Bu çalışmada, yazılı, görsel ve işitsel eserlerden yararlanılarak, Türkiye hapishaneleri mercek altına alınmak istenmiştir. Bu yapılırken, "içeriden" bakış dikkate alınmak istendiğinden özellikle anı kitaplarından faydalanılmıştır.
Eldeki kaynaklar dikkate alındığında, Türkiye hapishanelerinde adlisiyle, siyasisiyle mahpusların 1970'li yıllara kadar, hapishane kapılarının ardında "özgür" olduğu söylenebilir.
Bu yıllarda adli mahpuslar, kapalı kapılar ardında "ağalık" düzeninde yaşıyorlarken, siyasiler "komün" kurmuş, hapishane koşullarının izin verdiği oranda ortaklaşa yaşamaya çalışmaktadırlar. Yine bu dönemde ölüm, adli mahpusları ağalık düzeninin çarklıları arasında, bıçaklama, şişleme, hesaplaşma olarak yakalarken, siyasi mahpuslar ise hapishanede değilse de hapisliği aratmayan ve senelere varan uzun gözaltılarda eziyet çekmekte ve gördükleri işkence sonucu sakat kalmakta, hastalanmakta ve ölmektedirler.
12 Mart'ın ardından, 1970'li yıllar hapishaneler açısından bir geçiş sürecini oluşturur. Bu yanıyla 12 Eylül'ün provası olarak da görülebilir. Bu yıllarda birçok yeni dayatma gündeme getirilir ve mahpuslardan bunlara uymaları istenir. Ancak bu konudaki asıl kırılma 12 Eylül'le birlikte yaşanır. [1]
2 Eylül sonrasında devlet mahpuslar üzerinde "yeniden inşa"ya girişirken, mahpuslar da kimliklerini korumaya çalışırlar. Yaşanan bir kimlik mücadelesidir. Bu kimlik mücadelesinin kendisini gösterdiği alanlardan biri de mekandır.
Mekan, yani hapishane, koğuş sisteminden, "oda"lara doğru evrilmektedir. "Oda" sistemine doğru evrilen hapishanelerde, dayatmalar karşısında direnişin kaçınılmaz bir sonucu olarak ölümler, mahpusların karşısına dikildiğinde ise ölümün estetize edilmesi durumu kendisini gösterir.
"Yusuf'un Medresesi" olarak hapishaneler
Hapishaneler denilince akla ilk gelen anlatılardan birini, belki de ilkini Yusuf Peygamber'in hapse atılması oluşturur. Yakup Peygamber'in oğlu olan Yusuf, kendisini kıskanan üvey kardeşleri tarafından atıldığı kuyudan kervancılar tarafından kurtarılır ve Mısır'da köle olarak satılır. Yusuf'u alan kişi (Aziz), Mısır'ın mali işlerinden sorumludur. Bu kişinin karısı Züleyha, Yusuf'u çok beğenir ve ona "istek duyar"[1]. Ancak Yusuf bu isteğe cevap vermeyince onu zindana attırır. Uzun yıllar zindanda kalan Yusuf, hükümdarın bir rüyasını yorumlayınca zindandan çıkartılır ve Mısır'ın mali işlerinin başına getirilir.[2]
Bu anlatı irdelendiğinde, hapse düşen kişinin suçlu, hapisliğin de ceza olarak görülmesi imkânsızdır. Bu anlatıda hapse düşen kişi masum, hapishane ise onun çilesini doldurduğu ve mükâfatını beklediği mekandır. Bu anlatıdan yola çıkılarak hapisliğe "Yusuf'un çilesi", hapishaneye ise "Yusuf'un medresesi" denilmektedir. Bu anlatının, "kader mahkûmu" algısının önemli bir göstereni ve yeniden yaratıcısı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Hapishanelere, hapisliğe yönelik dini kaynaklı bir başka nitelendirme de "Eyüp sabrı"dır. Hasan İzzetin Dinamo, dört yıllık hapisliğini anlatan "Yirmibirinci Yüzyılın İnsanlarına Şiirler" başlıklı şiirine, "Bir Eyüp sabrıyla bekledim / Sabahı olmayan gecelerde. / Gül dalları yerine demir çubuklar vardı / Münzevî-münzevî pencerelerde." dizeleriyle başlar. Şiirin son dizeleri ise şöyledir: "Öğrenme, / istemem, / bir Eyüp sabrı nedir / torunlarımın torunu. / Say ki dedelerin bir masal yaşadı, / say ki acılar masaldı, / Öttür ölümsüzlüğe doğru borunu!"
"Eyüp sabrı" nitelendirmesi, Allah'ın Eyüp Peygamber'i, sabırla imtihan etmesine dayanmaktadır. Eyüp Peygamber, çok zenginken bütün malları yok olur; on çocuğu ölür. Bunun üzerine bir de hastalanır ve karısı hariç bütün yakınları da ondan yüz çevirirler. Eyüp Peygamber, yedi yıl boyunca, sıkıntı ve ızdırap içinde bir kulübede yaşar. Halinden hiç şikayetçi olmaz, sabırla çilesini çeker ve sonunda helak olan malları, ölen on çocuğu tekrar kendisine verilir ve sağlığına kavuşur. O, Allah tarafından imtihan edilmiş, çilesini sabırla çekmesini bilmiş ve tıpkı Yusuf Peygamber gibi mükafatını almıştır.[3]
Anadolu'da, hapisliği, zalim insanların zulmü olarak gösteren anlatılar, tarih içerisinde birçok defa yinelenmiştir. Pir Sultan Abdal'ın, Hızır Paşa tarafından hapsedilmesi de bu durumun bariz örneklerinden birisidir.
Pir Sultan'ın müridiyken, Sivas'a vali olan Hızır Paşa, Osmanlı-Safevi çekişmesinin yaşandığı bu dönemde Pir Sultan'ı, Sivas Toprak Kale'ye hapsettirir. İçinde "şah" sözcüğü geçmeyen üç şiir okursa kendisini affedeceğini söyler. Ancak Pir Sultan'ın üç "deme"si[4] de "şah" sözcüğü içerir. Pir Sultan, daha ilk demesinde "açılın kapılar şaha gidelim" demektedir. O'nun inadını kıramadığını, inancından vazgeçiremediğini gören Hızır Paşa bir gün sonra Pir Sultan'ı idam ettirir.[5]
Yusuf peygamber ve Pir Sultan Abdal anlatılarında açıkça görülen, mahpusların, "kader kurbanı" ve masum, mazlum olduğu yönündeki bu algının izlerinin sürülebileceği başlıca sanat eserlerinden birisi de türkülerdir.[6] "Mapushane İçinde Yanıyor Gazlar" isimli anonim bir Orta Anadolu türküsünde bu durumu görmek mümkündür:
Mapushane içinde yanıyor gazlar
Bayramdan bayrama çalınır sazlar
Kiminin anası ağlar kimine kızlar
Böyle düştüm zindana yanar ağlarım
Demir parmaklıktan bakar ağlarım
Mapushane içinde mermerden direk
Kimimiz on beşlik kimimiz kürek
İdam cezasına dayanmaz yürek
Böyle düştüm zindana yanar ağlarım
Demir parmaklıktan bakar ağlarım
Urfa yöresine ait "Mapushane Türküsü" isimli bir başka anonim türküde ise hapishanenin zalimliğinden söz edilir:
Ne zalımdır mapushane havası
Çocuklar ağlıyor ister babası
Hakkımızda verdiler idam cezası
Mapushane seni yapan kör olsun
Kör olsun da iki elleri kırılsın
Akşam olur firengiler vurulur
Gardiyanlar önümüze kurulur
Anam beni ziyaretten yorulur
Mapushane seni yapan kör olsun
Kör olsun da iki elleri kırılsın
Sabahattin Ali'nin günümüze aktardığı ve Zülfü Livaneli ile Edip Akbayram'ın seslendirmesiyle bilinir hale gelen "Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz Türküsü" de, "mazlum mahpus" anlayışının bir başka örneğidir.
Türküde, kardeşinin, beyin adamları tarafından öldürülmesi üzerine, kardeşinin intikamını alarak, dağlara çıkan Sandıkçı Şükrü'nün hikayesi anlatılır.[7] Sandıkçı Şükrü bir ara yakalanır ve Sinop kalesine kapatılır. "Çok zamandır çektim kahrı zindanı / Bize de mesken oldu Sinop'un hanı / Firar etmeyilen buldum amanı / Eşkiya dünyaya hükümdar olmaz"
Hapishanelere yönelik bu "olumlu" algı, "Yusuf'un medresesi" anlayışı Cumhuriyet yıllarında da devam eder. Cumhuriyet yıllarındaki kırılma 1980'li yıllarda gerçekleşecektir. Bu açıdan Cumhuriyet dönemi hapishaneler tarihi ele alınacaksa bunu esas olarak 1980 öncesi ve sonrası diye iki ana başlığa ayırmak mümkündür.
