete Caddesi tarafında, toplu olarak bir miktar akasya ağacı ile, şurasında burasında tek tük bazı büyük ağaçları vardı.
Geziye yeniden yüzlerce çınar ağacı diktiğimiz gibi, kışın da yapraklarını dökmiyen çam, manolya vesair süs ağaçları da diktik. Gezinin ortasında bir Gül Bahçesi de vücuda getirdik.
Bu gezi Beyoğlu’nun ortasında hakikaten güzel bir yeşil saha, halkın yorgunluk ve nefes almasını temin eden bir gezinti yeri olmuştur.
Ağaçları büyüdükten sonra, yani nihayet 5-6 yıl içinde, bir kat daha güzelleşecek olan İnönü Gezisini, alelâde bir Belediye bahçesi sanmak hatadır. Burası büyük garp şehirlerindeki “promenade” denilen gezinti bahçeleri nev’indendir. Nitekim Paris’te böyle bir çok gezinti bahçeleri vardır. Bunların en meşhuru Tuileries bahçesidir. Yine Paris’te Luxembourg bahçesi, Trocadero denilen büyük binanın bahçesi de İnönü Gezisi kabilinden gezinti bahçeleridir.
İnönü Gezisinin tramvay caddesinden yüksek yapılmasına itiraz edenler oldu. Bu, arazinin oradaki tabiatı icabı bir mecburiyet neticesinde böyle olmuştur. Geziyi tramvay caddesiyle aynı seviyede yapsaydık, birkaç yüz bin ton kesme kaya nev’inden toprak kazmamız ve kaldırmamız lâzım gelecekti. O zaman da Mete caddesi yüksekte kalacak ve Gezinin o cephesi boydan boya kale duvarı gibi yüksek duvarlarla örtülecek ve Mete Caddesi Taksim Bahçesi köşesinden, şimdi olduğu gibi, denizi görmek imkânı olmıyacaktı. Bununla beraber, ileride Gezinin tramvay caddesindeki duvarlı kısmının şeklini değiştirmek mümkündür. Duvarları biraz daha alçaltılarak bir yeşil set daha yapılabilir. Yine ileride, Gezinin ortasındaki münhat kısmı, evvelce düşünülmüş olduğu gibi menba sulu büyük havuz yapmak ve bu havuzu nilüfer nev’inden su çiçekleriyle süslemek de kabildir. Şimdiki haliyle dahi, İnönü Gezisi, taşıdığı büyük ada lâyık güzel bir yerdir.” (Gülersoy, 1986, s.43, s.48).
Lütfi Kırdar’ın sözünü ettiği Tuileries Bahçesi, Paris’te Louvres Müzesi’yle Concorde Meydanı arasında bulunuyor. Aynı adlı sarayın bahçesi olan Tuileries Bahçesi, Medicilerin özel arazisiyken, Fransız Devrimi tarafından kamuya açılıyor (Tuileries Bahçesi’nin uzun ve ilginç tarihi için tıklayınız). Erdoğan’ın projesi ise, Lütfi Kırdar’ın halka açtığı bir parkı, üst sınıflara devretmeye karşılık geliyor. Kemalist halkçı bir proje olan Gezi Parkı, tüm Kemalizm eleştirilerine karşın, halkı dışlamayan bir proje. Kırdar’ın andığı ikinci park olan Lüksemburg Bahçesi, Paris’in en büyük ikinci halka açık parkı. Bahçe, bugün, Paris’te, Lüksemburg Sarayı’nda bulunan Fransız Senatosu’nun bahçesi. Bu da, eski bir Medici mülkü. Lüksemburg Bahçesi’ni ölümsüzleştiren yapıtlardan biri, Victor Hugo’nun “Sefiller”i (Lüksemburg Bahçesi’nin tarihi için tıklayınız). Sözü edilen üçüncü park ise, Paris’te, Eyfel Kulesi yakınında.
