"Kilise yönetiminin de fazlasıyla rahatsız olduğu üzere, son 10 yıldır, dilek dileme ritüelleri giderek farklılaşıyor. Bunlardan en çok öne çıkanı, manastıra giden yokuşun başında bir ağaca bağladığı bir ipi, kilisenin bulunduğu tepeye kadar hiç koparmadan açabilenlerin dileklerinin gerçekleşeceği inancı."
Büyükada, her 23 Nisan'da bir başka hareketli. Ada'nın en yüksek tepesine konumlanmış Aya Yorgi Manastırı'na ismini veren Yorgi'nin isim günü. Ortodoks ikonografisinde sıkça kullanılan, ejderhayı mızrağıyla yere seren ordu komutanı Aziz Giorgios'un günü.
Ama hareketliliğin sebebi, maalesef bu değil. Motorlar ve vapurlar normal tarifenin dışına çıkarak, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte çalışmaya başlıyorlar. Bu saatlerde yola çıkmazsanız kiliseye ulaşmanız dahi çok zor. Bugün kiliseyi ziyaret edenlerin sayısı 60-70 bini buluyor, insanlar saate aldırmadan, Büyükada'daki Aya Yorgi Manastırı'na doğru, akın akın gidiyorlar. Büyük çoğunluğunun amacı, kendileri ve sevdikleri için dilek dilemek.
Bu geleneğin geçmişi, kilisenin tarihiyle çok ilintili. Bizans döneminde işgal altında kalan Kilise'nin ikonalarını ve kutsal eşyalarını kurtarmak isteyen papazlar, bu cisimleri toprağa gömerler. Uzun yıllar sonra, Aziz Yorgi, bir çobanın rüyasına girerek, ona kiliseye uzanan yolu tırmanmasını, bir çan sesi duyduğu yerde durup toprağı kazmasını söyler. Çoban, aynı rüyayı üç gece üst üste görünce, kiliseye uzanan uzun yokuşu, çıplak ayakla, arkasına hiç bakmadan ve hiç konuşmadan, tek başına tırmanır. Rüyasında gördüğü gibi, kiliseye yaklaştığı anda çan sesleri duymaya başlar; o noktayı kazar ve gömülü cisimleri bulur. Çobanın bulduğu ikonalar ve diğer eşyalar, bugün Aya Yorgi Manastırı'nda sergilenmekte.
Fakat kilisenin yönetiminin de fazlasıyla rahatsız olduğu üzere, yaklaşık son 10 yıldır, dilek dileme ritüelleri giderek farklılaşıyor.
Bunlardan en çok öne çıkanı, manastıra giden yokuşun başında bir ağaca bağladığı bir ipi, kilisenin bulunduğu tepeye kadar hiç koparmadan açabilenlerin dileklerinin gerçekleşeceği inancı. Fakat sürekli olarak artan kalabalık yüzünden iyice zorlaşan bu yöntem, son yıllarda yerini, her adımda ipi eline dolayarak dilek tutmaya ve sonrasında ip tutamını denize atmaya bırakmış.
Dilekte bulunmanın piyasası da giderek büyümekte. Aya Yorgi'ye çıkan yokuşun bulunduğu meydana geldiğinizde, her dilek için ayrı renkte mumlar satanlar ve dileği simgeleyen küçük metal eşyaları tezgâhlara serenler etrafınızı sarıyor; lacivert: İşte başarı ve araba, turuncu: okulda başarı, kırmızı: aşk, beyaz: sağlık, mor: çocuk sahibi olmak, yeşil: para, mavi: kariyer, sarı: şans, pembe: kısmet. Hatta yanınızda bulunmayan bir yakınınız için dilediğiniz dileğin tutması için, meydanda satılan çamaşırlardan alarak, daha sonra o insana giydirmeniz gerekmekteymiş.
Bu ritüelleri uygulayan insanlarla konuştuğumuzda, neredeyse hepsi hiç inanmadığını ve yokuşu spor yapmak için tırmandığını söylese de, araya, bir yakını için dilediği dileğin yerine geldiğini sıkıştırmayı ihmal etmiyor.
Yıllardır 23 Nisan'larda yokuşta simit satan Erol, o gün adaya gelenlerin sayısının her sene arttığını ve bunun da, insanların ne kadar mutsuz olduğuna işaret ettiğini söylüyor. Kilise ise, uygulanan ritüellerden, sadece kilisenin içindeki dilek kutusuna dileklerin bırakılmasını ve eğer yerine gelirse bir sonraki ziyarette şeker veya yağ getirilmesini destekliyor. Eskiden kilisenin ihtiyacını karşılamak için kandil yağı getirilse de, böyle bir ihtiyaç ortadan kalkınca ayçiçeği yağına dönülmüş. Kilise görevlileri, bunun fakirlerin ihtiyaçlarını karşılamak adına faydalı bir hareket olduğu görüşünde.
Kiliseden çıkış da bambaşka bir hikâye. Yine kilise yönetimi karşı çıksa da, insanlar hangi dilekte bulunuyorlarsa onu simgeleyen motifleri kilisenin çıkışındaki duvara çiziyorlar veya kibrit çöpleri ve şeker yardımıyla bu motifleri oluşturuyorlar. Bir önceki gelişinde dilediği dilek gerçekleşmiş olanların uzattığı şekerler de, iniş yolculuğunuzun katığı oluyor.