1980'lere kadar hapishaneler
Türkiye'nin 1980 öncesi hapishanelerinden söz edildiğinde, mekan olarak kastedilen aslında "koğuş"lardır. İnsanların bir "dam" altında, bir arada bulunduğu bu sistem, kaçınılmaz olarak kendi kültürünü de oluşturmuştur. Ancak, toplum için tek bir kültürden bahsedilemeyeceği gibi, hapishane için de tek bir "hapishane kültürü"nden söz edilemez. Farklı kültürlerin izleri, "ölüm-sanat-mekan üçgenine" bağlı kalınarak, sanat eserleri üzerinden ve özellikle de ölüm temasına bakılarak araştırılabilir.
Mahpusları, özellikle de konumuz açısından, "adli"[8] ve "siyasi" olarak ikiye ayrılabilmek mümkündür. Siyasi nitelendirmesi, büyük oranda geçmişin "komünist", günümüzün "devrimci" tutuklu ve hükümlülerini ifade etmek için kullanılır. Devlet, siyasi iktidarlar ise "siyasi" nitelendirmesini kabul etmeyip bunun yerine bu tutuklu ve hükümlüleri geçmişte "anarşist" günümüzde de "terör suçlusu" olarak adlandırmaktadır.[9] Ancak hapishanelerde tutulanlar açısından bu "adli", "siyasi" ayrımı genel kabul görmektedir ve bu terimler hapishane literatürüne yerleşmiştir.[10]
1980'li yıllara kadar hapishanelerde adli ve siyasi mahpuslar aynı koğuşlara konulabilmektedir. Nazım Hikmet'in, Kemal Tahir'in, Rıfat Ilgaz'ın, Orhan Kemal'in, Kerim Korcan'ın, Mihri Belli'nin, Hasan İzzettin Dinamo'nun, Zekeriya Sertel'in, Şevket Süreyya Aydemir'in ve 1940'lı 1950'li yıllara dair anılarını anlatan bir çok yazarın anlatımlarında bu durumu görmek mümkündür. Bu anlatımlarda hem adlilerin hem de siyasilerin yaşantılarına dair bilgiler vardır.
Adli mahpuslar
Cumhuriyet'in ilk dönemlerinde Anadolu'daki hapishaneler Osmanlı döneminden kalma hapishanelerdi. Bazıları restore edilmiş ve ek binalar yapılarak kullanılmaya devam etmiştir.[11] Yemek yatak gibi ihtiyaçlar mahpuslar tarafından karşılanır. Eski Türk filmlerinde hapishaneye girenlerin sırtında dürülmüş döşeği olması bundandır. Yemek olarak da 1943 yılına kadar mahpuslara "tayın" adı altında sadece bir somun ekmek verilirdi.[12]
Bu yıllarda ve bu koşullarda, adli mahpuslar açısından hapishanelerde ağalık, beylik düzeninin sürdüğünü söylemek yanlış olmayacaktır. Bu açıdan, 1925 yılında TKP'ye yönelik bir operasyon[13] sonucu tutuklanmış olan Şevket Süreyya Aydemir'in gönderildiği Afyon Hapishanesi'ne dair gözlemleri önemlidir.
Aydemir, Afyon'da dört koğuş olduğunu ve hem bu koğuşların hem de koğuşlardaki mahpusların kendi içlerinde "kademelendirildiğini" söylüyor. Koğuşların kademelendirilmesi "cezalara" göre yapılır. Aydemir, kendisinin de tutulduğu koğuşa cezaları ağır olanların konulduğunu söylüyor. Bu mahpusları şöyle sıralıyor: "Ölüm cezasına çarptırılıp hükmün tasdikini bekleyenler, yüz bir yıllık denilen hükümlüler, nihayet cezası hiç değilse on beş, yirmi yıldan aşağı olmayanlar." Süreyya'nın anlatımlarına göre, koğuşların içerisindeki sıralamanın göstergesi ise koğuş içerisinde tutulan mekanlardır:
Evvela her koğuşun içinde köşeler, en ağır cezalılar yahut en azılılar arasında paylaşılmıştı. Fakat bir suçlu ne kadar azılı olsa da, koğuş içinde mevkiini ve imtiyazını diğerlerine karşı tek başına korumaya muktedir olamayacağı için, köşeler bir takım grupların eline geçmişti. Her köşe bir grubun elindeydi. Köşelerden sonra, bu köşeler arasındaki duvar boylarında yer sahibi olmak imtiyazı gelirdi ki, bu da mühimdi. Bu duvar boylarının da koğuş kapısından uzaklaştıkça ve köşelere yaklaştıkça ehemmiyeti derece derece artardı. Koğuşların avluya bakan yalnız ikişer penceresi vardı. Bu pencerelerin altında yer almak da ayrıca çok mühimdi. Çünkü yukarı kata düşen bu ikişer pencereden, yalnız havalanmak değil en mühimi Afyon'un ortasından fışkırıp, üzerinde Selçuk kalesi harabeleri bulunan meşhur kayasını ve şehrin yukarı mahallelerini görmek kabildi.
Köşelerde değilse bile hiç olmazsa duvar diplerinde yer tutabilmek için dahi, gene birtakım gruplar halinde toplanmak yahut da şu veya bu gruba dayanmak icab ederdi. Mamafih, bu gruplar arasında tek başına yer tutabilmiş olan ağırbaşlı ve itibarlı mahkumlar da vardı ki, bunlar, aynı zamanda, grupların sınırları arasında bir fasıla hattı, bir tarafsız bölge tesis edebilmek bakımından, galiba gruplar için de faydalı sayılarak oralara yerleştiriliyorlardı.
Sonra ne köşelerde, ne duvarlar boyunda yerleri olmayan mahkumlar gelirdi. Bunlar itibarsız kimselerdi. Gündüzleri pılıpırtılarını duvar diplerine istif edilen diğer yorgan, yatakların üzerlerine atarlardı. Gece olunca da, bunları koğuşların ortasına sıra sıra yayarak, orta yerlerde yatarlardı. Bu yataklarda yatanların da, koğuş kapısına veya duvar diplerine yakınlık bakımından hesaplanan itibar dereceleri vardı. Koğuş kapıları arkasında ancak, en itibarsız mahkumlar yatardı.
Gerek koğuşlar arasındaki, gerek koğuşlar içindeki bu meratip silsilesi değişmez değildi. Hapishaneye ilk girince postunu bir tarafa istifleyip, akşam olunca da kapı arkalarında serilip yatanların bütün ümidi, yavaş yavaş ortalara ve nihayet duvar diplerine sokulabilmekteydi. Fakat bunun için yalnız kendi cezasının ağırlığına, yahut kendi kabadayılığına güvenmek yetmezdi. Yerine göre ve eğer gücü yetiyorsa para harcamak, yahut cezaevinin veya koğuşun iç politikasına karışmak, hamiler, dostlar müttefikler tedarik etmek, kavgalarda gürültülerde kendini tanıtmak, hatta hapishane idaresine hapishane dışından tesirler yaptırmak da icap ederdi. O zaman, evvela kapıların arkasına serilerek, koğuş hayatına karışan bir yatağın, adım adım ilerlediği görülürdü. Bir defa yolu açılan bu talihlinin, koğuş içindeki itibarı da, yatağının ilerleyişi nispetinde artardı.[14]
Aydemir'in anlattığı koğuşlar arası hiyerarşinin en altında ise "adem babalar" yer alır. Kemal Tahir'in ve Orhan Kemal'in romanlarında adem babalara ilişkin ayrıntılı bilgiler bulabilmek mümkün.
