Elimde Pınar Öğünç’ün Asker Doğmayanlar kitabı var, yanımda not defterim, okuyorum.
14 vicdani retçinin kendi ağızlarından anlattığı hikayelerine kulak kesiliyorum. Bir vicdani retçinin “Emir alıp vermeyi yaşantıma almamaya niyetliyim” cümlesini okurken, arkadan tanıdık bir ses yükseliyor: “inancın emrettiği bir gerçek, bir vaka, niçin sizler için reddedilmesi gereken bir olay haline geliyor?”
Kitapta ‘emir’ kelimesinin altını çiziyorum. Televizyondaki sesin tonu giderek yükseliyor, öyle ki ekrandan çıkıp, yanıma oturacakmış gibi... Yerimi değiştiriyorum.
Bol bol cümlelerin altını çiziyorum. Fark ediyorum ki en çok kadın vicdani retçilerin cümlelerini işaretlemişim. Bunu Pınar’a sormalıyım diye not ediyorum.
Kitabı bitirdim, sorularımı not ettim. Ama şimdi de Pınar ile görüşecek olmanın heyecanı sardı. Zaten iyi bir röportajcı olan birine nasıl soru sorulur? Soruları ondan mı istesem?
Sinir, stres, heyecan derken işte Pınar karşımda... Biraz yorgun, biraz da sıkılmış bir hali var. Ekşisözlük’te hakkında girilen bir entry geliyor aklıma: “İnsana huzur veren bir sakinliği var”, evet aynen öyle. Sakinleşiyorum ve sohbete başlıyoruz...
Kitapta 14 vicdani retçinin hikayesi var. Bu isimler ulaşabildiklerin mi, bu 14 isim neye göre yer aldı kitapta?
Kitabın çizgisel olarak tarihsel bir hatta olmasını istedim. Çok farklı motivasyonlarla insanlar vicdani retlerini açıklıyor. Bir temsil gücü olsun gayretindeydim. Bu isimler yerine başkaları da olabilirdi.
Benim insanlara ulaşabilirliğim de önemliydi. Konuşmak istemeyenler de oldu. Tekrar o dönemin içine girmek istemediler, çok haklı bir şey.
Kitapta da yazdım zaten, konuşamadığım her vicdani retçi kadar eksik bu kitap. Çünkü kesişen noktalar olduğu kadar hem politik olarak hem de pek çok olaya bakış açısından apayrı insanlar. O yüzden de çok ayrı hikayelerden geliyorlar.
Vicdani ret kavramı ile tanışman nasıl oldu?
İlk önce Osman Murat Ülke’nin vicdani reddini okudum. O zamana kadar Tayfun Gönül, Vedat Zincir daha sınırlı kitlelerin içinde bilinen isimlerdi.
Osman Murat Ülke’nin hem ulusal hem de uluslararası hale gelişi önemliydi ki, Mehmet Tarhan da öyledir. Bu işe en fazla burun kıvıran ana akım medyanın bile haber yapmasını sağladığından tanıştım diyebilirim. Bu arada zaman içinde bu konuya eğilişim, bir akademisyenin tezi üzerine bilinçli çalışmaya karar verişi gibi değildi.
Kitaba gelene kadar pek çok kere yazılarında vicdani retçileri işledin, onlara yer verdin. Bu ilgini canlı tutan şey neydi?
Bir kere çok fazla yüzü var militarizmin. Görünür kısmını hemen işaret edip tanıyabiliyorsunuz ama çok sinsi bir tarafı da var. İşyerlerimize, evimize, okullara ki, oradaki varlığı daha doğrudan onu ayırt edebiliyoruz.
O kadar sinsice sızdığı yerler var ki, mesela Gezi Parkı’nda olanlar... Başka bir şey oluyor gibi ama militarizmin hem sermaye hem de kapitalizmle bir ilişkisi var.
O yüzden kapitalist toplumlarda militarizm daha köklü. Gezi Parkı’nda şu ilgimi çekti, oradaki güvenlik görevlileri ve polisler aslında sermayeyi korumak için biber gazı atıyordu.
Bir ara polisin gücü yetmeyince başka bir seçenek olarak, orada çalışan taşeron şirketin elemanlarına zabıta yeleği giydirdiler. Bu bir üniforma. Zabıtanın militarist gücünü o uyduruk yeleğe geçirmiş oluyorsun ve oradakiler işçi olmaktan çıkıyor, devleti, otoriteyi, sermayeyi temsil eden üniformalılar, muktedirler haline geliyor.
