Deyr ez Zor şehri Suriye’deki savaşta gözlerin çevrildiği önemli bölgelerden biriydi. Nedeni Irak sınırında yer aldığı için bir geçiş alanı yaratan stratejik konumu ve elbette ki yeraltı zenginlikleriydi. 2014 yılında IŞİD’in eline geçen Deyr ez Zor geçen hafta Suriye güçleri tarafından geri alındı.
Bu şehrin dünya tarihindeki önemi ise Ermeni Soykırımı’nın sembolü, yani ABD Büyükelçisi Henry Morgenthau’nun kitabında yer verdiği Talat Paşa’nın “Anadolu’nun hiçbir yerinde Ermeni kalmayacak. Ancak çölde yaşayabilirler” sözünün gerçeğe döndüğü yer olması…
“Deyr Ez Zor’un arkasında dehşet yolu başlıyor”
Deyr ez Zor’da yaşananlar Wolfgang Gust’un Belge Yayınları tarafından basılan “Alman Belgeleri: Ermeni Soykırımı 1915-1916” kitabında yer verdiği Alman raporlarına da yansıyordu. Raporlara göre 1915 öncesinde nüfusu 14 bin civarında olan Deyr ez Zor güzel, geniş caddeleriyle dikkat çekici bir şehirdi. Suriye çöllerinin en büyük şehri olan Deyr ez Zor, Halep’e olan yakınlığından ötürü ticari olarak da görece gelişmişti. Ancak soykırım sürecinin başlamasıyla her şey değişecekti.
Nüfusu ilk Ermeni kafilesinin geldiği Mayıs 1915’ten sonra hızla 25-30 bine çıkıyordu. Sürekli kafilelerin buraya yönlendirilmesi ile bölgede organizasyon imkansız hale geliyordu. Bölgedeki Ermenilerin payına düşense “ölü gömmek, kara kara ölümü düşünmek, yorgun, hasta, yarı ölü vaziyette zahmetli adımlarla ölüme yürümek” oluyordu.
“Ölmüş annelerinin kollarının arasındaki bebekler”
Deyr ez Zor’da ölenlerin sayısı kısa zamanda günlük 150-200 kişiye yükseldi ve giderek de arttı. Deyr ez Zor’daki sürgünler arasında bulunan Mihran Ağazaryan o günleri anılarında şöyle anlatacaktı:
“Sürgünler her türlü hayvan cesetlerini, tarla böceklerini, aynı zamanda kurumuş farklı bitkileri yemeye başlamışlardı. Sıcak mevsim süresince ana yiyecekleri saplar üzerine ızgara yaptıktan sonra yedikleri çölün siyah çekirgelerinden oluşmaktaydı. (…) Ölmüş çocuklarının vücutlarını kollarının arasında tutan, günlerce ölümün gelmesini bekleyen veya gidip genel mezarın içerisindeki cesetlerin ortasına yatan anneler vardı. Hala süt emmekte olan çocuklar, genel mezarlığa doğru götürülmekte olan ölmüş annelerinin kollarının arasından çekilip alınıyorlardı. Ölüm en şanslılara ayrılmıştı.”
Deyr ez Zor’daki şartlara bölgedeki Alman yetkililer de şahit oluyordu. Bağdat’tan Halep’e seyahat eden Alman Konsolosu Wilhelm Litten 9 Şubat 1916’daki raporunda yaşananları şöyle aktarıyordu:
“Deyr ez Zor’un arkasında dehşet yolu başlıyor. (…) Geride kalıp tek başlarına çölde kaybolduklarından acılardan gerilerek, tanınmayacak ümitsiz bir yüz ifadesiyle nasıl öldüklerini ve diğerlerinin nasıl şiddetli gece ayazı sayesinde ölüp kurtulduklarını ve sükûnet içinde uyuduklarını, bazılarının köpekler tarafından elbiselerinin ve paçavralar içindeki bedenlerinin parçalanırken nasıl Arap eşkiyalar tarafından çırılçıplak soyulduklarını, diğerlerinin sadece ayakkabı ve elbiselerinin üst kısmını yitirmiş olduklarını ve nihayet son nakilden daha henüz yeni kendilerinden geçip öldüklerinden tamamen giyinik olarak tam tekmil kanlar içinde veya yarı çürümüş iskeletler yanında uzandıkları önceden gelip geçen kafileleri hatırlatıyor.”