Adem babalar, parası olmayan, ziyaretçisi gelmeyen, idarenin verdiği tayın dışında yiyecekleri olmayan, yiyecek ve izmarit için çevresindekilere muhtaç olan mahpuslardır. Orhan Kemal'in 72. Koğuş romanı, Nazım Hikmet'le beraber kaldığı Bursa Hapishanesi'ndeki deneyimlerinden yola çıkılarak yazılmıştır ve adem babalar koğuşunu anlatır.[15]
İdare tarafından verilen bir somun ekmek dışında yiyecekleri olmayan bu insanlar diğer koğuşların yemek artıkları için birbirleriyle kavga etmekte ve parası gelen bir mahkuma yaranabilmek için her şeyi yapmaktadırlar. Yatacak döşekleri, giyecek doğru dürüst elbiseleri dahi yoktur. Romanın kahramanı, bir sobası dahi bulunmayan koğuşta, pencere önünde soğuktan donarak ölür. Orhan Kemal, "Nazım Hikmet'le 3,5 Yıl" adlı anı kitabında da bu günleri dile getirmiştir. Burada 72. Koğuş'u şöyle anlatır:
Bu koğuşun çerçeveleriyle bütün tahta kısımları kırılıp parçalanmış, koğuşun ortasında, betonda yakılmış, ısınılmış ve alevlerin ışığında izmaritine zar atılmıştır. Camları bütün kırık pencerelerinden sabaha kadar yağmur, kar ve ayaz dolan koğuşta eski püsküleri içinde Adem Babalar birbirlerine sarılıp, titreşerek ısınmaya çalışırlar.[16]
Hasan İzettin Dinamo da, 1935-1939 yılları arasındaki mahpusluk deneyimini anlattığı "Musa'nın Mapusanesi" adlı kitabında bir adem babayı şöyle anlatır[17]:
Yaşını, adını bilene aşk olsun. Yalnız Arap Hacı derler. O da bundan hoşnuttur. Onun yoksulluğu öyle komiktir ki, kader kurbanları onu görünce hemen gülmeye başlarlar. Gülünecek hali mi var zavallıcığın? Eski Yunan'ın filozof Diyojen'i bile o ünlü fıçısıyla Arap Hacı'dan daha az yoksuldu. Arap Hacı'nın yeryüzünde biricik evi mapusane. Bir un çuvalını hem iç çamaşırı hem de giynek olarak kullanıyor: çuvalın dibinin ortasından, sonra bunun her iki yanından kafasıyla kollarını geçirmek üzere birer delik açmış. Arap Hacı, bu katıksız berduş, bu çuvalın içine dalıvermiş, balıklama. Başı cascavlak. Ayakkabısı desen toprak. Kucağında iki tombul nazlı kedi yavrusu.
Necip Fazıl Kısakürek de 1940'lı yıllardan 1960'lı yıllara kadar, kısa süreli olarak birçok kez hapishaneye girmiştir. Bu deneyimlerinden yola çıkarak adem babaları şöyle anlatır:
Hapishanenin asli milleti olan Adem babalar üzerinde ne kadar tafsilat versem az... Onlar için kitaplık çapta konuşmak lazım... Tıpkı milletlerin asli kitleleri gibi, onlar da, hapishanede, adedi üstünlüğün biricik sahibi; fakat ferdi ve zümrevi tasallut ve istismarın da tek hedefidir. Hapishane, içinde 'Adem Baba' isimli bir sürü soyu bozuk koyunla, aralarına salıverilmiş kurt gruplarının bir arada barındığı ağıldır. Bu Adem babaların, dilenerek, ağalara iş görerek, sağdan soldan getirerek her gün topladıkları yarımşar, birer liraları, sonra aynı ağalar, muhtelif tertiplerle onların elinden alır. Hiçbir Adem babanın şahsi parası kendi başına değer belirtmez de, aynen milletlerde olduğu gibi, bu paralar bir araya gelince, bundan bütün bir içtimai kıymet doğar. İstanbul tevkifhanesi gibi, en aşağı 500 Adem babası bulunan bir zindanda, Adem baba başına günde tek liralık mali takat hesap edecek olursanız, nihayet üç beş kişiyi geçmeyen efeler grubunun iktisadiyatını tasarlayabilirsiniz. Bu iktisadi sistemin istihsal usulü de, kahve, çay, haraç maraç, hepsi laf; sadece eroindir. Hapishanede efe, eroin ticaretini elinde tutan onun istihlak sahasını tanzim ve idare eden kahraman demektir. Kumarlar, kahve ocakları, esrar vesaire, efe muavinlerine mahsus küçük arpalıklardır.[18]
Adem baba nitelendirmesi, Aristo'nun ortaya attığı ve Agamben'in vurguladığı "zoe", "bios" ayrımını çağrıştırmaktadır.[19] Zoe olmak, Adem olmak halidir. Adem babalar, zoe'dir, "çıplak hayat"tır. Sadece insandırlar, insan olmanın ötesinde bir nitelikleri yoktur.[20]
Aydemir'in ve Kısakürek'in adli mahpuslara ilişkin bu anlatımlarını Kerim Korcan'ın "Tatar Ramazan", "İdamlıklar" ve "Linç" isimli romanlarında da görmek mümkündür.[21]
Özellikle Tatar Ramazan romanı, hapishanelerdeki ağalık düzenine başkaldıran bir mahpusun yaşantısını anlatır. Tüm bu anlatımlarda da görülmektedir ki; hapishanelerde adliler ağalık düzeninde yaşamakta, yaşatılmaktadır. Tıpkı geçmişte, devletin Kürt coğrafyasıyla bağının ağalar, beyler üzerinden kurulması gibi hapishanelerde de bu bağ ağalar, beyler üzerinden kurulmaktadır. Hapishanelerde siyasi mahpusların varlığı ise hem hapishane idaresi hem de ağa takımı tarafından tehdit olarak algılanmıştır. Bu nedenle geçmişte adli ve siyasi mahpuslar bir arada tutulurken, sonra olanaklar dahilinde siyasi mahpuslar adlilerden ayrı tutulmaya çalışılmıştır. Bu amaçla, 1934 yılında hükümet hapishanelere iki talimat yollamış ve komünistlerin "bir takım muzır fikirler" aşılamaması için "komünistlikten mevkuf ve mahkum olan eşhasın diğer mevkuf ve mahkumlarla temas ve ihtilatlarına katiyen meydan bırakılmaması" istenmiştir.[22]
Dinamo da 1935-1939 yılları arasındaki tutukluluğu sırasında daha önce adli tutuklularla iç içe tutulurken daha sonra hapishane içerisinde ayrı bir bölüme konulmalarını "Bayağı hükümlülere siyasal mikrop saçmayalım diye bu Susuş kulesini bize uygun buldular," sözleriyle değerlendirir.[23]
İdare bu kaygılarında haksız değildir. Hapishaneye adli olarak girip siyasi olarak çıkan birçok mahpus vardır. Hasan Kıyafet'in "Mahpus Yılmaz Güney" kitabında bu kişilerden bazılarıyla Yılmaz Güney üzerine yapılmış röportajlara yer verilmiştir.[24] Nazım Hikmet'in Bursa Hapishanesi'nde geçirdiği günler ve İbrahim Balaban'la kurduğu ilişki de bu durumun bir örneği olarak görülebilir. Tarla davası yüzünden komşu tarla sahibini öldürerek on beş seneye mahkum olan İbrahim Balaban, bir köylü genci olarak girdiği hapishaneden, Nazım Hikmet'in öğretmenliği sayesinde siyasal ve sosyal konulara duyarlı bir ressam olarak çıkmıştır.[25]
Bu kaygıların yanı sıra, bu kesişmenin yarattığı sorunlar da olmuştur. Adlilerden siyasilere yönelik saldırılar ve saldırı girişimleri yaşanmıştır. Elazığ hapishanesinde kalmakta olan Hikmet Kıvılcımlı, hapishane koridorunda adli bir mahpusun saldırısına uğramış, bu kişi saldırının ardından "Allah, devletimizi, milletimizi payidar etsin, bismillah, yaptığıma pişman değilim." demiştir.[26] Nazım Hikmet de hapishanede çeşitli saldırı girişimlerine maruz kalmıştır. Bu saldırılardan birisi, parayla tutulmak istenen saldırgan Nazım'a gelip durumu açınca açığa çıkmıştır. Bir başka saldırı girişimi ise adli mahpusların ruh halini de ortaya koyması açısından dikkate değerdir. Esrar ticareti ile ilgili olarak bir adamı öldürmekten hapse girmiş olan üç mahpus, Nazım'ı öldürürlerse adlarının tarihe geçeceğini, öldürülecekse böyle ünlü kişilerin öldürülmesi gerektiğini düşünürler ve bu plan, duyan bir kişi tarafından Nazım ve dostlarına iletilir. Bu üç kişi, birkaç gün sonra Bursa'dan Anadolu'nun başka hapishanelerine sürgün edilirler ve Orhan Kemal'in anlatımlarına göre üçü de birkaç gün içinde bıçaklanıp öldürülürler.[27]
Adli mahpuslar ve ölüm
Adli mahpuslar açısından ölümün üç kaynağı olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi devlettir ve ölüm, idamlar yoluyla ya da işkence sonucu gelmektedir. İkinci kaynak, ağalık düzeni içerisindeki çekişmelerdir. Adli mahpuslar arasında şişleme, bıçaklama gibi hadiseler olağan görülmektedir. Üçüncü kaynak ise hapishane koşullarının olumsuzluğudur. Bunun hedefi ise asıl olarak adem babalardır.
Orhan Kemal'in "72. Koğuş"unda, haksız yere mahkum edilen ve idam edilmek için doğum yapması beklenilen Meryem'in öyküsü de anlatılmaktadır. Kemal Tahir'in "Karılar Koğuşu"nda ise sevgilisiyle birlikte kocasını zehirlediği için idama mahkum edilen Hanım Kuzu önemli karakterlerden biridir. Bu karakterler, yazarların kendi deneyimlerinden yola çıkılarak ortaya çıkarılmışlardır.
