85. yılını geçtiğimiz günlerde dolduran Türkiye Cumhuriyeti’nin özgül tarihi yüzünden Türkiyeli edebiyat, sanat ve düşünce erbabının “dünya”yla, dünyadaki muadilleriyle özgürce ve eşit şartlarda konuşma konusunda kronik bir sıkıntı yaşayageldiği hepimizin malumu.
Bunun en önde gelen nedeni de, sosyalizm ve komünizm başta olmak üzere her türlü enternasyonalist ideolojiyle beslenerek rejimin otokratik karakterine muhalefet eden yazarlara, sanatçılara ve düşünürlere devletin uygulayageldiği olağanüstü boyutlardaki kesintisiz baskı; sanırım bunda da birçok kişi hemfikir olacaktır.
Bugün de TCK’nın meşhur 301. Maddesi ve hem bu kanundaki hem de başka kanunlardaki başka birçok madde, askerlikten soğutma gerekçesiyle yargılananların sayısındaki artış, birbiri ardına kapatılan internet siteleri vs. bu devlet etme geleneğinin ifade özgürlüğü önündeki engelleri sürekli yeni manevralarla tahkim etme stratejisinin, “her şeye rağmen”, devam etmekte olduğunu ve vicdan ve izan sahibi Türkiyeli aydınların da bütün bunlarla Sisyphos misali mücadeleye devam etmekten başka yolu olmadığını gösteriyor; bunu da biliyoruz.
İçe kapanıklık
Ama bahsettiğim kronik sıkıntıyı yaratan nedenler bundan ibaret değil; büyük ölçüde Türkiye’nin AB’ye adaylık statüsünün resmiyet kazanması sonucunda Türkiye’ye duyulan merakın (aslına bakılırsa epeyce telaş da bulaşmış bir merakın) artmasının etkisiyle, bu devlet geleneğinin sicilinin artık dünya okuryazar kamuoyu tarafından da gayet iyi biliniyor olması, bu “yaratıcı” geleneğin yeni “icatlarının” sıcağı sıcağına takip ediliyor olması, dünyanın da biz Türkiyelilerle konuşma kipini büyük ölçüde belirliyor.
Bu da Türkiyeli entelektüeller ile dünyalı (özellikle de “Batılı”) entelektüeller arasındaki konuşmanın eşit bir diyalog haline gelmesini neredeyse imkansızlaştırıyor. Karşınızdaki taraf, sizden sadece ve sadece üç-beş yakıcı konu başlığına (Kürt sorunu, Ermeni soykırımı meselesi, büyük ölçüde bu iki mesele etrafında azdırılan milliyetçilik, İslamcı-laik gerilimi) indirgenmiş bir politik gündemin yarattığı derin kutuplaşmaların hangi tarafında yer aldığınızı ve eğer onların kafalarına göre doğru taraftaysanız bunun için ne bedeller ödediğinizi duymak (yeterince bedel ödememiş olduğuna kani olursa da size düpedüz devletin temsilcisi muamelesi yapıp azarlamak), yeni mağduriyet vakaları dinlemek istiyor genellikle. Moda kimlik siyasetlerinin etkisiyle bütün Türkiye halklarının son derece karmaşık tarihini esasen Türklük ve müslümanlık gibi kalıp kimlikler üzerinden, yani sadece milliyetçiliğin ve dinin izlerini sürerek özetleme kolaycılığına çok sık düşüyor (ünlü Marksist düşünür Perry Anderson bile geçtiğimiz ay yayınlanan, Türkiye tarihi ile ilgili olarak kapkaranlık bir tablo çizdiği iki yazıda bu şematik bakıştan fazlasıyla etkilenmişe benziyordu sözgelimi).
