Ağaçların bir suskunluğun feryada dönüşmesinde rolü ne olabilir? Meltem Ahıska toplumsal hafızanın dönüşüm imkânlarını tartıştığı yazısını şu etkili sözler ile bitirmiş. Ağaçların direnişin simgesi olması “zorunlu” değildi ama “farklı yaşam alanlarının beslendiği ve ortaklaştığı bir dünya” imgesi olarak “tesadüf” de değildi.
Bu yazı da bir imge olarak ağacın direnişteki rolü üzerine odaklanacak. Biraz farklı bir odaktan bu sorgulamayı yapacak. Kır sosyolojisinde araştırmaların yoğunlaştığı çeşitli gelişmelere işaret edecek. Ağaçlar üzerine düşünürken, özellikle tarımda artan endüstriyel dönüşüme karşı bir direnç olarak gelişen yerelleşme taleplerine kulak vermek gerektiğini söyleyecek.
Hemen söyleyeyim bu direnç ağacın kesilmesi ile yerinden sökülmesi arasında genellikle bir fark görmüyor. Bir derenin üzerine baraj yapıldığı zaman ya da bir tohumun genetiği değiştirildiği zaman onun daha verimli hale geleceğini söyleyen tüm bilimsel yaklaşımlara/teknolojilere karşı direniyor. Vandana Shiva’nin ifadeleriyle, ataerkil mühendisliklerin kalkınma söylemini kendilerine siper ederek doğayı sömürmesine itiraz ediyor.
Kapitalizm bir ağacın gölgesini satmaya çalışmadan önce onun metabolizmasını dönüştürmeye çalışır. Endüstriyel teknolojiler ağacın metabolizmasını ya kısa sürede daha çok meyve vermesi için, ya da sonsuza kadar meyve vermemesi için (estetik için) dönüştürmek ister. Tarımda yerelleşme hareketleri işte böylesi bir endüstriyel teknolojiye ve onun miktar, verimlilik ya da estetik odağındaki üretim sistemine karşı bir direnç olarak okunur ve algılanır.
Türkiye’de yerelleşme hareketleri, özellikle kırsal alanlarda, son on yılda yoğunlaşan neoliberal tarım politikaları ile giderek çeşitlenmiş ve çoğulculaşmıştır. Kentler ve kırlar arasında kısa ve doğrudan kurulan tedarik zincirleri ile yeni dayanışma ağları kurmuştur. Çünkü tarlalardan süpermarket raflarına taşınan, en düşük fiyattan miktar olarak en fazla üretenin ürünüdür. Bu ürünler çeşitli teknolojik ve politik süreçlerin kontrolü altında yersiz ve yurtsuz yapılır, yani geleneksizleştirilir.
Endüstriyel üretim modeli dünyanın neresinde yetişiyorsa yetişsin aynı standart ve homojen nitelikleri hedefler. Son yüzyılın gözde bilim dalı, biyoteknoloji ürünlerin yetiştirildikleri bölge ve yörenin doğal özelliklerinden kaynaklanan (suyu, toprağı, havası, iklimi, geleneksel üretim biçimleri gibi) her türlü kalite farklılığını (şekil, renk, tat, dayanıklılık, parlaklık, olgunlaşma süreleri gibi) gidermek için çabalar.
Hukuk ise endüstriyel dönüşüme eşlik eden yeni emek sömürüsü mekanizmalarına yeni elbiseler diker. Patentler ve sözleşmeli üretim gibi yeni hukuksal formlar artı değere el koymak için muasır rıza üretim araçlarıdır. Özetle, ürünlerin sadece özgün doğası ve biyolojik yapısı değil, aynı zamanda üretim koşulları ve üretim ilişkileri de yeni yönetebilme aygıtları ile dönüştürülür.
Bu girizgâh ağaçların en dirençli yerel taleplere ilham verebilmesinin çeşitli nedenlerine dikkat çekmek için önemli. Bu nedenler kır sosyolojisinin tarıma bir bütün olarak değil de ürün bazında odaklanabilmesinin nedenleri ile türdeş. Biyoteknolojilerle dönüştürülen ürünlerin tedarik ve üretim ilişkilerini yapısal olarak incelerken sosyologlar “tarıma istisnai” bir takım yöntemler uygulamak zorunda kalıyor. Hem biyolojik yapısı hem de tedarik zincirinin (iktidar ilişkilerinin) yapısı daha karmaşık hala gelen üretimleri tek bir analiz yöntemi ile anlayabilmek mümkün değil.
Bu istisna koşulları aramak klasik bir tartışmayı yeniden gündeme getiriyor. “Kır sorunu” (agrarian question) tarımın diğer sektörlerden farklı olduğu ve kapitalistleşmesi önünde bir takım engeller olduğunu üzerine açılan bir tartışma. Kimileri bu tartışmanın çoktan kapandığını söylüyor, diğerleri tarımın istisnai şekillerde ticarileştiğine işaret ediyor.