Eserlerini, Halikarnas Balıkçısı adıyla yazmış olan Cevat Şakir Kabaağaçlı da "Hapishanede İdama Mahkum Olanlar Bile Bile Asılmaya Nasıl Giderler" adlı yazısında, idama mahkum edilenlerin idamdan önceki son günlerini anlatır.[28] Kabaağaçlı'nın anlatımındaki bu mahpuslar, asılmadan bir gün önce "mevti ve ahreti vücutları, gönülleri kadar pak olarak karşılamak" için yıkanırlar ve "tekmil eşyalarını" satarak bütün paralarını "mevkufların en fakirlerine" dağıtırlar. Hem Kabaağaçlı'nın hem de diğer yazarların, idamlara ilişkin anlatımlarındaki dikkat çekici bir başka konu ise idam gecesidir. Neredeyse bütün hapishane idamı bekler ve gelen ayak seslerinin anlamını sezerler.
Şişleme, bıçaklama, adam vurma olayları ile ilişkili olarak, Orhan Kemal'in söyledikleri gayet açıklayıcıdır[29]:
"Hapishanede her gün en az bir tane bıçaklama oluyordu: Balıkçı Nezirler, Çamur Şevketler, Antepli Tekkol Hasan'lar, Feriköylü İsmail'ler, Konyalı Deli Mehmet'ler ve onların taraftarları, gün geçmiyordu ki kumar, esrar ticareti yüzünden herhangi bir insana pusu kurup kalleşçe vurdurmasınlar. Evet vurduruyorlardı. Onlarda para vardı, para için de bir başka insana bıçak atmaya hazır parasızlar..."
Dinamo da kitabında, kendisine "cinsel ilişki önerdiği için" daha önce de iki defa bıçakladığı bir kişiyi otuz dokuz bıçak darbesinden sonra kafasını keserek öldüren Keskinli Ömer anlatılır[30].
Hapishanelerde ölümün en fazla canlarını aldığı kişiler adem babalardır. Kemal, kitabının 9 Şubat 1943 başlıklı bölümünde, Şubat soğuğunun, son 18 saat içerisinde adem babalardan üçünün canını aldığını anlatır: "Ölülerden birisini dün çöp arabasıyla götürmüşlerdi. İkincisi bizim odanın bitişiğindeki eczahanede." Kemal'in, ölen kişilerden birine dair anlatımları, adem babalara ilişkin bir fikir oluşmasına yardımcı olacaktır[31]:
"Hasan deliydi. Yetmiş ikinci koğuş insanlarındandı. Sefalet; öyle kanıksadık ki sabahleyin bir tüy kadar hafif ve bir avuç kemikten ibaret kalmış ölüyü gördüğüm zaman acımadım, iğrendim. Onu hatırlıyorum, hapishanenin büyük demir kapı yanındaki çöplüğü eşelerken sık sık görürdüm. İnce sarı bir yüzü vardı, parça parça ceketinin yaka ve göğsüne teneke parçaları, düğmeler, renkli bezler dikmişti. Kasketine de öyle. Onunla mareşal diye alay ederlerdi."
Siyasi mahpuslar
Komünistler daha 1920'li yıllarından başlayarak saldırılara maruz kalırlar. Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı 1921 yılında, ülkeye gelmeye çalışırlarken, Trabzon'da katledilirler. Yine bu yıldan başlayarak neredeyse her yıl "komünist tevkifatı" gerçekleştirilir. 1921, 1922, 1923, 1925, 1927, 1929, 1930, 1931, 1932, 1939 Harbokulu ve Donanma davaları, 1944 Ankara, 1944 İlerici Gençlik Birliği (İGB), 1946 Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi (TSKEP) ve 1951-1953 tutuklamaları bunların en bilinenleridir. Bu büyük tutuklamaların haricinde neredeyse her 1 Mayıs öncesinde kapsamlı gözaltı operasyonları gerçekleştirilir.[32]
Tutuklanan komünistler, hapishanelerde, koğuş sisteminin ve bir arada olabilmelerinin verdiği olanakla, her zaman olmasa da, inançlarına uygun olarak komünler[33] kurdular ve ortaklaşa yaşadılar. Komün sistemi, ziyaretçilerin getirdiği tüm yiyeceklerin ve paranın bir araya getirilip, ortak olarak kullanılması esasına dayanır. "Ortak kazan" nitelendirmesi de buradan doğar.
Komün, sadece yiyecek ve paranın ortaklaştırılması da değildir, bir bütün olarak yaşamın programlanmasını kapsar. Komüne dahil olan herkes, sırayla yemeğin yapılması ve sofranın hazırlanması gibi günlük işleri paylaşır. Bunun yanı sıra eğitim programları çıkarılır ve bu amaçla komiteler de kurulur. Örneğin, 1944 yılında İGB davasından tutuklanan 30 kişi arasında yer alan Müeyyet Boratav, Tophane Askeri Hapishanesi'ndeki komünlerini şöyle anlatıyor[34]:
"Sorgular bitip otuz tutuklu birlikte bir koğuşa yerleşince derhal bir günlük yaşam programı yaptık. Saat 7'de uykudan kalkış, 8'de kahvaltı, 9-12 bahçeye çıkış, volta atma, 12-13 öğle yemeği, 13-16 ders-istirahat, 16-19 eğlence, şarkılar, 19-20 akşam yemeği, 21-21.30 yatma.
Gençler yönetim kuruluna gene eski yönetici olan bizleri seçtiler. (...)
Cezaevinde ancak pek iptidai toplumlarda uygulanan ortak yaşam (komünal) düzeni kurmuştuk. Otuz tutukludan çok azının hali vakti yerinde idi. Çoğunluk orta halli idi. Bir kısmının ne ziyaretçisi ne de en ufak bir geliri vardı. Biz ziyaretçilerin haftalık ziyaretlerinde getirdikleri bütün yiyecekleri bir arada topluyorduk. Getirilen harçlıkları da ben alıyordum. Bu yöntemle kimin ne kadar parası var, kimin yok belli olmuyordu. Bu suretle fakir arkadaşların mahcubiyetleri önlenmiş oluyordu.
Yemek saatlerinde uzun bir sofra kurardık ve karşılıklı geçip yemeklerimizi yerdik. Eğer getirilen yemekler yetmez ise paralarımızla yeni yiyecekler alır, yemeklere ilave ederdik. Yatakhane ufaktı, yatakları yan yana dizer ve yatardık. Fakat yatak sayısı yetmediği için bir kısmımız bir yatakta iki kişi yatardık."
Komün sistemi, adli mahpusların siyasileri daha iyi tanımalarına ve onlara sempati duymalarına da neden olur. Bu durum hapishane idarelerinin de dikkatini çeker ve komünü dağıtmak amaçlı saldırılar da yaşanır. 1951 tutuklamalarının ardından Harbiye'ye götürülen TKP'liler, komün kurmalarının ardından bir gün askerlerin saldırısına uğrarlar ve tavalarına, tencerelerine el konulur.[35] Bu saldırıya rağmen mahpuslar kısa süre içerisinde komünü yeniden tertiplerler.[36]
Siyasi mahpuslar bir arada olduklarında komün kuruyorlarken, tek başlarına ya da adli mahpuslar arasında birkaç kişi olduklarında da kendi yaşamlarını kendileri programlarlar. Nazım Hikmet'in günlük yaşantısı bu durumun bir örneğidir. Nazım, 27 Ocak 1946 tarihli bir mektubunda 24 saatini şöyle anlatır[37]:
"Belki sizi ilgilendirir diye, normal yirmi dört saatimi yazıyorum. Sabah yedi yataktan kalkmak, yedi kırk beş radyoyu dinlemek, sekiz buçuktan on ikiye kadar Tolstoy'un Harp ve Sulh romanını tercüme. İkiden dörde kadar dokuma atölyesinde çalışmak. Dörtten yediye kadar, adını henüz koymadığım ve bir türlü bitmeyen kitabıma çalışmak. Yedide radyoyu dinlemek. Sekizden on bire kadar, küçüklü büyüklü şiir yazmak. On birden on ikiye kadar kitap okumak. Yemekleri ne zaman yediğim malum. Bu şartlar içinde bazen günlerin yirmi dört saatten ibaret olduğuna içerliyorum."
Siyasi mahpusların komün yaşantısı ve programlı yaşamları, koğuş sistemi var olduğu sürece devam etmiştir. Burada dikkat çekilmesi gereken nokta, siyasi mahpusların, hapishane sınırları içerisinde, zaman zaman müdahalelerle karşılaşsalar da, yaşamlarını programlama ve komün kurabilme konusunda özgür olmalarıdır. 12 Eylül'ün ardından bu özgürlükleri ellerinden alınmak istenecektir. 12 Eylül öncesi bu dönemin, siyasi mahpuslar açısından başlıca zorluğu ise, aylara varan gözaltı süreleri ve akıl almaz işkencelerdir.
