17 Ocak 2012 gününü çok iyi hatırlıyorum. Beşiktaş’ta, Hrant Dink cinayeti davasının görüldüğü, içine her girdiğimde kendimi kirlenmiş hissettiğim adliye salonunda kararın açıklandığı günü... Hani, kararı veren hâkim dahil kimsenin içine sinmeyen, iktidar ve muhalefet kanadından politikacıların eleştirmekte yarıştığı, Hrant Dink'i Yasin Hayal ve Ogün Samast'ın öldürdüğüne, cinayetin örgütlü işlenmediğine inanmamızı bekleyen, kamuoyu önünde kimsenin savunulacak bir yanını bulamadığı o utanç verici kararın...
İşte o kararı mahkeme salonunda hâkimin ağzından duyduktan iki saat kadar sonra, Ümit Kıvanç'la birlikte Habertürk'te Balçiçek İlter’in programına katıldık. Antalya’dan Aydın Taşçı’yı –ki ihbar dilekçesinde kendisini “Bir Türk vatandaş”, beni ve Ümit Kıvanç’ı ise “belli ki Ermeni” olarak tanımlayarak zihinsel evsafını açık ediyordu– rahatsız eden sözleri o gün ettik.
Peki, söylediğimiz neydi?
Özü itibarıyla şuydu: Hrant Dink, devlet görevlilerinin de dahil olduğu bir organizasyon sonucu öldürülmüştü ve onu öldüren yapının eldeki bütün kanıtlara rağmen ortaya çıkarılmaması, devleti cinayete suç ortağı yapıyordu. Bu, devletin katilleştiği noktaydı. Biz, devletin katilleşmemesini istiyorduk. Bunun da tek yolu, cinayette rolü olanların yargı önüne çıkarılmasıydı. Eğer bu yapılmazsa, devlet katillerin suç ortağı olmayı sürdürecek, tüm topluma, benzer cinayetleri işleyenlerin gelecekte de cezasız kalacağı mesajı verilecekti. Bunu kabullenemiyorduk.
Bugün, soruşturma konusu olan programdaki cümlelerimi bir kez daha dinleyip, bilirkişi tarafından deşifre edilip soruşturma dosyasına giren metni okuyup, Türk Ceza Kanunu’nun 301. Maddesi ışığında değerlendirdiğimde, Türkiye’de herhangi bir hâkimin o cümleler nedeniyle gönül rahatlığıyla cezaya hükmedebileceğini çok açık bir şekilde görüyorum. Kanunun 1. fıkrası, “Türk milletini, Cumhuriyeti veya Türkiye Büyük Millet Meclisini alenen aşağılayan kişi, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır” diyor. Bu durumda, vazifeşinas bir hâkim pekâlâ, dile getirdiğim, “devlet, cinayet, suç ortaklığı, katillik” silsilesi içinden altı ayla üç yıl arası bir ceza çıkarabilir. Yani, programda yapılan konuşmalarda “suç unsuru” pekala bulunabilir. Türkiye yargısının genel eğilimleri göz önüne alındığında, buna hangimiz şaşırırız?
301. Madde, 2008’de, Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra değiştirildi ve “Bu suçtan dolayı soruşturma yapılması, Adalet Bakanının iznine” bağlandı. Değişikliğin 301. Madde'ye ilişkin sorunu ortadan kaldırdığı yönünde bir izlenim vardı kamuoyunda, ancak bana ve Ümit Kıvanç’a açılan soruşturma, ortadan kalktığını sandığımız 301 heyulasının orta yerde öylece durduğunu gösteriyor.
Muhtemelen şu an pek çoğumuz, Bakanlığın yargılanmamız için izin vermeyeceğini düşünüyor. Öyle ya, dava açılmayacağına göre, sorun da yoktur. Ancak gerçekten öyle mi? Sizce Bakanlık, değerlendirmesini dosyadaki hukuki delillere göre mi yapacak? Yani, TCK 301'i ve bizim sözlerimizi yan yana koyup, dava açmanın kanuni olup olmadığına mı hükmedecek? Öyle olsaydı, Bakanlık iznine ne gerek vardı? Aynı hukuki ve kanuni değerlendirmeyi bir savcı da yapardı zaten. Demek ki bakanlık siyasi bir değerlendirme yapacak. Kabaca söylemek gerekirse, “Bu davanın açılması, hükümetimize, devletimize, imajımıza yarar mı sağlar, zarar mı sağlar” şeklinde bir değerlendirme... Peki, bir ceza davasının kaderinin böyle siyasi bir değerlendirmeye tabi kılınması, Adalet Bakanı’nın iki dudağı arasında olması ne kadar adil? Diyelim ki, bugün Adalet Bakanlığı söz konusu davanın açılmasını devletin âli çıkarlarına uygun bulmadı. Ya yarın? Başka bir konjonktürde, başka bir bakanın döneminde ne olacağını bilebilir miyiz? Yasaların uygulanması bu kadar keyfi olabilir mi? (*)
Bu yazıyı okuyanlar arasında, "Amma da uzattın, Bakanlığın sizler için vereceği olumlu kararı bekle ve yerine otur" diyenler olduğunu biliyorum. Ama hayır, mesele bu soruşturmadan bir şekilde sıyrılmak meselesi değil; mesele, yıllardır tepemizde Demokles'in kılıcı gibi sallanan 301. Madde'yi bu ülke insanı için bir tehdit olmaktan çıkarmak meselesi.
