KATLEDİLİŞİNİN 20. YILINDA
Vedat Aydın Cinayeti
Bundan yıllar evvel, 1979 yılında yine böyle bir temmuz günü yazdığı dizelerde, İranlı şair Ahmed Şamlu ülkesinin nasıl bir çıkmazda olduğunu ve Şah Rejimi'nin vahşi karanlığını anlatırken aslında dünyanın her yerinde yaşanmış ve yaşanacak olan bütün karanlık dönemlerin eşkalini veriyordu: "Tuhaf zamanlardayız sevgilim..." diyordu Şamlu "Gecenin bir yarısı kapıyı çalan / ışığı öldürmeye geliyor. / Işığı zulalamak en iyisi..."
İşte tam 20 yıl önce 5 Temmuz 1991'de Diyarbakır'da gecenin bir yarısı Vedat Aydın'ın İstasyon Caddesi'ndeki evinin kapısını çalanlar ışığı öldürmeye gelmişlerdi. Işığı götürdüler, saatlerce işkence ettiler, kafatasını parçaladılar, kollarını ve bacaklarını kırdılar, kalaşnikofla tarayıp delik deşik ettiler ve ardından Elazığ-Maden'de kimsesizler mezarlığına gömdüler. Ama fark edildi. Kürt halkı ışığı tanıdı.
Konvoylarla ışığı almaya gittiler. Diyarbakır'a taşıdılar. Yüz binlerce hemşerisi, dostu, yoldaşı ailesiyle beraber Vedat Aydın'ın cansız bedenini defnettiler. 10 Temmuz 1991 günü Diyarbakır'daki ilk kitlesel eylem olan cenazesinde kitleye otomatik silahlarla ateş açıldı. Resmi rakamlara göre üç, dönemin Diyarbakır Emniyeti'nde İstihbarat Şube Müdürü olan Hanefi Avcı'nın son açıklamalarına göre 23 kişi öldü.
Tuhaf zamanlardı... Türkiye’de özellikle 90’lı yılların ilk yarısında, özellikle Kürtler, tarihlerinin en ‘tuhaf zamanlarından’ birini yaşadılar. 1980 Darbesi’nin ardından o meşum Diyarbakır Cezaevi’nde uygulanan insanlık dışı muamelele, 90’lı yıllarla beraber sokağa, köylere, sivil hayata taşındı. Ve Kürt halkının yaşadığı bütün coğrafya Diyarbakır zindanına dönüştürülmeye çalışıldı; bölge insanlık dışı şiddetin, kirli savaşın iğrenç bir laboratuarı haline getirildi.
Mezopotamya'nın geleneksel bağları en güçlü halkı maruz kaldığı akıllara zarar şiddet karşısında dört bir yana savruldu. Kimileri dağa çıktı, kimileri ülkeyi terk etti, öldürülenler ve mahpuslara kapatılanlar da az değildi ama büyük çoğunluk, Kürdistan'ın yalçın dağlarındaki, geniş yaylalarındaki toprakları altlarından çekilen yoksul ve naif köylülerin büyük çoğunluğu, kendilerini bir anda şehirlerin kenar mahallelerinde buldular.
Mahpuslarda çürüyenleri, göz göre göre öldürülenleri, kimvurduya gidenleri, yer yarılıp da içine girenleri, güpegündüz mahalle aralarında satırlarla kurşunlarla katledilenleri, evlerinden alınıp bir daha görülmeyenleri ve işkenceden, kaygıdan, çaresizlikten ama özellikle adaletsizlikten aklını yitirenleri bir yana bıraksak; dağların, yaylaların efendisi bir halkın bir anda içine düştüğü tarifsiz yoksulluğu, sefaleti, salgın hastalıkları hesaba katmasak bile tuhaf zamanlardı.
Anneler, babalar bir anda değişen fiziki şartlarda hiçbir işe yaramayan deneyimleriyle uğunduran bir çaresizliğin elinde kahroldular. Gidenlere üzülecek vakitleri bile yoktu, var güçleriyle hayata tutunmak, elde kalan evlatlarını korumak için çabaladılar. Yine de o meşum haberler hep fısıldandı kulaktan kulağa: "Gitmiş" diyorlardı, "Ölmüş" diyorlardı. Bunlar insan haberleriydi. "Yakılmış" deniyordu, "Boşaltılmış" deniyordu. Bunlar köy haberleriydi. Yakılan, boşaltılan köyler, yaylalar, bahçeler şimdi mayın tarlalarına dönüşmüş durumda ve ülkenin dört bir yanında toplu mezarlar ortaya çıkıyor. Bir de; dağlara, mahpuslara, varoşlara ve yaban ülkelere pay edilmiş, her hanesinden kayıp vermiş bir halk var ortada.
Şartlar oluşsa ve bir yoklama alınabilse -bir arada olmalarını geçtik- dağda bile olsalar, Avrupa'nın, dünyanın farklı farklı köşelerinde bile olsalar, sesleri sayısız Anadolu şehrinin sayısız kenar mahallesinden, şantiyelerdeki beton barakalardan, seyyar yaşayan mevsimlik işçilerin derme çatma çadırlarından bile gelse tüm fertleriyle "burada" diyebilecek, hanesinden en az bir canı bedel ödememiş kaç aile vardır? Var mıdır? Ve "Ez li virım" diyemeyenlerin kaçının akıbeti belirsiz, kaçından hiçbir haber yok?