Siyasi mahpuslar ve ölüm
1940 ve 50'li yıllarda aylarca süren gözaltı süreleri söz konusudur. 1944 yılında gerçekleşen İlerici Gençler Birliği (İGB) davası gözaltısı, Sansaryan Han'daki Siyasi Şube'de tam olarak 8 ay 20 gün sürmüştür.
Şair Enver Gökçe de 1951 tutuklamaları sırasında, hapishane olarak kullanılan birinci şubede iki sene kaldıklarını söylüyor.[38] 12 Eylül'ün ardından karakollarda, emniyet müdürlüklerinde ve hapishanelerde yaşanan işkenceler artık üzerine yazılmış kitaplar ve yapılmış röportajlarla kısmen bilinir hale gelmişse de 40'lı ve 50'li yılların bu uzun gözaltı süreleri sırasında uygulanan "sorgu teknikleri" o kadar bilinir değildir.[39] Aylarca havasız ve nemli hücrelerde işkence görenler bazıları, bileğini keserek intihara kalkışmış, psikolojik rahatsızlığı nedeniyle Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'ne kaldırılmıştır.
Şoför İdris olarak bilinen İdris Erdinç, 1936 yılında gözaltına alındığında, Sansaryan Han'da, iki aya yakın kaldığı gözaltı sırasında yaşadıklarını şöyle aktarıyor[40]:
"En üst kata çıkardılar. İkindiyi az geçti. Hemen gözlerimin içine bir resim tuttular. Papyonlu, gayet güzel, gayet toplu, ahbabım. 'Söyle, Abbas nerede, hemen söyle.' Şaşırdım. Ahbabım bu ama, adı da Abbas. 'Abbas mı, ne Abbas'ı' dedim. Bunu dememle birlikte yumruklar üzerime inmeye başladı. (...) Yeniden çullandılar, falakasız pestilimi çıkarıp attılar bir köşeye (...) Her tarafımı morartmışlar. O ameliyatlı kulağım perişan. O kulağımdan kanlar, irinler akıyor. Takın, dedi biri, bunu falakaya. Kollarım arkadan kelepçeli. Ayaklarım falakada küt küt... Of, demek yok. (...) Hırsımı ah dememekle alıyorum. (...) Diğer alınanları bir buçuk ay sonra öğreniyorum, görüyorum. En son gün gördüm. Ayaklarımın altına vurulacak yer kalmadı. En son bu nefesimi kestiler. Bu sırada İstefo, Şekerci Mustafa, Yunus dayakla bitirilmiş. (...) Polis yeniden yükleniyor bana. Bunun nerede olduğunu bilse bilse bir bu İdris biliyor. Takın ellerine kelepçeyi, takın falakayı. (...) Bir iki vurdular, yok artık, vurulacak yer yok, ben de artık alıştım zaten. Aldılar paltomu attılar üstüme, oturdu biri yüzüme, biri de üstüme. Patlayacağım, boğuluyorum. Nefes alamıyorum. Konuşacağım bile diyemem, öyle bir haldeyim. (...) işte o anda üstümden kalktılar. İttiler köşeye. Bir kova suyu döktüler kafamdan aşağı üstüme. Ve ben sürünerek, gittim orada bulunan başka bir kovaya kafamı soktum, sonra da o pis suyu içtim. İşte o beni rahatlattı. Adamlar da bırakıyor zaten o pis suyu içeyim. Ben de nasıl içiyorum. İçimde bir iç donu, iki pantolon, ne yapar insanı onlar, günlerdir."
İşkencelerin ardından, atıldığı hücrede kendisini asmaya çalışır İdris Erdinç, ancak son anda vazgeçer. İşkence nedeniyle intihar ve psikolojik rahatsızlık yaygındır bu yıllarda. İdris Erdinç ile beraber gözaltına alınmış olan Şekerci Mustafa da pencere camları ile bileklerini kesmiştir. 1944 İleri Gençlik Birliği davasında mahkemeye sunulan dilekçede de intihara teşebbüs eden, "buhran geçiren" üç kişiden söz edilmektedir. Bu kişilerden birisi de ressam Nuri İyem'dir.[41] 1952'de gözaltına alınan şair Ahmed Arif de yaşadığı "buhran" nedeniyle iki defa hastaneye kaldırılıyor. Son kaldırıldığında, 17 defa "şok tedavisi" uygulanıyor.[42]
Bu işkenceler sonucu yaşamını yitiren kişiler de var. Bunlardan ilk akla gelen, 1944 tutuklamaları sırasında, Sansaryan Han'da kendisini pencereden atarak intihar ettiği iddia edilen Hasan Basri Alp'tir. İdris Erdinç de 1935-38 yılları arasında, gördükleri işkence nedeniyle yaşamını yitiren "çok yoldaşları" olduğunu söyler. Bunlardan ilki, Sansaryan Han'da gördüğü işkence sonucu "buhran" geçirerek Bakırköy'e kaldırılan ve orada hayata gözlerini yuman Abbas'tır.
"Abbas'ın ölümünün ardından geçti bir zaman, Şekerci Mustafa'yı çıkardılar hapisten. Ağır hasta diye. Bir süre sonra da öldü. 36 işkencelerinden sonra bu ikinci ölümümüzdü. Bu neticeler kaçınılmaz şeylerdi. Baskılar, işkenceler, hapisler birçok yoldaşımızı yıprattı. Künteci Osman, Hulusi Kurucu, Cemil Çelik peş peşe öldüler. (...) O 1935, 36, 37, 38 yıllarında, tütüncü kesiminden oldukça çok yoldaşımız aramızdan ayrıldı.[43]"
Siyasi mahpuslar, bu yıllarda hapishanelerde "özgür" olabilseler de, bunun istisnaları da var. Dinamo'nun anlattığı Çerkes[44] Yahya'nın hikayesi de buna bir örnek. Dinamo'nun Ankara Hapishanesi'nde tutulduğu sırada, Adanalı birçok Çerkes, o sırada Arabistan'da bulunan Çerkes Ethem tarafından örgütlendirildikleri ve Mustafa Kemal'e suikast düzenleyecekleri iddiasıyla buraya getirilirler. Çerkes Yahya, bu mahpuslardan biridir ve bombayı onun atacağı iddia edilmektedir. Bu nedenle diğer tüm mahpuslardan ayrı "muameleye" tabidir. "Münferitte tek başına, yataksız, yorgansız, ot bir minder üzerinde büzülmüş yatıyo. Kütür kütür öksürüyor. Belli ki bu kumral yakışıklı adam, daha yargılanmadan ölüm yargısını yemiş bulunuyor." Dinamo, gördüklerini şöyle anlatıyor:[45]
"Yattığı hücrenin penceresinden gizlice kafamı uzatıp içeri ivedi bir göz attım. Gözlerim doluksadı, ağlayacaktım. Dışarıda buram buram kar yağıyor. Fırtına, bir kurt sürüsü gibi ulumakta. Ağı gibi acı bir soğuk, sanki sığınacak sıcak, şefkatli bir koğuk arıyor. Evet, Yahya, bir tek ot minder üstünde yazlık ceketi, pantolonuyla bir köpek gibi kıvrılmış yatıyor, yalnız, sağ olduğu ağzıyla burnundan çıkan ak buğu direkçiklerinden anlaşılıyor. Ara sıra zangır zangır bir titreyiş."
Suikast iddiasıyla gözaltına alınanların hepsi yargılama sonrasında serbest bırakılırken, Yahya, "Çerkes Ethem'in yakın adamı olduğu kanısıyla" yoklama kaçağı olduğundan ve "hesapta olmayan suçlardan" on yıl hapse mahkum edilir. Duruşma sırasında Yahya, zatürre hastalığı nedeniyle hastanededir ve kısa bir süre sonra da yaşamını yitirir. Dinamo, onun hapishane günleri için şu şiiri yazmıştır:[46]
Varlığını alıp götürmesin diye o sonsuz akşam
Korkunç titremelerle bir savaş veriyor Yahya
anlatamam.
Demek onu orada öldürmeye kararlılar
Henüz suçlu olduğu bile belli değil adamın.
Demek yarısını bu ağı gibi soğuk
Üzerine almış bulunmakta idamın.
Bir geçiş dönemi olarak 12 Mart hapishaneleri
12 Mart darbesinin ardından çıkarılan bir yasayla, askeri hapishanelerde tutulan bütün mahpusların, asker olarak kabul edileceği karar altına alınır.[47] Bu kararla beraber yaptırımlar da gündeme gelir. Saçların erler gibi kısacık kesilmesi[48]; asker gibi hazırola geçip hapishane yöneticilerine, sayım görevlilerine tekmil verilmesi; sayımların askeri düzen içinde yapılması[49]; askeri mahpuslara özgü tek tip elbiseleri giymeleri[50], duruşmalara çıkarken kravat takmaları ve düğmelerini tamamen iliklemeleri istenir[51] ve daha önce sabahtan akşama kadar açık olan havalandırma kapıları sadece iki saat açılmaya başlanır[52]. Adım adım gündeme getirilen tüm bu dayatmalar mahpuslar tarafından direnişle karşılanır ancak kısmen de olsa yaşama geçirilirler.