Buraya, fabrika, kışla, mağaza vb. yapmak yerine, park yapan bir belediyecilik, desteklenmeli. Bu bağlamda, Gezi Parkı, Endüstri Devrimi’nin ürettiği gri modernizme karşı, yeşil modernizmin bir simgesi. Bu yeşil modernizmi Erdoğan’dan önce grileştirenler, Amerikalıların Hilton oteli projesini onaylayan bir sonraki İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Fahrettin Kerim Gökay oluyor. O da, Lütfi Kırdar gibi doktor (psikiyatrist) ve yine Kırdar gibi, daha sonra Demokrat Parti iktidarında (kısa süreliğine) Sağlık Bakanı oluyor. Gökay’in (1900-1987) İstanbul Belediye Başkanlığı ve Valiliği dönemi, 1949-1957 arası. Bu, tam da, Türkiye’nin Amerikanlaşma’ya başladığı dönem. İstanbul’un o zamanki başplancısı Aron Angel (1916-2010), Gökay’ın bu parkın orta yerine Hilton dikme projesine karşı çıkıp istifa ediyor (Aron Angel’in yaşamı ve çalışmaları ve İstanbul’un o dönemlerdeki planlanması ile ilgili olarak 6. Mimarlık ve Kent Filmleri Festivali’nde (2012) gösterilen ve ödül alan “Elinde Proje Var” adlı belgeseli önerebiliriz. Yine de, dönemin içişleri bakanı Namık Gedik’le birlikte 6-7 Eylül saldırılarının başsorumlularından biri olduğu ileri sürülen Gökay’ın zamanında bile, bir önceki yönetim tarafından yıkılan Topçu Kışlası’nın yeniden dikilmesi gibi bir çalışma yapılmıyor. Topçu Kışlası’nı bizzat görmüş yönetimler bile onu yeniden inşa etmeyi düşünmezken; Erdoğan hükümeti, ticari amaç dışında ne tür bir amaç için bu kışlayı yeniden dikmeyi hedefleyebilir? Haydarpaşa’nın yıkılması için sayılı gün veren bir hükümetin Topçu Kışlası ısrarında, kamuoyuna açıklanmayan hangi akçeli işler sözkonusu?
Biraz da, Gezi Parkı’nın çevresine bakalım: Dolmabahçe’ye uzanan Divan Otel’le Harbiye Kışlası arası, Lütfi Kırdar, burayı kamulaştırana kadar, Surp Agop Ermeni Mezarlığı idi; Gezi Parkı da, yabancılarla gayrımüslimlerin gömüldüğü bir mezarlıktı. “Taksim Bahçesi” diye anılan AKM tarafları (İntercontinental Otel, Gezi Oteli, Atatürk Kitaplığı, Sheraton Hotel, Gümüşsuyu Askeri Hastanesi çevresi) ise, Müslüman Mezarlığı’ydı. Dönemin turist kitapları, buranın Adalar’ı ve Topkapı Sarayı’nı kapsayacak bir biçimde muhteşem bir İstanbul manzarasına sahip olduğunu yazıyor. Topçu Kışlası’ndan önce buralar mezarlık olduğuna göre, madem sözkonusu olan muhafaza ve muhafazakarlıktı; burası, kabristan olarak kalabilirdi. Kentin gayrımüslim belleğinin silinmesi, gayrımüslimlerin mezarlarının kışla ve otel yapılmasıyla başlamadı elbet; ancak, hız kazandı. Sonrasında, burjuvazinin Türkleştirilmesi adına, bugün halkımıza şiddet uygulayan açık ve derin devlet tarafından, 6-7 Eylül saldırıları örgütlendi; evleri, dükkanları ve dinsel yapıları yağmalanıp cankayıpları yaşayan birçok gayrımüslim, ülkeyi terk etti. Topçu Kışlası’ndaki ısrarın gayrımüslimlerin mezarları üstüne kışla dikmeye kalkmak gibi, insanlık düşmanı bir boyutu var ki, çapulcuların çok azı bunun farkında. Çeşitli noktalara ek olarak, bu açıdan da, Gezi’ye kışla dikmek, birkaç ağaç meselesinden çok öte bir durum. Gezi direnişçileri, Gezi’de yatan gayrımüslimlerin unutulmadığını anımsatan simgesel bir girişimde bulunabilir. Bu bağlamda, Gezi Parkı’nda, bir sokağın “Hrant Dink Sokağı” olarak adlandırılması ve tabelasının çakılması, bu yönde atılmış olumlu bir adım. Bunun daha görünür olması gerekiyor. Aynı biçimde, Hrant Dink’in arkadaşları, her yıl, suikastin yıldönümünde, Ergenekon Caddesi’nin üstüne Hrant Dink Caddesi tabelası koyuyor. Umuyoruz, Gezi Direnişi, Hrant’ın arkadaşlarının bu talebine de destek olmuş olur.
