İşten çıkıp Kadıköy’e geçtiğimde, arkadaşımla güzel bir yemek yemeyi umuyordum. Fakat daha vapur Kadıköy’e yanaşırken Haldun Taner Sahnesi’nin çevresinde sıralanmış, mavi kırmızı ışıkları dönen polis arabaları ve polis memurları dikkatimi çekti.
Arkadaşıma yemekten önce “Gel bir bakalım” deme hatam aslında akşamın nasıl geçeceğinin habercisiydi. Polisler Haldun Taner Sahnesi’nin denize doğru sol tarafını tutmuş, etraflarını da “girilmez” şeridiyle kapatmışlardı. Sadece bir gazeteci için değil, sıradan bir vatandaş, herhangi bir instagram müdavimi için bile hiç de fena bir kare değildi. Bir grup ağır silahlarla dolu, “robocop” olmuş genç adam kendilerini girilmez şeridinin arkasına sokmuş, oradan “Ne yapıyoruz lan burada” bakışlarıyla halkı süzüyorlardı…
Dayanamadım, genç adamların kızacağını bile bile bir kare fotoğraf çektim. Deklanşöre basmama fırsat kalmadan iki polis belirdi yanımda. Biri, belli amir, çekemezsin dedi. Basınım deyince “Beni ilgilendirmez, basın da olsan çekemezsin” dedi ve uzaklaştı. Makineli tüfekli genç polisle başbaşa kaldık. Kendisi de “Basınsan bir kare çek git” dedi. Nasıl yani, basına fotoğraf karesi sınırlaması mı var?
Uzaklaştım. Çarşı içinde yemek yerken twitter’da Kadıköy Boğa ve çevresinde, Bahariye Caddesi’nde, eski Havuz’da sivil polislerin herkesin yolunu kestiğini, üst baş, çanta araması yaptığını ve çantasından ameliyat maskesi, gaz maskesi, toz maskesi, talcid ve türevleri, süt vs çıkan insanları gözaltına aldıklarını öğrendim.
O sırada bir avukat arkadaşımla konuşuyordum ve kendisi, “Kuvvetli suç şüphesi” olmadan polislerin bu şekilde arama yapamayacağını söyledi. Ben de “Kuvvetli suç şüphesi”nin kapsamını sordum. Aslında bu gibi durumlarda “Kuvvetli suç şüphesi” olamayacağını ama artık sokakta yürümenin bile birilerinde kuvvetli şüphe yarattığını söyledi. Zaten bildiğim durumu bir kez daha anladım ve arkadaşımla Boğa’ya doğru yürümeye başladım. Amacım sadece insanların neler yaşattığını, diğer insanların da neler yaşadığını görmekti.
“Polis ve basın dışında Boğa’ya yanaşmak yasak”
Boğa’ya giden yolda ara sokaklarda dizilmiş polisler sıkılmış, yerlerde devletin kendilerine verdiği giysileri kirletme pahasına sigaralarını tüttürüyordu. Az daha ilerleyince, aynı mağazadan alınmış sırt çantalı ve askılı çantalı genç adamlar kaldırımlarda yolumuza çıkmaya başladı.
A aaa… Bazı amirler polisleri üniformasız sokağa bırakmış ama tek renk –tabii ki siyah- birbirinin aynısı çantalarda değişiklik yapmayı düşünmemişler. Bu arkadaşlar da kaldırımlara dağılmış, tipleri hoşuna gitmeyen insanları, muhtemelen “kuvvetli suç şüphesi var” diyerek aramaya alıyorlar. Kıyafetlerde ince arama yetmiyor, bir de çantalar didik didik aranıyor.
12 Eylül’ün izlerinin 33 yılda gitmemesi şaşırtıcı değil ama iş çıkış saatinde ulu orta insanların çantalarının boşaltıldığı bir Kadıköy görmek de ister istemez birilerinin “Darbelerle hesaplaşacağız” sözlerini akıllara getiriyor.