Sevim Belli, 12 Mart'ın ardından tutuklandığında karşılaştığı hapishaneyi, hayal kırıklığı içerisinde geçmişle karşılaştırırken şu sözleri söyler:[53]
"Yirmi yıl sonra, 50 sine yaklaşmış çoluk çocuk sahibi bir kadın olarak hapishanecilik TKP zamanındakinden birçok bakımdan farklıydı. Hapishane hapishanedir, diyen olur mu bilmem. Hapishane rejimi çok önemli oluyor. 1950'lerde -belli genel kurallar çerçevesinde- burnumuzdan kıl aldırmazdık biz. Ve hiçbir zaman bize 'suçlu' muamelesi edilmesine izin vermedik. Şimdi sabah akşam 'yoklama' adı altında sıraya diziliyor, önce 1,2,3... sondur komutanı sayıyor, sonra da yeni baştan tek tek adlarımızı söylüyorduk. Ve 'hazır ol' durumunda 'rahat' komutunu bekliyorduk, assubayımız başefendiden. Bana çok dokunuyordu bu, daha önce bu kadar aşağılatıcı bir durumla karşılaşmadığımı düşünüyordum... Birkaç gün söylendim, durdum nasıl kabul ettirilmiş bu diye. Koğuş arkadaşlarından daha önceki koğuş yaşamlarına değin dinlediklerim, bu duruma açıklama getiriyordu. Millet zaten işkenceden koğuşa öyle yorgun argın geliyor ve geldiği yerlerde gördüğü hakaretlerden insanlığına öylesine yabancılaşmış bulunuyordu ki, diyorum, daha fazlasını algılayacak hali kalmıyordu. Ve kendini dış algılar dünyasına kapatıyordu belki. Bu uygulama baştan bir üç beş kişiyle başlatılmış, sonra da adet olmuştu. Bütün sıkıyönetim hapishanelerinde uygulanıyordu. Şimdi kaldırılması için yürütülecek bir mücadeleyi kazanmak çok zordu."
12 Mart dönemini hapishanede geçiren ve 1974 affıyla hapisten çıkan Oral Çalışlar da, Belli'yi doğruluyor ve 12 Mart'la beraber gündeme getirilen dayatmaların, direnişlerine rağmen yaşama geçirildiğini söylüyor: [54]
"12 Mart döneminde, 1971'den başlayarak Mamak'ta koşullar giderek ağırlaştı. 1973'lere gelindiğinde gelişme tersine dönmüştü, kaybedilen mevzilerin kazanılması süreci başlamıştı. Ancak Temmuz 1974'te Genel Af'la cezaevini terk ettiğimiz ana kadar, bir daha başladığımız noktaya dönemedik. Albay Saldıraner'in attığı zulüm temeli, hiçbir zaman kökünden yıkılamadı."
Çalışlar'ın 1974 affıyla kesintiye uğradığını söylediği süreç 26 Aralık 1978'de ilan edilen sıkıyönetim ile beraber yeniden ve daha da yakıcı bir şekilde başlar. Mamak Hapishanesi, bu süreçte devletin 12 Eylül sonrası uygulamalarını denediği yerlerden biri olarak görülebilir. Muzaffer İlhan Erdost da, bu açıdan, 12 Mart'ın 12 Eylül'ün "özel bir laboratuarı" olduğunu söyler.[55] Sıkıyönetimin ardından Ankara Kapalı Hapishanesi'nde tutulan tüm siyasi mahpuslar, Mamak Askeri Hapishanesi'ne aktarılırlar ve her gün yeni bir dayatmayla karşı karşıya bırakılırlar. Kitap ve yazışma yasağı, demir ranzaların silah olarak kullanıldığı ve tünel açmaya yaradığı için toplanıp tahta ranzalar verilmek istenmesi bu dayatmaların sadece bir kaçıdır.[56] Bunlar karşısında açlık grevleri ve slogan atarak fiili protestoda bulunmak gibi eylemlerle direnirler mahpuslar. 12 Eylül geldiğinde ise Mamak'ta direniş tamamen kırılmıştır. "Argav", kitabında, Necdet Adalı'nın idama götürüldüğü geceyi anlatırken "Mamak kıpırtısız uyuyordu. Zaten Mamak eski Mamak olmaktan çıkmıştı. Tutsakların direnişi ezilmişti ve bunun sonucu olarak insanlık onurunu kırıcı her uygulama, istenildiği an yaşamına giriyordu Mamak'ın."[57] sözlerini kullanır.
Askeri hapishanelerde yeni yaptırımlar gündemdeyken, diğer hapishanelerde önemli değişiklikler görülmez. 12 Mart'ın hemen ardından Haziran 1971 tarihinde tutuklanan ve Ankara Merkez ve Kızılcahamam hapishanelerinde Ekim ayına kadar tutulan Baskın Oran, ilk hapishanede siyasi mahpuslarla komün düzeni içerisinde yaşar ve herhangi bir dayatmayla karşılaşmazlar. Kendi isteğiyle gittiği ikinci hapishanede ise adli mahpuslarla beraber tutulur ve yine geçmişe oranla farklı bir uygulama yoktur.[58]
1980 sonrası hapishaneler
"Sisyphus'u gördüm, korkunç işkenceler çekerken: yakalamış iki avucuyla kocaman bir kayayı ve de kollarıyla bacaklarıyla dayanmıştı kayaya, habire itiyordu onu bir tepeye doğru, işte kaya vardı varacak, işte tamam, ama tepeye varmasına bir parmak kala, bir güç itiyordu onu tepeden gerisin geri, aşağıya kadar yuvarlanıyordu yeniden baş belası kaya, o da yeniden itiyordu kayayı,kan ter içinde..."Homeros
12 Mart döneminde başlatılan ve tam olarak yaşama geçirilemeyen uygulamalar, 12 Eylül'ün hemen ardından, daha da pervasızca ve "vahşice" dayatılır mahpuslara.[59]
Bu dayatmalar, 12 Eylül'den bu güne değişik şekillerde devam ettirilir. Süreç içerisinde, mahpuslar da açlık grevlerinden ölüm oruçlarına, barikat kurmaktan, kendini yakmaya kadar birçok şekilde direnirler. 12 Eylül'den bu yana, hapishanelerde yaşanan süreç bir yanıyla, Sisifos'un yazgısına benzetilebilir. Mahpusların direnişleriyle geriletilen dayatmalar, yeni biçimler alarak tekrar tekrar gündeme getirilir. Mahpuslar, her dayatmayı gerilettiklerinde aradan bir süre geçtikten sonra aynı dayatmanın farklı biçimleriyle ya da yeni bir dayatmayla karşı karşıya kalırlar. Tüm bu süreçte yaşanları, 12 Eylül'ün ardından, Diyarbakır Hapishanesi'nde iç güvenlik amiri olarak görev yapan Esat Oktay Yıldıran'ın "Burası cezaevi değil, buraya cezaevi demeyin! Burası bir okuldur! Burada Türk milletine layık insanlar olmayı ve Atatürkçülüğü öğreneceksiniz!"[60] sözleriyle açıklayabilmek mümkündür.
Devlet için hapishaneler, artık birer "okul"dur ve bu okulda, mahpuslar, "Türk milletine layık olmayı ve Atatürkçülüğü" öğrenmek zorundadır. Bu hedef, daha sonra "topluma kazandırma", "yeniden sosyalleştirme", "rehabilitasyon", "ıslah" veya "iyileştirme" şeklinde de ifade edilecektir.[61] Bu açıklama ve kendisini bu açıklamada açık eden hedef göstermektedir ki, devlet artık hapishaneye kapattığı insanları, hapishaneye kapatmış olmakla yetinmeyecektir. Bundan böyle, devlet, mahpusların kişiliklerini, kimliklerini değiştirmeyi amaçlamaktadır. Bu yanıyla, söz konusu olan özellikle de siyasi mahpuslar olduğunda, 12 Eylül'den bugüne, hapishanelerde yaşanan sürecin bir "kimlik mücadelesi" süreci olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Bu kimlik mücadelesinin izlerini sadece siyasette değil mimariden sanata pek çok alanda görebilmek mümkündür.
Kimlik mücadelesinin mimari göstergeleri
12 Eylül'ün hemen ardından yeni "tip" hapishaneler inşa edilmeye başlanır. 12 Eylül'le başlayan farklı tipte hapishaneler furyası günümüze kadar da devam eder. Bu yeni tip hapishanelerin temel özelliği, koğuş sisteminden "oda sistemine"[62] doğru bir geçiş göstermeleridir. Mahpusların yaşam alanları her yeni tipte giderek daha da daraltılır.