Mesele kişisel değil, aksine toplumsal ve uzun bir geçmişi var. Unutmayalım ki, Hrant Dink'in 301'den aldığı ceza, onun hedef haline getirilme sürecini hızlandırdı. AİHM, daha sonra verdiği kararla, Dink'i 301'den cezalandıran Türkiye'yi mahkum etti. Ve unutmayalım ki, aynı AİHM, 2011'de, Taner Akçam'ın açtığı davada, Akçam'a 301'den soruşturma açılmasını dahi hak ihlali olarak değerlendirdi.
Taner Akçam dosyasında AİHM, TCK 301'in 2008'de değiştirilen halinin dahi demokratik hukuk kriterleri açısından kabul edilemez olduğunu ilan etti. AİHM, kararında şu iki unsuru öne çıkarıyordu:
* TCK 301 temelinde soruşturma başlatma yetkisinin Adalet Bakanlığı'nda olması ifade özgürlüğü açısından yeterli bir güvence değildir.
* Eski TCK 301'deki "Türklük" teriminin "Türk Milleti" olarak değiştirilmesi Yargıtay'ın ifade özgürlüğünün korunması anlayışında değişikliğe neden olmadı; dolayısıyla, madde ifade özgürlüğünü kısıtlıyor.
Yani, bizler bugün, AİHM tarafından mahkum edilmiş bir yasa gereğince soruşturuluyoruz.
Yani, dava açılmasının Adalet Bakanlığı'nın iznine tabi olması, bizim ve hiçbirimizin ifade özgürlüğümüzün ve can güvenliğimizin korunduğu anlamına gelmiyor.
Yani, normal şartlarda biz bu dosyayla ceza alabiliriz, hedef haline gelebiliriz ve bütün bunlar, Türkiye'nin Anayasa hükümlerinin dahi üzerinde kabul ettiği AİHM içtihadına aykırı bir şekilde gerçekleşebilir.
Şu halde, söylenmesi gerekenler şunlardır:
* Bu soruşturma, bir davaya dönüşse de dönüşmese de kabul edilemez. Aslolan bizim konuşmalarımızda suç unsuru olup olmadığı değildir. Suç unsuru olan, 301. maddenin kendisidir.
* Adalet Bakanlığı dava açılmasına izin vermese bile sorun ortadan kalkmaz. Ortadan kalkması gereken, 301. maddedir.
* Bakanlık soruşturmanın davaya dönüşmesine izin vermese bile bu soruşturma ifade özgürlüğümüzü ve can güvenliğimizi tehlikeye atmaktadır ve AİHM ilkeleri gereği kabul edilebilir değildir. AİHM içtihatı, 301. maddeden soruşturma açılmasını dahi ifade özgürlüğünün kısıtlanması ve can güvenliğinin ihlali olarak yorumluyor. Aynı içtihat, rahatsız, hatta şoke edici fikirlerin savunulmasını dahi ifade özgürlüğü dahilinde değerlendiriyor.
* Bu soruşturma, geçmişte bütün uyarılara karşın 301. maddeyi kaldırmayarak vebal altına giren AK Parti ve maddenin biraz olsun yumuşatılmasına bile muhalefet eden CHP'ye TCK 301'in neden kaldırılması gerektiğini göstermeli; başka soruşturmalar ve davalar açılmasına fırsat verilmeden, Meclis bir an önce gereken yasal düzenlemeyi yapmalı ve Türkiye 301 ayıbından kurtulmalıdır. (RK/EKN)
--------------------------------------------
(*) Bu keyfiliği gösteren somut örnek, araştırmacı Temel Demirer’in 301. Madde nedeniyle hâkim karşısına çıkarılmasıdır: Demirer, Hrant Dink’in katledilişinin ertesi günü Ankara’daki bir protesto gösterisinde yaptığı açıklama nedeniyle 301. Madde’den yargılandı. Altı yıl kadar süren bu dava, Demirer ve avukatlarının tüm itirazlarına karşın, üçüncü yargı paketi kapsamında, “sanığın üç yıl boyunca aynı suçu işlememesi” koşuluna bağlanarak ertelendi. Demirer’in erteleme kararının alındığı duruşma salonundan çıkar çıkmaz yargılanmasına yol açan açıklamayı tekrar etmesi üzerine ise, hakkında yeniden soruşturma açıldı.