Böyle bir durumda da sizin kendi ülkenizin konumu ile ilgili olarak geliştirebileceğiniz –sözgelimi kapitalizm, emperyalizm, postkolonyalizm, neoliberalizm, Soğuk Savaş’ta Türkiye’ye biçilmiş olan rol, Batılı aydınların bile tam da yukarıda tasvir edilen tepeden bakma tavrını çok kolay benimseyebilmelerinin buradaki milliyetçi ortamı körüklemesi vs. gibi kavramları da devreye sokan- başka tahlilleri kimseler dinleyemiyor elbette. Hele hele dünyanın ekonomik, kültürel, siyasi ve entelektüel ahvali hakkında diyebileceğiniz herhangi bir şey olabileceğine ihtimal bile verilemiyor. Hemen hiç tanınmayan edebiyatınıza bile yazarların kişisellik ve bireysellik payının minimumda tutulduğu bir “ulusal alegori”ler (bu kavramı ortaya atan Marksist eleştirmen Jameson’ın kastı bu olmasa bile esasen bu şekilde kullanılıyor daha çok) silsilesinden ibarettir olsa olsa diye bakılıyor. Yani siz “dünya”yla gerçekten konuşmak istediğinizde, size sahiden kulak veren muhatap bulamıyorsunuz. Bu da içe kapanıklığı ve dünyaya yönelik işlevsiz bir küskünlük tavrını besliyor.
Frankfurt süreci
Özetle Türkiyeli muhalif sanatçı ve entelektüeller, bir tarafında kendilerini her fırsatta, hapis tehdidinden düpedüz cinayete her yolu deneyerek susturmaya çalışmış olan bir devlet geleneğinin, diğer tarafında ise “Türkler” ve/veya “müslümanlar” diye başlayan genelleme cümleleri kurmaya veya sadece bu tür cümleleri dinlemeye alışmış Batılı muadillerinin bulunduğu bu ikili kıskacın, hatta belki de kısır döngünün ortasındalar epey bir zamandır (Birincisi kadim bir gelenek iken, ikincisi daha çok son otuz yıla özgü, görece yeni bir durum denebilir).
Türkiye’nin Frankfurt Kitap Fuarı’na konuk ülke olma süreci de tam böyle bir konjonktürün ortasında gerçekleşti. Bu konukluk söz konusu döngüyü pekiştirmeye de hizmet edebilirdi, bir ucundan kırmaya, en azından derin çatlaklar açmaya da. Mevcut hükümetin her türlü ciddi eleştiri karşısında sahte demokratlık maskesini hemen düşürürerek ya kabadayılık ya da sorumluluğu hemen “bağımsız yargı”ya atan pişkinlik tavrı takındığı düşünüldüğünde ikinci seçenek ham bir hayal gibi görünüyordu. Bu işlerin organizasyonunu her ülkede esasen o ülkenin yayıncı örgütleri yürütse de pek çok insan, hükümetin böyle bir organizasyona kendi damgasını vurmak isteyeceğini ve bu işi sadece sağ tandanslı Basın-Yayın Birliği üzerinden yürütmek isteyeceğini düşünüyordu.
Ama Kültür Bakanlığı yetkilileri beklenmedik ölçüde basiretli davranarak (bu organizasyonun şöyle ya da böyle dünyayla konuşmaya daha açık ve daha alışık geniş bir entelektüel ufuk gerektirmesinin de bu tercihte payı var elbette) bu işi Türkiye’de yayıncılık, edebiyat, sanat alanında faaliyet gösteren bütün kurumlara havale ederek kotarmayı tercih etti ve bu sürece taş koymama yolunda olabildiğince özenli davranmaya çalıştı. Mutlu rastlantılar sonucu bu işin organizasyonunu üstlenen bir avuç insanın, öncelikle farklı siyasi eğilimleri bir araya getirebilecek şekilde ifade edilmiş olan ama dikkatli okunduğunda evrensel özgürlükçü değerler konusunda hiçbir şekilde ödün vermediği açıkça görülen “doğru” bir konsept (“Bütün Renkleriyle Türkiye” başlıklı konsept metninin bir kez de bu gözle tekrar okunmasını öneririm) geliştirmeleri, sonra da bu konseptin hakkını verme konusunda insanüstü çabalar harcamaları sayesinde bir tür mucize gerçekleşti bana kalırsa.