12 Eylül'ün ardından ilk olarak E Tipi hapishaneler inşa edilir. İlk inşa edilen hapishane Metris, 12 Nisan 1981 tarihinde "hizmete girer". E Tipi hapishaneler, geçmişin büyük koğuşlarının aksine 16-20 kişilik koğuşlardan oluşmaktadır. Bunun yanı sıra cezalandırma amaçlı hücreleri vardır. E Tipi hapishanelerin yapımını, Özel Tip olarak da bilinen H Tipi hapishaneler takip eder. İlk yapılan H Tipi hapishanelerden biri, 6 Temmuz 1983 tarihinde açılan Sağmalcılar Özel Tip Hapishanesi'dir. Özel Tip hapishanelerde koğuşlar, 4-6 kişilik küçük "oda"lara bölünmüştür. Bunların haricinde tamamı hücrelerden oluşan iki bloğu vardır. Bu iki blokta 96 tane hücre vardır.[63] H Tipi hapishanelerin ardından Eskişehir Hapishanesi gündeme getirilir. Bir "tip" olarak ifade edilmeyen Eskişehir Hapishanesi, elden geçirilip bütün koğuşları tek kişilik "oda"lara çevrilerek 1991 yılında açılışı yapılır.
1999 yılında ise tamamı bir ve üç kişilik "oda"lardan oluşan F Tipi hapishaneler gündeme ve getirilir ve 2000 yılında açılışı gerçekleşir. F Tipi hapishaneleri yine "oda sistemi"ne dayanan D, L ve T tipi hapishaneler takip eder. Son yıllarda, bu yeni tip hapishanelerin yanı sıra, eski tip hapishaneler de "oda sistemine" döndürülmeye başlanır.
12 Eylül sonrası yeni tipte inşa edilen Metris de, revize edilen bu hapishanelerden birisidir. Mart 2007 tarihinde Metris 2 Nolu T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu açılır ve aynı ay içerisinde Metris Hapishanesi'nde bulunan mahpuslar buraya nakledilirler. Mayıs 2008 tarihinde ise Metris 1 Nolu T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu "hizmete girer".[64]
Metris Hapishanesi ilk açıldığında buraya ilk atanan müdür Albay Adnan Özbay, "Mamak'ı dize getirdim sıra sizde!" diyerek göreve başlar.[65]
Sağmalcılar Hapishanesi ise, örgütlerin ileri kadrolarının ve idam cezası verilenlerin konulacağı ve diğer mahpuslardan "izole" edileceği bir mekan olarak yaşama geçirilir. 12 Eylül sonrasının tüm dayatmaları ve açılan her yeni mekanla, mahpusların bir arada olmaktan gelen güçlerinin ortadan kaldırılmak istenmesi direnişlerle karşılanır. Dayatmaların vahşi bir şekilde sürdüğü Diyarbakır Hapishanesi'nde 4 Mart 1981 tarihinde Ölüm Orucu başlatılır. 43 gün süren bu ölüm orucu sırasında mide kanaması geçiren bir mahpus yaşamını yitirir. 21 Mart 1982 tarihinde dayatmaları protesto için Mazlum Doğan kendisini yakarak yaşamını yitirir. Bunu 17 Mayıs 1982 tarihinde 4 mahpusun daha kendisini yakması izler. 14 Temmuz 1982 tarihinde ise yeni bir Ölüm Orucu başlatılır ve bu eylemde de 4 mahpus yaşamını yitirir.[66]
Bir diğer Ölüm Orucu eylemi ise 11 Nisan 1984 tarihinde Metris Hapishanesi'nde başlatılır. Bu Ölüm Orucu sırasında da 4 mahpus yaşamını yitirir. Bu Ölüm Orucu direnişi öncesinde de, İstanbul hapishanelerinde çeşitli tarihlerde 4 büyük açlık grevi gerçekleştirilmiştir.[67]
Dayatmaların, her hapishanede farklı düzey ve biçimlerde de olsa direnişle karşılaşması ve bu direnişlerin ölümler pahasına da olsa sürdürülmesi devletin geri adımlar atmasına neden olur. 1980'li yılların ikinci yarısından itibaren mahpuslar görece daha rahat koşullara kavuşmaya başlarlar. Ancak TBMM'de Mart 1991 tarihinde kabul edilen Terörle Mücadele Kanunu ile "terör " nedeniyle tutuklananların cezalarını 1 ve 3 kişilik hücrelerde çekmesi karar altına alınır ve bu yasaya dayanarak Kasım 1991'de Eskişehir Hücre Tipi Hapishanesi açılır.[68] Bunun üzerine birçok hapishanedeki siyasi mahpuslar, "tabutluk" adını verdikleri bu hapishanenin kapatılması için, 28 gün sürecek bir direniş başlatırlar ve Eskişehir Hapishanesi kapatılır. Buranın kapattırılmasının ardından siyasi mahpuslar hapishanelerin içerisinde, "özgür" olabildikleri koşullarda yaşamayı sürdürürler. Ancak 1995 yılından itibaren devletin hapishanelere yönelik tutumu yine sertleşmeye başlar. Bu sertlik kendisini hapishanelere, çeşitli nedenlerle düzenlenen operasyonlar ve ölümler olarak gösterir:
- 21 Eylül 1995, Buca Hapishanesi, 3 mahpus öldü
- 4 Ocak 1996, Ümraniye Hapishanesi, 4 mahpus öldü
- 24 Eylül 1996, Diyarbakır Hapishanesi, 10 mahpus öldü
- 26 Eylül 1999, Ulucanlar Hapishanesi, 10 mahpus öldü
Bu operasyonların yanı sıra 5 Temmuz 2000 tarihinde Burdur Hapishanesi'ne yönelik operasyon gibi, ölümlerin yaşanmadığı ancak hapishane duvarlarını yıkan iş makinelerinin, mahpusların kollarını kopardığı, sonra da o kopan kolun köpeklerin ağzında dolaştığı operasyonlar da yaşanır.[69]
Operasyonlar döneminde gerçekleşen bir başka dayatma ve direniş de 1996 yılında gerçekleşir. 6 Mayıs tarihinde yayınlanan genelgeyle Eskişehir hapishanesi yeniden açılır ve bunun üzerine 69 gün sürecek Ölüm Orucu direnişi yaşanır. Bu direniş sırasında 12 mahpus yaşamını yitirir ve Eskişehir Hapishanesi yeniden kapattırılır. Tüm bu sürecin tepe noktasını ise 2000 yılında F Tipi hapishanelerin açılışı oluşturur. Daha F Tipi hapishaneler açılmadan başlatılan Ölüm Orucu direnişi, 19 Aralık 2000 tarihinde gerçekleştirilen ve "Hayata Dönüş" adı verilen operasyonla kırılmak istenir ve 2'si asker 30'u mahpus 32 insan yaşamını yitirir. Bu operasyon sonrasında mahpuslar, zorla, F Tipi hapishanelere sevk edilirler. F Tipi hapishanelere sadece "organize suçlardan" ceza verilmiş olan mahpuslar tutulurken sonrasında açılan L ve T Tipi hapishanelere adli mahpuslar konulur ve böylece koğuşlardan "oda"lara doğru evrilen süreç adli mahpusları da kapsayacak şekilde genişletilmiş olur.
Bu kısa anlatıdan da anlaşılacağı gibi devletin "ıslah etme", "iyileştirme", "topluma kazandırma" gibi adlar altında sürdürdüğü kimlik mücadelesinin kendisini gösterdiği alanlardan birisi mekandır. Devlet, mekanı birimlere bölerek, mahpusları daha kolay denetlenebilir ve dayatmalara açık hale getirmeye çalışmıştır. Koğuşlardan "oda"lara doğru değişen mekanlar, sürmekte olan kimlik mücadelesinin arenaları olarak görülebilir.
Direnişler ve estetize edilen ölüm
12 Eylül yönetiminin pervasızlığı ve vahşiliği, bu vahşete karşı direnen mahpuslarda, direnişi yüceltmeye ve direniyor olmanın kaçınılmaz sonucu haline gelen ölümleri estetize etmeye yol açmıştır demek yanlış olmayacaktır. İdamlar bir yana bırakılırsa, 1980 öncesi süreçte hapishanede ölümler henüz olağan değildir. 1970'li yıllarda başlayan dayatmalar bir geçiş süreci olarak ele alınırsa, mahpuslar için, hapishanede, yaşamlarını ortaya koymalarını gerektiren dayatmalar, kötü koşullar söz konusu değildir. 1980 sonrasında ise, mahpuslar için koşullar o kadar kötüleşmiştir ki, mahpuslar 40'lı, 50'li yılların işkencehanelerinde olduğu gibi, yaşamlarını sona erdirmeyi tercih eder, kendilerini yakar, ölüm oruçlarında gün gün ölüme yürür duruma gelmiştir. Bu kaçınılmaz durum, ölümün estetize edilmesini de beraberinde getirmiştir. Kaçınılmaz olanın güzellenmesi de denilebilir bu duruma. Bu durumun ilk işaretçilerini Nazım'ın dizelerinde bulmak mümkündür.