Bitirmeden, yeniden, Topçu Kışlası konusuna girelim: Topçu Kışlası, yıkılmadan önce, Gülersoy’un aynı albümde verdiği bilgilere göre, halktan insanların gidip boş zamanını geçirdiği, seçkinci belediyenin hazetmediği bir yerdi. Ancak, belediye, kışlayı yıkarak, halkın daha iyi zaman geçirebileceği bir ortam yarattığına göre, Kırdar’ın bu kararı, halk, “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” olarak tanımlandığı sürece, diktatöryel olarak görülemez. Yine de, gayrımüslimlerin mezarlarının kışlaya çevrilmesine şerh koymamız gerekiyor. Topçu Kışlası’nın yıkılmadan önce harabeye dönmesinin öyküsü de önemli: 2. Meşrutiyet’e karşı mutlakiyetçi bir çıkış olan 31 Mart karşı-devriminde, gerici askerler, Topçu Kışlası’nda konuşlandığı için, Mustafa Kemal’in kurmay başkanlığını yaptığı ve adını verdiği Hareket Ordusu, kışlayı topa tutuyor. Daha sonraki savaşlar ve Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki kaynak yetersizlikleri nedeniyle, kışla, bir türlü onarılamıyor. Bu yönüyle, Topçu Kışlası, karşı-devrimin simgesi olarak da okunabilir. (Çapulcularla Hareket Ordusu arasında benzetme yapan bir yazı için tıklayınız.)
İslam açısından en muhafazakar tutum, parkın, peygamberler devrindeki haline çevrilmesidir. Bu da, bütün mermer, asfalt ve çimentoların sökülüp alanın ormanlık hale getirilmesi demektir. Taksim’de bugün Marmara Oteli olan yapı, daha önce Intercontinental Otel’di; sonra Etap Otel ve sonra da Marmara Oteli oldu. Bu otel, Osmanlı Bankası Genel Müdürü’nün konağının yıkılmasıyla yapıldı. Bu da tarihsel bir yapıydı. Muhafazakarlar, bu mantıkla ve tutarlılık adına, Marmara Oteli’ne de iş makineleriyle girmeli. Gezi Parkı çevresindeki oteller de, parkın alanından kesilerek dikildi. Örneğin, şuanki İntercontinental Otel, Ali Fuat Cebesoy’la Mustafa Kemal’in içki içtiği Taksim Bahçesi’nin bir parçasıdır. Ancak, yukarıda belirttiğimiz gibi, en Amerikancı, en otelci, en sermayeci belediyeler bile, parkın çevresine oteller için arazi vermekle yetinip yine de parkı koruyorken, Erdoğan Hükümeti, gerçekten neyin peşindeydi? Muhalefeti hafife aldığı için mi? Daha önceki yönetimler döneminde, daha çok direniş olduğu için mi? Hep dile getirildiği gibi, “artık hiçbirşey eskisi gibi olmayacak.”
Sonuç olarak, bugün Topçu projesi, bir yandan, halkın kullanımına açık kamusal bir alanın ticarileştirilerek halka kapatılması, bir yandan da, ötekilerin mezarlığını yok sayıp parktan bir de kışlaya çevirerek çoğulcu bir toplumu baltalama projesidir. Başta belirtildiği gibi, Gezi Parkı Direnişi’ne karşı çıkanlar, hem Mustafa Kemal’e hem de Adnan Menderes’e karşı çıkmış sayılmalıdır. Lütfi Kırdar’ın yeşil modernizminin bayrağını devralan gençler, yeni bir tarih yazıyorlar. Bu tarih, on yıl ya da yüz yıl önceden daha az değerli değil. Tarih, anımsatılacak değil, yaşatılacak bir varlıktır. “Hangi tarih?” sorusuna da, direnenler yanıt veriyor ve verecek. (UBG/EKN)