Bu mucizede en büyük paya sahip dört kişinin imzasıyla geçtiğimiz hafta birçok gazetede ve bu arada bianette de yayımlanan yazıda dendiği üzere, en başta, “Türkiye’nin adı ilk kez bu kadar yaygın bir şekilde edebiyatla, sanatla, kültürle anıldı; özellikle Almanya’da bini aşkın haberde konu edilen yazarlarımız, sanatçılarımız, onların sözleri, yazıları, sanatları oldu”. Sırf o yazıda ayrıntılı dökümü verilen rapor ve ifade özgürlüğünden yana sergilenen tavizsiz tutum bile, Türkiyeli yayıncı, yazar, şair, sanatçı ve düşünürlerin “dünya”yla gerçekten konuşma yolunda yakaladıkları eşsiz bir fırsatın gayet iyi değerlendirilmiş olduğunu net bir şekilde ortaya koyuyor bence.
Bu yazı yukarıda tasvir etmeye çalıştığım kısır döngünün de etkisiyle iyice sinikleşmeye meyleden kültür-sanat ortamımızdan beklenebileceği üzre, komite üyelerinin kendi yaptıkları işin sonuçlarını doğal olarak biraz “abarttıkları” şeklinde algılanırsa çok yazık olur. Böyle bir algının olduğunun ipuçlarını fuar öncesinde, sırasında ve fuarın ardından Türkiye’de verilen çeşitli tepkilerde ve yazılan muhtelif değerlendirme yazılarında görmek mümkün maalesef.
Eleştiriler
Öncelikle fuar programının tam da olması gerektiği gibi bütünüyle yayıncı, yazar ve sanatçıların meslek örgütleri tarafından oluşturulduğunu (hem de önemli bir kısmı bu örgütlere üye oldukları halde) görmemekte siyaseten ısrar ederek fuara katılmayı AKP’nin ekmeğine yağ sürmek olarak göstermek isteyen yirmi kadar yazarın protestosuna şahit olduk. Kendi örgütlerinin ve bu örgütlerdeki arkadaşlarının emeklerini de hiçe sayan ve onları işbirlikçi konumuna indirgeyen, siyasi müdahaleyi ve muhalefeti “bağcı dövmek” zanneden bu fırsatçı manevra, Türkiye’de, etkisi –neyse ki- belli çevrelerle sınırlı kalsa da, yine de kafaları biraz olsun bulandırdı.
Ama dış basında bu konuda çıkan yazıların sahiplerinin pozisyonu çok daha netti: buradaki protestonun ardında özgürlükçü değil elitist saikler olduğunu sarih biçimde tesbit ettiler. Mesela Constanze Letsch’in 7 Ekim’de Perlentaucher’de yayınlanan ve tartışmanın bütün taraflarıyla konuşarak çok iyi bir gazetecilik örneği sergileyen haberi bu tür bir yazıydı. (Yazının İngilizce çevirisi için bkz. http://www.signandsight.com/features/1776.html )
Fuar sırasında ve sonrasında Türk basınında çıkan haber ve yorum yazılarında böyle analitik bir gazetecilik çabasını görmedik bekleneceği üzere. Dedikodu ve skandal avcılığını (Nazım oratoryosu meselesi, mahut “Kürdistan haritası”, Alman gümrük polisinin Türkiye’den gelen şair kafilesine gösterdiği affedilmez muamele, şair Küçük İskender’in şiir gecesinde okuduğu şiire buradaki faşist İslamcı çevrelerin verdiği iğrenç tepkiler vs.), böylesi geniş kapsamlı bir organizasyonda karşılaşılması gayet doğal olan ve yine doğal olarak katılımcıların şikayet konusu ettikleri arızaları, Türkiye standının yeterince “gösterişli” bulunmaması, birkaç İslami yayıncının “dinimi öğreniyorum” tarzı kitaplar sergilemesi gibi “eleştiri”leri öne çıkaran bir gazetecilik anlayışı hakim oldu. O bildik “Valla dünya aleme rezil olduk” seslerini –en azından şahsen- hiç duymasam da, en derin analiz, “aslında bu kitap fuarını da çok abartıyorlar, eninde sonunda ticari bir pazar, kültürün, kitabın kapitalistleşmesi sürecinin odaklarından biri” düzeyinde kaldı.