Bu, bana “Deney” filmini hatırlattı. Bu filmde de bir kısmı mahkum bir kısmı gardiyan olan sıradan inşaların yaşadığı dönüşüm anlatılıyor.
Evet, ancak işçiler bundan hoşlanır hoşlanmaz, ayrı bir şey. Onların da maruz kaldığı bir durum olabilir. Burada benim dikkatimi çeken şey, üniformalaştırarak oradaki nizamı sağlamaya çalışmak.
Gezi Parkı’ndaki süreç de bir emir komuta zincirini hatırlatıyor. Birilerini Gezi Parkı’nın geleceğinin nasıl olması gerektiği ile ilgili emri veriyor ve karar başka bir şeye bakılmaksızın uygulamaya geçiliyor. Militarizmin hayatımızdaki yeri bu kadar açık iken bazılarımız görmemeyi nasıl becerebiliyoruz?
Bir feminist yazarın çok güzel bir özeti var. “Militarizm gücünü normalleşmesinden alır” diyor. O kadar şahane bir özet ki…
Bu durum masanın yanında duran sandalye kadar normalleştiğinde, bunun burada ne işi var diye sormazsın ki? Bütün mekanizma militarizmi normalleştirmek üzerine kurulu.
O yüzden militarizm, aslında barış dönemlerine yönelik örgütleniyor. En çok da sivillerin üzerine çalışıyor. Askerlikte bir tür gönüllülük ilişkisi var. O kapalı, dar kutudan çok az hak ihlali sızabiliyor. O gönüllü ilişki ile asker olanlar, o gönüllü ilişki ile kalmayabiliyorlar içerde.
Kitaba dönmek istiyorum. Vicdani retçilerin manifestolarını özellikle mi yayınlamadın?
Bazıları çok uzundu. Bu nedenle birini kitaba alırken birininkini almamak olmazdı. O metinlerden ben kendimce parçalar aldım.
Kitabı yazarken nelerden beslendin, neler okudun, neler izledin?
Öncelikle bir medya taraması yaptım, bu konu haber olarak nasıl yer almış ona baktım. Onun dışında, Ayşe Gül Altınay’ın külliyatı diyeyim. Çarklardaki Kum çok önemli bir derleme. Bunların dışında bir sürü makale okudum. Murat Belge’nin Militarist Modernleşme’si bunlardan biri. Tolstoy’un tamamını okudum. Büyük bir kısmı militarizm üzerine değil ama çok öncü bir metin.
Kitabı okurken kendi adıma pek çok yeni şey öğrendim. Mesela vicdani retçilerin hepsinin antimilitarist gerekçelere sahip olmadığını gördüm.
Evet, haklısın ama pek çoğu öyle. Enver Aydemir dini gerekçelerle vicdani reddini açıklıyor.
Kitapla kendi bilgilerimi güncelledim diyebilirim. Senin bu kitap ile edindiğin yeni bir bilgi ya da geçirdiğin bir dönüşüm söz konusu mu?
Sadece doğrudan konuyla da ilgili değil. Hepsinin hikayelerini dinlemek başlı başına çok öğretici ve ilham verici.
Ancak beni en çok etkileyen şey, hayatlarında kurmaya çalıştıkları tutarlılıktı.
Bir sürü politize yanlarımız olabilir. Bunu hayatına yansıtmak, ne getirirse onu kabullenmek, bu kadar geniş zamanı ipotek altına alan kararlar vermek, çok etkileyici. Bana çok devrimci geliyor.
Biraz da senin söylediğine ek olsun. Birçok vicdani retçi asıl meselenin antimilitarizm olduğunu, asıl çatının o olduğunu söyler. Büyük çoğunluğunun birleştiği nokta orasıdır aslında. Diğer türlüsü eksik kalır.
Haklısın Enver Aydemir’in hikayesini okumak çok öğreticiydi. Antimilitarizm dışında başka bir yerden de gelse aynı noktada buluşabiliyor.
Ve şu çok güzel. Lisede anarşist çevrelerle bağı var ama anlamaya çalışan bir hali de var Enver Aydemir’in. Ne yapmak istediğine karar veriyor, sonra bir gün Osman Murat Ülke ile ilgili bir haber okuyor. Diyor ki, böyle insanca bir şey varmış, bu kadar zamandır bunu akıl edememişim. En basit şey “sizin askeriniz olmayacağım” demek.
Tayfun Gönül ilk kez vicdani reddini açıklandığında tarih 1989 idi. Günümüzde ise bu rakam 200’ün üzerinde. Kitabın bu kişileri ve vicdani ret kavramını daha görünür kıldığı bir gerçek ama neden görmek istemedik şimdiye kadar? Nasıl bu kadar görünmez kılındılar?