Bir süredir bu klasik tartışma aklımda, Ege pamuğu ve Ege zeytinyağları için yürütülen yerelleşme (coğrafi işaret) çalışmalarını inceliyorum. Egenin bu iki geleneksel ürünü için de yerelleşme iddiası var ve fakat yerel aktörler pamuk tarlalarında endüstriyelleşmeyi savunurken, zeytin bahçelerinde geleneksel üretimi savunuyor Pamuk melez tohumlar, zirai ilaçlar, erken olgunlaştırıcı kimyasallar ve toplama makineleri ile tamamen endüstriyelleşmiş bir ürün. Zeytinyağı ise zeytin ağaçtan kopana kadar görece daha geleneksel bir ürün… Özetle tarım bazı ürünlerde toprakta, bazı ürünlerde fabrikada uygulanan teknolojilerle endüstriyelleştiriliyor.
Kır insanlarının ağaçlar ve senelik tohumlar arasında farklılaştırdığı ilişkileri düşünmek bu noktada çok önemli. Bu farklılaşan ilişkiyi Marx’ın bir tahlili ile anlayabiliriz ama bir noktaya kadar. Marx emek süreci (labor time) ve üretim süreci (production time) arasında bir ayrım yapar ve bu iki zaman dilimi birbirine ne kadar yakın olursa, kapitalist kazancın da o denli arttığını söyler. Ağaçlar üretim süreci-emek sürecini oranlandığında kapitalizm için oldukça elverişsiz kaynaklar. Diğer taraftan biyoteknoloji nereye dikilirse dikilsin aynı ürünü, aynı standart tadı veren bir zeytin ağacı henüz melezleyemedi. Hâlihazırdaki türler köklenip dikildikleri yeni bölgelerde anomaliye neden oluyor.
Yukarıdaki argümanlar ile ağaçların yerelleşmedeki rolünü teknik bir mesele gibi algılayabiliriz. Fakat bu ne sadece ekonomik, ne de sadece teknik bir meseledir. Üretim maliyetlerini arttırdığı halde 500-600 yıllık ağaçları köklemeyen, yerine yediveren ağaç türleri dikmeyen köylüleri düşünmek gerekiyor. Üstelik cezası az, yerine dikilecek “sertifikalı yediverenler” için ödenen teşvik çok para iken. Bir bölgenin mitolojisini belirleyen, damak tadını belirleyen, beslenme alışkanlıklarını belirleyen, kültürünü besleyen kısacası dününü ve yarınını besleyen ağaçlardan hemen vazgeçmeyen yerelleri düşünmek gerekiyor.
Harvey küreselleşme ile birlikte kapitalizmin yerel farklılıklardan ve yerel kültürlerden tekelci rant oluşturmayı öğrendiğini söyler. Bu şu demek, kapitalizm gölgesini satabiliyorsa bir ağacı kesmek derdine düşmez. Hatta o ağacın ürününü nostaljik bir hikaye ile iki katı fiyata satabilme imkanı varken. Bu nedenle küreseli kapitalizmin mantığı, yereli de ona direnen bir alan (özsel) olarak kutsamak romantizm hatasına düşer. Örneğin AKP’nin Toplu Kışlasını romantize ederek AVM inşa eden mühendisliği bu hataya düşer. Toplum mühendisliği hatasıdır, yerelin ne olduğu, ne olmadığı birkaç kişi tarafından tüm toplum için belirlenir.
Ne var ki, Harvey tamamen karamsar bir tablo çizmiyor. Yerellik, tarih, kültür, kolektif hafızalar ve gelenekler kapitalizm onları ticarileştirmeye çalıştırırken bile içinde alternatiflerin geliştirileceği politik düşünceler ve eylemlere alan açan kolektif kaynaklardır, diyor. Gezi direnişi, romantizm (toplum mühendisliği) hatasına düşmeden, bilakis o hataya karşı, yerelin içinin çoğulcu bir şekilde dolduğu efsane bir yerelleşme hareketi değil de nedir peki? (DN/HK)
Derya Nizam, Sydney Üniversitesi, Sosyoloji ve Sosyal Politika
* Meltem Ahıska (2013).“Kahrolsun Bağzı Şeyler”: Alacakaranlık Kuşağının İmkanları, Bianet, 23 Haziran.
* David Harvey (2001). "The art of rent: globalization, monopoly and the commodification of culture." Pp. 93-110 in Socialist Register 2002: AWorld of Contradictions, edited by L. Panitch and C. Leys. London: Merlin Press.