Halbuki Konuk Ülke uygulaması, size kitaplarınızı tanıtıp “pazarlayacağınız” daha geniş bir alan sunulmasından ibaret değil, o stand dahilindeki salonda yaptığınız etkinliklerden, sergilediğiniz kataloglardan ibaret değil; burayla tek alışverişi tasarımını beğenmemek üzere Türkiye standlarına gelip gezinmekle sınırlı kalan, sadece birbirleriyle konuşup neredeyse tek bir yabancı meslekdaşıyla görüşmeden memlekete dönen gazeteci ve konukların zannettiği gibi. Bütün Frankfurt şehrine ve Almanya geneline yayılan bir dizi konsantre faaliyet içeriyor ki bu faaliyetleri salt ticari/kapitalist bir zihniyetin ürünlerine indirgemek o kadar kolay değil.
Çeşitli Alman şehirlerinin en iyi konser salonlarında konserler veriyor, sergi mekanlarında sergiler açıyor, tiyatrolarında oyunlar sergiliyor, kütüphane ve kitapçılarında, hatta okullarında okuma günleri düzenliyorsunuz, üniversitelerinde ve saygın akademik toplantı merkezlerinde yazar ve düşünürleriniz Alman meslektaşlarıyla edebiyat, mimari, tarih, felsefe, siyaset tartışıyor. Gazetelerde yazarlarınızla, sanatçılarınızla ayrıntılı söyleşiler yapılıyor. Fuar öncesinde yoğun bir çeviri faaliyetiyle birçok yazarınızın kitabı Almancaya çevriliyor.
Türkiye özelinde de bütün bunlar yapıldı ve asıl etkileyici ve “dünyayla konuşma” bâbından değerlendirebilecek performanslar da buralarda sergilendi. O kaskatı Doğu-Batı ikiciliğinin Türkiye’den Nurdan Gürbilek, Meltem Ahıska, Aykut Çelebi gibi saygın entelektüellerin katılımıyla sorgulandığı “Hayali Doğu- Hayali Batı” sempozyumu çok ciddi bir ilgi gördü. Alman gazetelerinde Murathan Mungan, Oya Baydar gibi birçok yazarımız, kendilerini yukarıda bahsettiğimiz politik gündeme hapsedip mağduriyet hikayeleri dinlemek isteyen röportajcılarını kontrpiyede bırakan, şimdilerin meşhur deyimiyle ezberlerini bozan ve hem politik duruşlarını hem de birer edebiyatçı olarak kendi duruşlarını net bir biçimde ortaya koyan söyleşiler verdiler.
Birkaç ay boyunca birçok Alman sanatsever Türkiyeli ressam, müzisyen, tiyatrocu ve sinemacıların ürünleriyle buluştu. Türk yazarların birçok eseri geçtiğimiz iki yıl içinde başta Almanca olmak üzere birçok dünya diline çevrildi. (Sırf Unionsverlag’ın şu anda önümde duran kataloguna baktığımda zaten yıllardır yayınladıkları Yaşar Kemal külliyatına, son bir-iki yıl içinde Halid Ziya Uşaklıgil, Sabahattin Ali, Ahmet Hamdi Tanpınar, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Aziz Nesin, Yusuf Atılgan, Adalet Ağaoğlu, Leyla Erbil, Ferit Edgü gibi klasik ve modern yazarlarımızın, Zülfü Livaneli, Hasan Ali Toptaş, Murathan Mungan, Ahmet Ümit, Celil Oker, Aslı Erdoğan, Murat Uyurkulak, Mehmet Uzun gibi son dönemlerde öne çıkan yazarlarımızın eserlerini ve biri şiir alanında olmak üzere üç Türk edebiyatı seçkisini eklediklerini görüyorum. Neresinden bakarsanız son derece etkileyici ve Türk edebiyatıyla ilgili yerleşik algıları kökten dönüştürebilecek bir toplam bu. Üstelik hemen hepsi Alman basınında ciddi birer tanıtım imkanı buldular).