Boğa’yı pek çoğumuz insanların buluşma noktası, çocuklarını boğaya oturtup fotoğraf çektiği bir nokta olarak biliriz. Gerçi bu aralar Boğa’yı da “eşi” dedikleri “Böğüren Boğa”nın yanına Beylerbeyi Sarayı’na taşımak istiyorlar. Fakat boğa henüz yerli yerindeyken konuya dönelim. Bu akşam Boğa’nın çevresi sivil polislerle doluydu. Boğa’ya bir merhaba demek istedim ve anında yelekli bir polis bana merhaba dedi.
“Arkadaşım uzaklaş” tacizini “basınım” kartıyla savuşturdum savuşturmasına ama taciz hoşuma gitmemişti. “Basın olmasam Boğa’da, her zaman herkesin buluşma noktası olan bir yerde durmak yasak mı” dedim. “Evet yasak, bugün durum hassas” cevabıyla karşılaştım ve polis gitti. Ben de boğanın çevresinde kimler var, tanıdık var mı diye turlamaya başladım.
Turlarken farkında olmadan yaşça biraz büyük üç beyefendiye yaklaşmışım. Aynı yelekli polis yine geldi ve “Arkadaşım sana uzaklaşmanı söylemiştim. Git şurada otur bekle. Burada milletvekili yok, bir şey yok. Neden burada duruyorsun?” dedi. Ben de kendisinin Boğa ile sadece polisler ve gazetecilerin yakınlaşabileceğini ifade ettiği sözlerini hatırlattım. Kendisi de o sırada bana biraz kötü gözle bakmakta olan yaşça büyük üç beyefendiyi gözleriyle işaret etti.
Tam o sırada boğaya sarılmış yelekli bir adam bana seslendi ve tebessümle oraya gelmemi söyledi.
“Hangi basındansın genç adam?”
“bianet”
“Haaa, çok güzel”
“Siz hangi basındansınız?”
“Polis muhabiriyim”
“Çok güzelmiş, size de kolay gelsin…”
Süreyya’da polis ablukası
Boğa’dan havuza doğru yürümeye başladık. Yol boyunca aynı fabrikadan çıkma askılı ve sırt çantalı adamlar, köşe başlarını tutmuş, insanların çantalarında, ceplerinde, erkeklerin apış aralarında bir şeyler arıyordu.
Bu sırada kot pantolonlu, topuklu ayakkabılı, gayet bakımlı görünen bazı kadınlar, amirleri tarafından idmansız olarak sokağa sürülmüş olacaklar ki, polis olduklarını pek saklayamıyorlardı.
Geçtiğimiz akşam polis saldırısında yaralananlar için revir olarak kullanılan Süreyya Operası’nın oraya geldiğimizde ise biraz şaşırdık. AKM’den sonra bu kez de bu kadar çok polisi opera kapısında görüyordum. Darbelerle yüzleşmek böyle bir şey olsa gerek…
Bahariye eski Havuz’a kadar yol boyu bazı polisler amirlerinin emri gereği sokak köşeleri, bina basamaklarını tutarken, bazıları da –üniformalı, üniformasız- okul gezisinden kaçıp sigara içen çocuklar gibi “özgürlük”lerini kutluyorlar, ortalarda birbirleriyle şakalaşıyorlardı.
Son içkileri alma saati
Malum bu kadar mesele yaşanınca saate bir baktık ki, 21.45… İçki satışı artık 22.00’den sonra yasak. “E bir haftasonu var, içki alıp eve gidelim” dedik haliyle. İçkimizi aldık, taksiye bindik ve evin yolunu tuttuk.
Fakat yol biraz uzun sürdü. Anadolu yakasını bilenler için bir şey ifade eder belki… Kızıltoprak ile Selamiçeşme sapağı arasında, yani en fazla 700-800 metrelik mesafede iki büyük trafik ve asayiş kontrolü vardı. İnsanlar, arabalar didik didik aranıyordu…
Benim bundan 33 yıl önce doğmama iki ay vardı. Fakat bugün ve son birkaç aydır gördüklerim beni anne karnında hissettirmeye devam ediyor. Gerçi, keşke o kadar huzurlu olabilsem… (EKN)