Topluma fikir uzak geldiği için ana akım medyanın marjinalleştirmeden, gerçekten anlama kaygısı ile yaptığı haber sayısı çok az. Bunda şunun çok etkisi var bence. Bütün dünyadaki zorunlu askerlik kurumundan vazgeçmemek bir yana koşulları daha zorlaştıran, iç çatışma yaşayan ülkeler var.
Türkiye’nin 30 yıldır yaşadığı savaş, hükümetlerin militarizme yatırım yapmasını gerektirdi. Düşünsenize, ailelerden çocuklarını alıp ölüm tehlikesi olan bölgelere gönderiyorsunuz. Bu ölümün bir anlamı olduğuna bir yatırım yapmak gerekiyor.
Kitapta bazıların hikayelerinden de görüyoruz ki, hayat sadece vicdani retçi için değil, eşi, ailesi için de zorlaşıyor. Bu anlamda eşlerini, ailelerini göremiyoruz belki ama desteklerinin ne kadar önemli olduğunu anlayabiliyoruz.
Tabii, tabii. Yalnızlaştırılmak üzerine gelişiyor her şey. Bir sürü haktan mahrum yaşamaya zorunlu bırakılıyorsunuz. Kimlik taşıyamıyor, buna bağlı olarak sigortalı çalışamıyorsunuz. Dolayısıyla bunun tüm aile fertlerine yansıyan bir durumu var.
Bu ailelerden biri de İnan Suver’in eşiydi. İnan kaç kere tutuklandığını hatırlamayacak durumdaydı. En fazla yorulanlardan birisidir. Remziye onu iki katı kadar yoruldu diyebiliriz. Çocukları vardı. Bir yandan o cezaevine bir yandan bir diğerine gidiyordu Remziye ve bunların arasında geçimlerini sağlamak durumunda.
Vicdani reddi aile üyeleri kabul etmek istese de toplum baskısı duruyor karşımızda.
18 Myıs’ta Vicdani Ret Derneği’nin yaptığı bir etkinlik vardı. İlk defa bu etkinlikte İnan’ın oğlu Umut konuştu. Daha 12 yaşında ve şunu anlattı:
Bir gün okulda öğretmeni “babası cezaevinde olanlar kimlerdir” diye sormuş. Umut söyleyip söylemek arasında karar verememiş, babası o sırada cezaevindeymiş. Bunu anlattığında Remziye hemen okula koşup, “siz ne yaptığınızı zannediyorsunuz” diyerek sürece müdahil olmuş. Okul yönetimi özür dilemiş. Bu da antimilitarist bir müdahaledir.
Kadın vicdani retçiler sık sık “kadınlar askere gitmiyor ki vicdani rette ne gerek var” cümlesiyle karşılaşmış. Diğer yandan kadınların desteğinin öneminden bahseden retçiler var. Kadınlar söz konusu olduğunda neden aynı yerde buluşamıyoruz?
Bu vicdani rettin kendini anlatamaması ile ilgili. Çok fazla kanalı olmamış. Sadece zorunlu askerlikle ilişkili bakıldığında, o zaman gerçekten zorunlu olmayan bir şeyin reddi dünyanın en absürd şeyi gibi görünüyor. Ama onların derdi militarizmin her alandaki tezahürü ile…
Tam da bu yüzden senin ne işin var dediklerinde ve kadınlar bunu anlattığında, varlıkları ile bir uyandırma servisi işlevi görüyorlar.
1 milyon asker kaçağının olduğu, çürük raporlarının havada uçuştuğu, bedelli askerliğin müjde diye sunulduğu bir ülkede “her Türk asker doğar” sloganı ne kadar geçerli ve hala nasıl kendine yandaş bulabiliyor?
Bu o kadar net bir çelişki ve kendini o kadar güzel ortaya çıkartıyor ki, gerçekten üzerine kelam etmeye gerek yok. Çünkü eğer öyle ise bunlar neden var diye sormamız gerekiyor? Önsözde de yazdığım şeylerden birisi vicdani ret konusu tartışılırken bir emekli askerin, “bu hak tanınırsa kimse gitmez ki askere” demesiydi.
Aslında bu cümle bir tartışmayı bitirmek için kuruluyor ama tam da başlaması geren yer bu değil mi? Neden kimse gitmez ya da gitmiyor askere?
İçerde kilitli kalmış bir şeyin elinde olmadan ortaya dökülüşüydü. Bu cümle ile zorunlu askerlikten kaçmaya çalışan erkeklerin serüveni de ortaya çıktı.