Ayrıca görmek ve duymak isteyenler fuar sürecince fuar alanında da “dünyayla -başka türlü- konuşma” babından çok önemli şeyler olduğunu görmüşlerdir. Sözgelimi Orhan Pamuk açılış konuşmasında hem Türkiye’de ifade özgürlüğü alanında devam eden yasakçı tutumu gayet tok ve sert bir edayla eleştirirken hem de özellikle Batılı okur ve eleştirmenlerin esasen “kendi kişisel hayatındaki şiiri veya bu şiiri karartan gölgeleri” anlatan Üçüncü Dünyalı her yazarın kitaplarını doğrudan o yazarın ait olduğu “ülkenin şiiri, ülkenin gölgeleri” olarak değerlendirme eğilimini iğnelediği güzel bir konuşma yaptı. Yani tam da yazının girişinde bahsettiğimiz ikili kıskacın her iki ucuna da temas etti. Yine başka birçok muhalif yazar fuar süresince düzenlenen birçok toplantıda benzer bir eleştirel tavrı ödünsüzce sürdürdüler.
Sadece Kürt sorunu ve İslam-laiklik gibi Batı’nın sevdiği konular değil Türkiye’deki yoksulluktan kadın sorununa başka birçok siyasi mesele de kompleksizce, inkârcılığa sapmadan tartışıldı. (Özellikle “Kadınlar Birbirini Dinler mi?” başlıklı, yerli yabancı ciddi sayıda kişinin izlediği paneli -ben izleyemedim maalesef- herkes pek bir sitayişle andı.) Dünya yayıncılarının epey ilgi gösterdiği 19 ayrı katalogla Türkiye’nin fuara katılan katılmayan hemen hemen bütün önemli edebiyatçı ve düşünürlerinin eserleri tanıtılmakla kalmadı, bunlara yazılan sunuş yazılarıyla her bir alanın genel bir resmi de çizilerek dünyada yerleşik Türk edebiyatı, Türk sosyal bilimi, Türk sanatı vs. imgeleri de sorgulandı.
İlerleme
Son alarak en yakından yaşadığım deneyimlerden söz ederek bitireyim. Fuara başkanı sıfatıyla katıldığım Kitap Çevirmenleri Meslek Birliği ÇEVBİR’in fuarın Çevirmenler Merkezi’nde düzenlediği toplantıda Erdağ Göknar, Aron Aji ve Saliha Paker’le Türk Edebiyatı’ndan yapılan çevirilerin dünya edebiyatı ya da dünya edebiyat kanonu denen kurguya ne ölçüde dahil olabildiğini, bu kurgunun ideolojik ve kurumsal temellerini, Avrupamerkezciliğini tartıştık. Şimdiye kadar dahil olduğum en yüksek düzeyli bu panelde konuşmacıların sergilediği analitik tavır ve yaptıkları önemli tespitler izleyiciler tarafından sahiden çok beğenildi.
Alman Edebiyat Çevirmenleri sendikasının davetiyle başkan yardımcımızın katıldığı ve Türkiye’de çevirmenlerin durumunun tartışıldığı panel de gayet verimli geçti. Ciddi sayıda yabancı meslektaşımız politik gündemle karışık ortak mesleğimizin Türkiye’deki durumuna dair gerçek bir merakın ürünü olan sorular sordular ve aldıkları cevapların beklentilerine uymaması karşısında hoş sürprizler yaşadılar. Bir de son bir gözlem olarak, dördüncü kez katıldığım bu fuarda ilk kez bu kadar çok çevirmenin de olduğunu gördüm ki dünya edebiyatı ve düşüncesini Türkçeye taşıyan, yani dünyayla konuşmaya diğer birçok kesime göre daha açık olan insanların da artık buralarda hep bulunması gerektiğine inanıyorum. Çevirmen arkadaşlarımız genelde hayatlarından, meslektaşlarıyla görüşme imkanları bulmaktan memnundular ama fuar standında intihal çeviriler yayınladığı tescilli bazı yayınevlerini de görmekten rahatsız olduklarını mutlaka söylemek gerek.
Özetle her ne kadar Türk basını işin kendi kendimizle konuşma yönünde çakılı kaldıysa da ben şahsen dünyayla ve dünyaya sahiden konuşmaya başlama yolunda bu organizasyon sayesinde ciddi mesafeler kat edildiğine inanıyorum. Emeği geçen herkesi samimiyetle kutlamak gerek.(TB/EÜ)
* Tuncay Birkan, çevirmen.