Çok dinlediniz tsunamisini Uzakdoğu'nun. Kırılıp döküleni, olanı biteni anlatmaya çalışacağımı sanmayın. Oldu ve bitti işte. Yitip giden canlar, depremin teptiği dalgayla sürüklenip giden anneler, babalar, çocuklar... Dalga da ne dalga ama! Okyanustan kopup gelen, dev bir canavar ağzı. Sanki yoksullardan çıkarıyor tüm acısını insanoğlunun densizliklerinin. Ben demiyorum bunu, kendileri diyor. Yıkılmış kentin tezgâh olup sırlanmış çarşısı. Tezgâhtar ağıt dolu, kara kara suçlayan zaten yılıp gitmiş olanları.
"Bire hainler, bire kötüler. Sizin içiniz karası yüzünden bu başınıza gelenler."
Neden hep yoksullar ki lanetlenip cezalandırılanlar? Neden haritanın yoksulunu seçer öbek öbek bu afetler, felaketler? Neden hep yoksulları bulur, hesaplanmış kitaplanmış gibi.
"Siz ki düştünüz bu kötü yola, saptınız bizim doğrumuzdan, elbet gelecek başınıza bunlar!"
Dinler geçer yardıma gelen ekiplerin üyelerinin çoğu anlamadan. Yardıma gelen ellerinde bayrakları, basın toplantılarının "biz yaptık, biz, biz de biz!"leriyle, doğanın yumruğundan kaçabilmiş çocukları peşlerinden koşturan el açtırıp "mani mister, mani mister!"
"Eşşoğlueşşekler" diye bağırması gelir adamın:"Dilenci yapmayın lan yardıma gittiğiniz ülkenin çocuklarını!"(Eşşoğlueşşeğin karşılığını eklemeli çok dilli küçük cep sözlüklerine, ihtiyaçtır!)
Sözüm onları gönderen beş benzemez politikalaradır! Yardım ekiplerindekiler, hepsi yürekleri sevgi dolu, temiz insanlar. Ama o politikalar yok mu onları gönderen, hiçbiri diğerine benzemez, bağdaşmaz hiçbiri diğeriyle! Sırtlarına vurup ihtiyaç fazlalarını, yardıma salan o politikalar!
Bir köy vardı bütün bebeklerini ve çocuklarını tsunami yutmuş, kan ağlayan. Bebek bezlerinden bir dağ olmuştu köy meydanında, pikaplardan atılıp kaçılan. Ağlayan kadınlar gözleri kan çanağı, bakıp bakıp o yığına... Bir kadın kurdele istemişti. Gelinlik kızının saçına takmak için. Dudak bükmüştü Danimarkalı. Sorup anladım bin bir güçlükle: Korurmuş kızının bebeklerini bir sonraki tsunamiden duası okunup takılırsa yordamınca! Kurdele alırım o gün bugün, ne zaman afete gitsem... Tezgâhlar hiç susmadan seslenir disk çalarlardan:
"Ey yoldan çıkmışlar, bekleyin siz, göreceksiniz daha neler neler gelecek başınıza!"
Suçlu tsunaminin sürüp götürdükleriydi anlatılanlara göre. "Ey günahkârlar!" diye başlıyordu her biri, her birinin günah saydığı başka! Kasetçalarların her biri bir başka söylem grubunundu. Günah tanımları bile çeşit çeşit söylem grupları, doğruları hiç birbirine benzemez.
"Gönderen politikalardan" arınmış bir sağlık ekibi...
Doktorlar, hemşireler, bir de çevre sağlığı teknisyeni. Ellerinden geleni yapmaya çalışan, arada bulup buluşturulanlarla açlığını bastırıp... Dolaşıp kent yıkıntısından kent yıkıntısına, sarıp sarmalanmaya çalışan yürek yaralarını bile, onmazlığını bilseler de.
Yine bir yıkıntı kentteler dalgaların yerle bir ettiği. Kocaman bir ova gibi yıkıntı çöplüğü. Etrafta çıt yok. Kırmızı bezler asılmış sağda solda ağaç dallarına. "Dikkât, bu bölgede ceset olabilir" demek. Ceset de aranacak bölgede. Bulunanlar torbalara konup yol kenarına dizilecek. Kamyonlar gelip alıp, götürecekler toplu mezarlara. Gıyap namazları kılınacak sonra. Genç hekimlerden biri yanındaki yaşlı hekime fısıldadı:
-Ağlıyorsunuz!
İrkildi yaşlı hekim gözü bir çalıya takılı oyuncak bebekte. Kim bilir hangi çocuğun bebeği. Ağlıyordu sicim sicim, farkında olmadan dalmış. Gözlerini sildi telaşla ellerinin yanıyla, suçüstü yakalanmış gibi. Yardım ekibi üyelerinde görülen bunaltı deliliklerinden biri işte. Gözlerinin önüne eski deprem yıkımlarından biri geldi birden. Orada da görevliydi. Sabah gün ağarırken evleri deprem hışmına uğramış bir sokağa girmişti. Yıkılmış, yana yatmış, kimi katları birbiri üstüne çökmüş evlerin sıralandığı bir sokak. Hastane çadırına uğrayacaktı sokağı geçip. Birden aklına takılmıştı, "Şu iki evden de imdat çığlığı gelse aynı anda, ilk hangisine koşardı ki?" Bir süre sonra sokağın sonundaki bir yıkıntının üzerine yığılmış halde kendine gelmişti. Kan ter içindeydi. Ölümüne koşmuş olmalıydı bir Amok koşucusu gibi. Kaldıramamıştı iki ev yıkıntısından birden yükselen imdat çığlığını çözümsüzlüğünü, bunaltı deliliğine yakalanmıştı o an. Soluksuz kalmıştı neredeyse. Zor toplamıştı kuş kanadı gibi çarpan yüreği. Olağanüstü bir çabayla doğrulup, ayağa kalkabilmişti dakikalar sonra. Mırıldandı ağzını genç hekimin kulağına yaklaştırıp:
- Olmadık sorular sorup, bunaltmayın kendinizi afetlerde çalışırken!
Genç hekim yüzüne baktı söylenenleri anlamlandırmaya çalışırken. Yaşlı hekim devam etti:
- Keşke bu tsunami bebeğini çalıp gitseydi, çocuğu bırakıp. Üzülür, ağlardı ama kucaklar öperdik hiç olmazsa!
"Haklısın ağabey" dedi genç hekim, uzakta gördüğü bir cesede doğru yürürken. (ÇG/MS/AS)
* Çağatay Güler, "Bin Uçurtmaya Kanıyorsun" Öyküler, Palme Yayıncılık, 2011 Ankara
(Yazarının özel izniyle yayınlanmıştır.)