Vicdani retçilere destek olanların “kimse asker doğmaz, herkes bebek doğar” dedikleri için halkı askerlikten soğutma davaları ile boğuştuğu bir dönemde, bu kitabın da senin için benzer bir süreci başlatacağı kaygısını taşıdın mı?
Tabii ki. Son yargı paketi kapsamında o maddede değişiklik oldu ama içerik aynı bir şekilde duruyor. İki açıdan düşünce ve ifade özgürlüğü önünde engel bu madde.
Hem vicdani redde dair fikir beyan edenleri bundan mahrum ediyor hem de karşındakinin de kendi fikrini oluşturma özgürlüğünden azade olduğunu söylüyor. Korkunç bir hukuki ayıp.
Son derece de keyfi bir şekilde işletiliyor. Bu yüzden isterlerse dava açabileceklerini isterlerse de açmayacaklarını biliyorum.
Mehmet Tarhan “Vicdani ret kabul edilebilecek bir şey ama bunu Elbistan’ın köyünde yaşayan çocuğa nasıl anlatacağını bilmediğin sürece hiçbir anlamı yok” diyor. Bu kitap Mehmet’in bahsettiği anlatım yollarından biri olabilir mi?
Fikri ve hareketi toplumsallaştırmayı becerememekten dilin uzaklığından söz ediyordu Mehmet. Genel olarak muhalif, anarşist her kitlenin dert edinebileceği bir şey. Mehmet tam da bundan bahsediyordu.
Zorlu hikayeler dinliyor, onları yazıyorsun. Bunların arasında zorlandığın anlar oluyor mu ya da nasıl baş ediyorsun?
Bir zorluktan bahsedeceksek şöyle bir yanı var. Bazı konuların anaakımlaşabilmesi için çok az kaynak olduğundan farklı dertlerden muzdarip insanlar size yazabiliyor. Çok haklı bir şekilde ilgilenilmesi ve yer verilmesini istiyorlar. Ben de böyle bir aracılık vazifesinden çok mutlu oluyorum. O köşe bu yüzden var.
Fakat bunun da bir kullanım alanı var. Yetişememe duygusu ağır geliyor aslında. Herkes derdi bir gazetede yer alsın istiyor. Öncelik verme kısmı, zor.
Aslında biraz psikolojik olarak yorulup yorulmadığını merak ediyorum.
Bence samimiyetinizi koruyabileceğiniz kadar bu tür gazetecilik yapmak gerekiyor. Mağduriyetler ve acılar diyeyim, paket haline getirip profeyonelce onları işlemeye başladığınızda bu mesleki dezenformasyona sebep olur. Bence zaten sağlıklı olan etkileniyor olmak. Etkilenmemeye başladığınızda bırakmak gerekiyor.
Gazetecilik dışında bir bölüm okuduğunu biliyorum. Hep yapmak istediğin bir şey miydi, yoksa hayat öyle mi gelişi?
Hep yazarak bir şeyler yapmak istediğimi biliyordum. Nokta ile başladım daha sonra haftalık dergilerde, yayınlarda devam ettim. İnsan hikayeleri yazdım. Gazeteciliğin edebiyata yakın olan kısmı, gerçek manada röportajlar ve üzerine benim de bir şeyler katabileceğim metinler ilgimi çekti.
Ercan Kesal bir derste şöyle demişti: “Senarist, insanların yanından geçip gittiği şeyleri gören kişidir.” Senin de az önce bahsettiğin gazetecilik de bununla örtüşüyor. Öyküler yazdığını tahmin ediyorum, yazar mısın?
Bir süredir yeni hikaye yazamadım ama planladıklarım var. Zaten gazetecilik dışındaki bir sonraki işimin hikayelerimi toplamak olduğuna karar verdim. Eski yazdıklarımı ama hala sevdiklerimi ayıklayarak, yakın zamanlarda yazdıklarım ve yazmayı planladıklarımdan oluşan bir kitap düşüncem var.
Ne tür hikayeler yazıyorsun?
Gerçek hikayelerin içindeki fanstastik durumlar benim ilgimi çekiyor. Cortazar severim, bu tarife uyar uymaz, Sait Faik severim. Fazla sirk atraksiyonu olmayan hikayeleri ki, Cortazar onlara hayat pıhtıları der. Onları seviyorum.
Pınar ile ayrılmadan önce elimdeki kitabı ona uzatıyorum. Adettendir, imzalamasını istiyorum. Kırmıyor ve şu satırları yazıyor: “Ordu deyince akla fındık gelse çok şahane olmaz mıydı?” (MC/YY)