Ziyaretçilerimiz aracılığıyla cezaevindeki gündelik hayatımıza dair o kadar çok soru geliyor ki, en iyisi toplu cevap mahiyetinde bir yazı kaleme alayım dedim. Hem belki eğlenceli de olur. Elimden geldiğince detaylı anlatmaya çalışacağım.
Her şey sorgu hakiminin ağzından dökülen “tutuklanmalarına” ifadesi ile başladı. Şakın ama metanetliydik. Ailelerimiz ve avukatlarımızla vedalaştık. Koridorda çınlayan alkışlar ve sevgi sözcüklerini arkamızda bırakarak gün boyu bize eşlik eden polislerle emniyet araçlarına geçtik.
Haseki’deki sağlık taramasının ardından Esra hocayla sarılıp vedalaştık. O Bakırköy’e, ben ve Kıvanç Metris’e doğru yola çıktık.
Metrise vardığımızda saat gece yarısını geçmişti. Kayıt ve arama işlemlerinin ardından tek kişilik odalara konulduk. Bir gün önce emniyetin nezarethanesinde iyi uyuyamadığımdan ve bütün gün çok yorucu geçtiğinden gece derin bir uyku çektim. Sabah alt kattaki odalara geçirdiler bizi. Kıvançla bitişik odalarda kalıyorduk.
Kapılar sürekli kilitli tutuluyordu. Ancak gündüz saatlerinde (sabah 8 akşam 6 arası) Kıvanç’la ortak kullanabileceğimiz bir avlu ve o avluya açılan bir hol vardı. Ayrıca odalar yan yana olduğundan akşamları gerekirse camdan biraz bağırarak konuşmak da mümkündü.
Bütün odalar standart olarak yaklaşık 2 metre eninde 4 metre uzunluğunda dikdörtgen biçimindeydi. Odanın bir kısmı duvarlarla ayrılarak banyo ve tuvalet yapılmıştı. İçerde bir yatak, bir demir dolap, birer plastik masa ve sandalye bulunuyordu.
Günlük rutinimiz genelde şöyleydi. Sabah 6.30’da kahvaltı genellikle çorba olarak gelirdi. Yedi civarı ekmek dağıtımı yapılıyordu. Günde her tutukluya bir ekmek veriliyordu. Sabah 8’de yapılan sayımdan sonra kendimizi avluya atıp voltalamaya başlıyorduk. Öğlen ve akşam yemeklerini avluya açılan holde birlikte yiyorduk. Akşam 6 ‘da avlu kapatılıyor ve odalarımıza geçiyorduk.
Akşam saatleri genelde kitap okuyarak geçiyordu. Cezaevinde en önemli ihtiyaç kitap. Neyse ki girişimizden iki gün sonra istediğimiz kitaplar elimize geçti. İkimiz de tesadüfen aynı kitapları sipariş etmişiz; Ahmet Ümit ve Orhan Pamuk’un son romanlarını.
Bu arada Metris’in olağanüstü zengin bir kütüphanesi olduğunu söylemeliyim. Ne de olsa yılların birikimi… Listeden seçerek kitap sipariş edebiliyorsunuz. Ben mesela Evrim Alataş’ın “Her Dağın Gölgesi Denize Düşer” kitabını istedim, dışarda çok istediğim halde bir türlü okumaya fırsat bulamamıştım. Kıvanç’ın sipariş ettiği kitap ise oldukça ilginç ve manidardı. Sanırım başlığı şöyleydi; Tayyip Erdoğan’ın Küresel Barış Vizyonu !! Ne yazık ki kitaplar elimize geçtiği gün Silivri’ye naklimiz çıktı ve okuyamadan geri verdik.
Metris’te geçirdiğimiz son üç gün gazeteler de gelmeye başladı. Her gün Cumhuriyet, Birgün, Hürriyet ve Sabah gazetelerini okuyorduk. Silivri’ye nakil çıkınca, gazetelere erişimimiz de bir hafta kesintiye uğradı.
Kıvanç’la imza sürecinden öne tanışmıyorduk. O ODTÜ’de ben Boğaziçi’nde okumuştuk. O matematikçi ben sosyal bilimciydim. Ayrıca yedi yaş büyüktüm kendisinden. Ancak konuştukça bir sürü ortak tanıdığımız olduğunu fark ettik. (Bu da bize epey bir dedikodu yapma imkanı sağladı tabi :) ) Hatta yıllar önce aynı eylemde bulunmuşuz. 2008’de Boğaziçi öğrencileri olarak tersanelerdeki iş cinayetlerini protesto etmek amacıyla Kadıköy’den Tuzla’ya yürümüştük. Bu uzun yürüyüşümüze Ankara’dan gelip katılan ODTÜ’lüler arasında Kıvanç da varmış.
Kıvanç iyi bir matematikçi olduğundan o konferans senin bu konferans benim bütün dünyayı dolaşmış. O yüzden anlatacak birbirinden ilginç bir sürü hikayesi vardı. Ben ona nazaran daha “yerli” ve “milli” kaldım doğrusu. Tabi ben de coğrafya açığımı tarihle kapattım :)
Velhasıl Metris’te kaldığımız bir hafta boyunca gündüz saatlerimiz avluda voltalayıp sohbet etmekle geçti. En büyük sıkıntımız kapkacağı yıkayacak bir mutfak tezgahının olmamasıydı. Tabaklarımızı oda tuvaletlerindeki lavabolarda yıkayabiliyorduk. Ayrıca her avlu ve oda arası geçişte kapıların kilitlenmesi, bu işlem için her seferinde gardiyan çağırmamız gerekiyordu. Odalarda ve avluya açılan holde yer alan bir butonla nöbetçi gardiyanı çağırmak mümkündü.
Söz gardiyanlara gelmişken, sanırım hoca olmamızın da etkisiyle, hepsinin çok saygılı davrandığını söylemeliyim. Kötü muameleyle karşılaşmadık. İçlerinde mesafeli yaklaşanlar olsa da çoğu bize yardımcı olmak için elinden geleni yapıyordu. Bir keresinde genç bir gardiyan bizi hapishane yaşamının püf noktaları hakkında bilgilendirdikten sonra “Hocam Nazım Hikmetler, Kemal Tahirler de hep buradan geçtiler, dirayetli olmak lazım” demez mi. Tabi bu iltifatı hak edecek bir şey yapmamış, altı üstü bir bildiri okumuştuk. Ama yine de iyi geliyor insana bir gardiyanın ağzından böyle şeyler duymak.
Sevgili okur, yazmaktan yoruldum. Şimdi bir de bunu temize geçmek var. Şimdilik burada kesiyorum, devamı gelecek.
Sevgi ve Selamlarımla
Yrd. Doç. Dr. Muzaffer Kaya
Silivri Kapalı Ceza İnfaz Kurumu
C - 4