Resmi inkar politikasının şiddet, zulüm, işkence ekip sessizlik, itaat, yılgınlık biçmeyi denediği, askerlerin sivil köylüleri önüne katıp mayınlı bölgelerde yürüterek mayın taraması yaptığı, gerilla cesetlerini köy köy gezdirip teşhir ettiği o 'tuhaf zamanlarda', evet, 'korkudan kendi ölüsüne bile sahip çıkamayan insanlar' da oldu.
Böyle bir sahneyi Yılmaz Güney'in 1981 tarihli 'Yol' filminden de hatırlarız. O filmde dönem 12 Eylül Darbesi dönemiydi, bölge sınır bölgesiydi, cemselerin kasalarında cesetleri teşhir edilenler kaçakçılardı, kaçırdıkları emtia idi.
Peki o filmden yıllar sonra yaşanan vahşet dönemlerinde cesetleri teşhir edilen gerillalar, Vedat Aydın gibi halkın içinde politika yaptıkları için ibret olsun diye öldürülüp failleri bile aranmayan ve böylelikle ölümleri teşhir edilen binlerce sivil politik Kürt hangi sınırlarda geziniyorlardı, neyin kaçakçısıydılar?
İnsanca olan her şeye saldıran bir şiddet pratiğine teslim olmaya karşı çıkarak özgürlüğün, insaniyetin, hakkaniyetin sınırlarında geziniyor olmasınlar sakın? Hakim olamadığı bölgeleri insansızlaştıran, hakim olduğunu düşündüğü yerlere kendi sessiz karanlığını dayatan bir zulüm ideolojisinin elinde kalan halklarına insanlık onurunu, özgürlük düşüncesini, umudu, cesareti taşımayı, aydınlık bir gelecekten sızıp bir halkın düşlerini kamaştıran o kutsal ışığı kaçırmayı deniyor olmasınlar?
Dünyanın bütün coğrafyalarında böylesi karanlık dönemleri dayatmayı deneyenler için en tehlikeli ışık cesarettir, dayanışmadır, örgütlülüktür. Vedat Aydın Kürt halkının ve o karanlık dönemin en cesur, en dayanışmacı, en örgütlü mücadelecilerinden biriydi. O karanlıktaki en canlı ışıklardandı: Dönemin korku mühendislerinin, o karanlık dönemin tesisindeki en etkili silahları olan 'faili meçhul cinayetler'iyle öldürmeye geldikleri ilk ışığın Vedat Aydın olması bir tesadüf değildi.
Vedat Aydın, 28 Ekim 1990 günü Ankara'da DSİ Genel Müdürlüğü Konferans Salonu'nda yapılan İHD Genel Kurulu'nda kürsüye çıkıp Kürtçe konuşmaya başladığında delegelerin ve Divan üyelerinin büyük bir kısmı salonu terk etmişti. Aydın konuşmasını sürdürdü ancak o salondan evine dönemedi. Daha konuşması bitmeden polisler salonda belirmişlerdi. Suçu büyüktü: Kürtçe konuşmuştu. Kürtçeyi Türkçeye şirk koşmuştu.
Konuşmasını Türkçeye çeviren iki yoldaşıyla (Ahmet Zeki Okçuoğlu ve Mustafa Özer) beraber gözaltına alındı. Günlerce sorgulandı, ardından tutuklanarak Ankara Ulucanlar Cezaevi'ne gönderildi. 19 Aralık'taki ilk duruşmaya kadar cezaevinde kaldı. Duruşmada da Kürtçe ifade vermekte diretince, "anlaşılmayan bir dildeki" bu ifadeyi kabul etmeyen hakim tarafından her üçünün de beraatine karar verildi.
İsmail Beşikçi, KCK Davası ve Kürtçe başlıklı yazısında Vedat Aydın'ın bu konuşmadan 8 ay sonraki katlini o gün o salonda Kürtçe konuşmuş olmasına, mahkemede Kürtçede diretmiş olmasına bağlıyor. Beşikçi'ye göre; Aydın, anadili olan Kürtçede konuşma hakkından geri adım atmayarak büyük bir tabuya karşı çıkmış, devlet aklında büyük bir sarsıntı yaratmıştı. Olabilir mi?
Elbette olur. İHD Genel Kurulu'nda Kürtçe konuşuluyor diye salonun boşalması dönem ve tabu hakkında bir fikir veriyor. Gözüyle görmek isteyenler, Vedat Aydın Cinayeti'nden 4 ay sonra Meclis'te yemin eden Leyla Zana'nın kısacık Kürtçe cümlesinin devlet aklını nasıl zıvanadan çıkardığını internetten izleyebilirler. Bugün KCK davalarında Kürtçeye karşı takınılan devlet tavrı ve bir insan hakkı olan anadilde eğitim hakkı karşısında ileri sürülen akıllara zarar mesnetsiz itirazlar da devlet aklının "Kürtçe paranoyası"nın hala ne kadar canlı olduğunu açıkça gösteriyor.
Vedat Aydın, en temel insan hakkı olan anadili Kürtçeyi kimselerden izin istemeden, kimselere aldırış etmeden konuştuğu için bundan 20 yıl önce alçakça katledildi. Katillerin bulunmasını isteyen ailesi tehdit edildi. Cinayetten sonra, evinin önünde 5 yıl boyunca polis demek olan 'beyaz bir toros' bekletildi. Hayır, ailesini korumak için değil, korkutmak için. Vedat Aydın Cinayeti'nde her şey çok açıktı, hala da öyle: Katilleri biliniyordu, bu yüzden aranmadı. Katilleri aranmadı, bu yüzden de bulunmadı. Nokta.
(Bu makale, uluslararası çevirmen ağı tlaxcala'da yayınlanmıştır. )