Şehirdeki keskin değişimlerden biri Ermenilerin rahat nefes almasını sağladığı için “hümanist”, “üst sınıftan bir centilmen” ve “cesaret timsali” diye nitelenen Mutasarrıf Ali Suat Bey’in yerine Deyr ez Zor Kaymakamı Salih Zeki’nin (Zor) geçmesiydi. Alman raporlarına göre, “Zeki Bey, Deyr ez Zor’da kaldığı sürece bölgeye ayak basan tüm Ermeniler ölüme mahkum” olacaktı. Ve öyle de oldu.
Raymond Kevorkian’ın Belge Yayınları’ndan çıkan “Soykırımın İkinci Safhası” kitabına göre, 1915 Haziran’ından Mayıs 1916’ya kadar bölgeye yüzde 10’u erkek, yüzde 30’u kadın, yüzde 60’ı çocuk olan 180 bin sürgün sağ ulaşmıştı. Fakat Salih Zeki döneminde yok etme süreci başlıyordu.
5 Eylül 1916’da Alman Konsolos Yardımcısı Hofmann, bütün kampları ziyaret eden bir Almanın değerlendirmesini aktarıyordu: “Son seyahatimde, Deyr ez Zor’da gördüğüm 20-30 bin Ermeni, birkaç zanaatkar ve yaklaşık 1200 çocuk hariç olmak üzere daha uzağa, yani duyduğum kadarıyla Habur nehri dolaylarına gönderilmişler. Genel kanıya göre hepsi orada doğranmışlar.”
Fakat Mihran Ağazaryan’ın anlatısına göre çocuklara da sıra gelecek, yetimhanede bulunan 2 bin çocuk iki kafile halinde ölüme götürülecekti. Aram Andonyan, Salih Zeki’nin başını çektiği bu süreçte 1916’nın Temmuz ayının sonundan Aralık ayının sonuna kadar 192 bin 750 kişi öldürüldüğünü belirtiyordu.
Deyr ez Zor soykırım sürecinde adı ölümle anıldığı için hafızalara da böyle yer edecekti. Prof. Verjine Svazlian tarafından toplanan Ermeni Soykırımı’nda hayatta kalan tanıkların anlatıları arasında Türkçe yakılan ağıtlarda da Deyr ez Zor yer buluyordu:
“Der Zor dedikleri büyük kasaba,
Kesilen Ermeni gelmez hesaba,
Osmanlı efradı dönmüş kasaba
Dininin uğruna ölen Ermeni!”
*
“Der Zor’un içinde naneler biter,
Ölmüşlerin kokusu dünyaya yeter,
Bu sürgünlük bize ölümden beter,
Dininin uğruna ölen Ermeni!”
Deyr ez Zor soykırım sonrasında çölde kemiklerin hala açıkça görülebildiği bir yer olduğu için de simgesel öneme sahipti. Kemikler, 1991’de açılan Ermeni Soykırımı Şehitleri’ni Anma Kilisesi’nde de bulunuyordu. Ancak bu kilise 21 Eylül 2014’te El Nusra tarafından patlatıldı.
“Auschwitz, Yahudilerin Deyr Ez Zor’udur”
Bu saldırıdan dört yıl önce, 2010 yılında Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan da bu kiliseyi ziyaret etmişti. Deyr ez Zor çöllerinde yaşanan trajedilerin hiçbir dilde tercüme edilemeyeceğini söyleyen Sarkisyan, bölgenin önemini şu sözlerle ortaya koymuştu:
“Sık sık tarihçiler ve gazeteciler Deyr ez Zor ve Auschwitz'i karşılaştırıyorlar: ‘Deyr ez Zor, Ermenilerin Auschwitz'idir’. Bence, tarihi kronoloji bizi, bunu yeniden formüle etmeye zorluyor; Auschwitz, Yahudilerin Deyr ez Zor’udur.” (SK/ÇT)