Ölüm
bir ipte sallanan bir ölü.
Bu ölüme bir türlü
razı olmuyor gönlüm.
Fakat
emin ol ki sevgili;
zavallı bir çingenenin
kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli
geçirecekse eğer
ipi boğazıma,
mavi gözlerimde korkuyu görmek için
boşuna bakacaklar
Nâzıma!
Nazım'ın dizelerinin yanı sıra, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın 6 Mayıs 1972 tarihindeki idamları üzerine de birçok eser verilmiştir. Onlar Türkiye siyasi tarihine, siyasal eylemlerinin yanı sıra bir de hapiste idam edilmeleri nedeniyle, "Darağacında üç fidan"[70] olarak yazılmış ve Can Yücel'in "Mare Nostrum" (Bizim Deniz) şiiri Türkiye'nin en bilinen şiirlerinden biri haline gelmiştir:
En uzun koşuysa elbet Türkiye'de de Devrim,
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak...
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi...
Acıyorsam sana anam avradım olsun,
Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!
Şair Adnan Yücel de, Diyarbakır Hapishanesi'nde dayatmaları ve zulmü protesto etmek için bedenlerini tutuşturan mahpuslar için "ateşin ve güneşin çocukları" demektedir.
yıllar boyu işkenceler içinde
ihanetler ve direnmeler içinde
beklediler - beklediler de gelmedi ölüm
tuttular yakasından koydular önlerine
konuş be ölüm - konuş dediler
biz büyürüz sen böyle küçüldükçe
seninle kavgamız insanlık tarihiyledir
prometheus'tan spartakus'e
bruna'dan che guewera'ya
ve kawa'dan bizlere dek ateş iledir
gel de bağdaş kur soframıza ey ölüm
senin alçaldığını görmek
özgürlük adına sunulan canlar iledir
Ölümün estetize edilmesinin daha çarpıcı örneklerini ise Ölüm Oruçları'na ilişkin eserlerde bulmak mümkün. Grup Yorum'un, Ölüm Oruçlarını konu alan iki albümü var. Bunlardan ilki, 1996 Ölüm Orucu'nu anlatan Boran Fırtınası[71], ikincisi ise 2000'de başlayan ölüm orucuna ilişkin olan Feda[72] albümüdür. Boran Fırtınası albümünde, ölüm orucu direnişçileri "boran"lara benzetilmektedir:
"Boran bir yaban kuştur. Gökyüzünün mavisine ata çıka bir maviş kuş. Konmaz hiçbir yere. Yuvasından bozkırlara koşan sulardan yuvasına. Çok zor yakalanır. Şahin bile tutamaz onu kanadından. Yabandır. Asidir ha, rengi kadar güzeldir.
Güvercin sahipleri sevmez boranı. Girer evcil sürüsüne, peşine mutlaka takılan olur. Bazen sürü bile düşer ardına. Ya vurulur ya da yaralıyken yakalanır. Diğer kuşlarla aynı kafese kapatılır. Hiçbir evcil kuşu yaklaştırmaz kendine.
Hele bir de güvercin besleyenler evcilleştirmek için kanadının tüylerini çekti mi, vay vay yemez artık yemini. Ya açlıktan ölür ya da kafesin demirine kendini vura vura öldürür.
Sesi çığlıktır artık, turna indirir. Ya gökyüzüdür ya ölümdür boran. Boranlar kalktı mapushanelerden. Şehre sokulmamış evlerden. Dökerek renklerini şehirlerin ufkuna, gittiler dağların doruklarına."
Yine aynı kaset içerisinde, ölüm, "ömürlerini toprağa içirmek" olarak dile getiriliyor:
"Sevdan onurumdur, eğilmez" dediler... Has, harbi, yalansızdı sevdaları... Üstlerini, başlarını yokladılar... Sessizce çıkarıp ömürlerini, toprağa içirdiler... Vatanın özgürleşmesi için, gençliklerinin tam ortasında, ömürlerinden indiler; ölüm orucu'na girdiler..."
Sonsöz Yerine
1980 sonrası dönem anlatılırken, Homeros'un Sisifos anlatısıyla giriş yapılmıştı.
Anlatıya göre, Sisifos'un yazgısı değişmezdir. O bir kısır döngü içerisinde kendi mahkumiyetini çekmektedir. Tanrılar onu bu yazgıya mahkum etmiştir. Ancak, Sisifos'un kayayı bir yana atıp oturmak yerine, her aşağıya yuvarlandığında tekrar yukarılara taşıması, umudu olduğunu da göstermez mi? Mahpuslar da, kimliklerine yönelik her yeni dayatma ve yaşam alanlarını küçültmeye yönelik her girişim karşısında Sisifos misali direnişe geçiyorlar.
12 Eylül sonrası hapishanelerde süren mücadelenin "kimlik mücadelesi" olduğu kabul edilirse, direnişin karşıtının "direnmemek" değil, "kimliksizlik" olduğu, daha doğrusu yeni bir kimlik olduğu da görülecektir.
Sisfos'un anlatısında, kötü bir yazgının izlerini görmek de, "destansı bir direniş" görmek de mümkündür. Bu nereden ve nereye bakıldığına bağlıdır. Mahpuslar, ölümü estetize edişleriyle, umutları olduğunu söylemektedirler. (ME/HK)
* Bu yazı 31 Ekim 2011 tarihinde Ölüm Sanat Mekan adlı sempozyumun ikincisinde sunulmuş, arasında bu yazının da yer aldığı sempozyum kitabı bu ay DAKAM yayınları tarafından yayınlanmıştır.
Fotoğraflar:
Sinop Cezaevi
Nazım Hikmet Bursa Cezaevi'nde
Tatar Ramazan, 1975, İst. Bel. Şehir Tiyatroları, Rumeli Hisarı
Kaynakça
Agamben, G. (2001) Kutsal İnsan, İstanbul: Ayrıntı Yayınları
Akgül, H. (2004), Şoför İdris, İstanbul, Yar Yayınları
Argav, H. (1997), O Şafağın Atlıları - 12 Eylül İdamları, İstanbul, Belge Yayınları
Aydemir, Ş.S. (1995) Suyu Arayan Adam, İstanbul: Remzi Kitabevi
Balaban, İ. (2003), Nazım Hikmet'le Yedi Yıl, İstanbul, Berfin
Başgil, A.F. (1956) Türkiye Siyasi Rejimi ve Anayasa Müesseseleri, İstanbul
Behram, N. (2011), Darağacında Üç Fidan, İstanbul, Everest
Belli, S. (1994), Boşuna Mı Çiğnedik?, İstanbul, Belge Yayınları
Bezirci, A. (?), Halka Göre Pir Sultan'ın Yaşamı, http://www.psakd.org/halka_gore_pirsultan_yasami.html (18 Ekim 2011)
Boratav, M. (2006), Sakıncalı Doktor, İstanbul, İmge Kitabevi
Çalışlar, O. (2010), Mamak Askeri Cezaevi-Anılar 1971-1980, İstanbul, Everest Yayınları
Dinamo, H.İ. (2007), Musa'nın Mapusanesi, İstanbul, Tekin Yayınevi
Durbaş, R. (1992), Şair Cezaevi Kapısında, İstanbul Sarmal Yayınevi
Eren, M. Hapishanelere İlişkin Avrupa Kriterlerinin ve Türkiye Pratiğinin Bir Belge Üzerinden Okunması, http://www.cezaevindestk.org/duyuru-22-ceza+infaz+kurumu+yonetimi+el+kitabi+uzerinde+bir+degerlendirme (28 Ekim 2011)
Erkiner, E. Hapishane Günlüğü 27; Tek Tip Elbise, http://enginerkiner.org/index.php?option=com_content&view=article&id=1039:hapishane-guenlueue-27-tek-tip-elbise&catid=36:konuk-yazlar (28 Ekim 2011)
Gökçe, E. (1994), Yaşamı ve Bütün Şiirleri, İstanbul, Belge Yayınları
Gündoğan, H. (2006), Metris'ten Munzur'a, İstanbul, Eti Yayıncılık
Kemal, O. (2000), Nazım Hikmet'le 3,5 Yıl, İstanbul, Tekin Yayınevi
Kısakürek, N.C. ( ) Cinnet Mustatili, İstanbul: Büyük Doğu Yayınları
Kıyafet, H. (1989), Mahpus Yılmaz Güney, İstanbul, Akyüz Yayınları
Kukul, S. (1989), Bir Direniş Odağı Metris-Metris Tarihi, İstanbul, Yar Yayınları
Oran, B, (2005), Nerde O Eski Mahpushaneler, İstanbul, İleti