Bu yoğunluk gün sonuna kadar devam ederken, herkes inişte, kilisenin bir sonraki ayin gününde, yani Meryem Ana'nın ölümünün kırkıncı günü olan 24 Eylül'de, gerçekleşmiş dilekleri ve ellerinde, kiliseye şekerleriyle gelmeyi umuyor. (SB/EKN)
* Haber Agos gazetesinin 27 Nisan 2012 tarihli 837. sayısından alınmıştır.
Zengin bir gübre olan guano, şaşırtıcı biçimde son derece kanlı bir tarihe sahip. Görünüşe kapitalistler sadece parlak nesneler için değil, gerektiğinde kuş dışkısı için de savaşırlar.
Peru’nun Okyanus kıyıları, bölge için uzun yıllar boyunca büyük bir zenginlik kaynağı sağlar. İlk baktığımızda yağmurun zar zor yağdığı, sarp kayalıklardan oluşan küçük adaların neresinde ‘zenginlik’ var, anlayamayız. Üstelik yerin altında da öyle dişe dokunur bir hazine yoktur. Ancak asıl hazine bakmayı hiç düşünmeyeceğimiz bir yerde saklı: Uğruna savaşlar verilen bu kaynak deniz kuşlarının kokuşmuş dışkılarından başka bir şey değildir!
Değerinin parladığı devirlerde Peru ve Şili arasında kanlı savaşlara sebep olan, bölgeyi kıta dışındaki büyük devletlerin müdahalelerine açan ise ‘guano’ isimli bu kuş dışkılarıdır. Zengin bir gübre olan guano, şaşırtıcı biçimde son derece kanlı bir tarihe sahip.
Dışkıyla yükselen saraylar
Meseleyi anlamlandırmak için 19. yüzyıl ortalarına gitmemiz gerekiyor.
Ancak önce guano'nun ne olduğunu tanımlayarak başlayalım. Nitrat, azot, amonyak, fosfat ve alkali tuzlar bakımından oldukça zengin bir madde olan ‘guano’ aslında pelikan, martı ve karabatak gibi deniz kuşlarının yıllar boyu biriken dışkılarından oluşuyor. Katılaşmış, yoğun ve kokulu bir madde olan guano, özellikle bölgenin yağmur almaması sebebiyle değerini kaybetmeden katmanlaşır. Kayalık adalarda, kıyılarda ya da kısaca kuşların tünediği kurak yerlerde biriken guano, İnkalar zamanından beri bölgede yerel bir gübre olarak kullanılır. Fakat guano, özellikle kıta dışındaki gelişmelerin yarattığı itki ile birlikte rağbet edilen bir kaynağa dönüşür.
Yazar Eduardo Galeano, kendi kıtasının sömürgecilik tarihini anlattığı Latin Amerika’nın Kesik Damarları kitabında, guano'nun yükselişini şöyle anlatıyor:
“Avrupa nüfusu baş döndürücü bir hızla artıyor, buna karşılık gıda maddeleri üretimi aynı oranda artmıyordu. Peru kıyılarında elde edilen guanonun gübresel özellikleri İngiliz laboratuvarlarında ortaya çıkarıldıktan sonra, 1840’ta yoğun bir guano ihracatı başladı. (…) Guano ihracatına başlandıktan kısa bir süre sonra, güherçilenin1besleyici gücünün daha yüksek olduğu fark edildi, güherçile 1850’de Avrupa’da yaygın biçimde gübre olarak kullanılıyordu. Eski Dünya’nın buğday üretimine ayrılmış, aşınma yüzünden verimini kaybetmiş toprakları Peru’nun Tarapaca bölgesinden, daha sonra Bolivya’nın Antofagasta ilinden gelen sodyum nitratı olduğu gibi emiyordu. Büyük Okyanus kıyılarında ‘neredeyse gemilerin gelip almasını bekleyen’ güherçile ve guano sayesinde açlık hayaleti Avrupa’dan uzaklaştı.
Kendini beğenmiş kibirli Lima oligarşisi servetini arttırmaya devam ediyor, kum çöllerinin ortasında, Carrara mermerinden saraylar ve anıtlar oligarşisinin gücünün simgeleri olarak yükseliyordu. Bir zamanlar Potosi2’nin gümüşüyle zengin olan Limalı soylu aileler, şimdi kuş dışkısı ve güherçilenin parlak beyaz tortuları sayesinde hayatlarını sürdürüyorlardı. Peru kendini bağımsız sanıyordu, oysa İspanya’nın yerini İngiltere almıştı. Şöyle diyordu Mariategui, ‘Ülke kendini varlıklı sandı. Devlet korkunç müsrif davrandı, ülkenin geleceği İngiliz maliyesinin ellerine bırakıldı.’ Emilio Romero’ya göre, 1868’de devlet borç ve harcamaları, ihracat tutarını kat kat aşıyordu. Guano rezervleri, İngilizlerden alınan borçlara karşılık bir garanti yerini tutuyor, Avrupalılar fiyatlarla istedikleri gibi oynuyordu. İhracatçıların açgözlülüğü büyük zararlara yol açıyordu, doğanın adalardaki binlerce yıllık birikimi, birkaç yılda yok edilme pahasına elden çıkarılmıştı. Bermudez, bu süre boyunca güherçile pampalarında işçilerin ‘tek gözlü, sefil, bir adam boyu yükseklikte, çakıl ve kilden yapılmış’ barakalarda yaşadıklarını anlatıyor.3”
İlk misafir İspanya
Peru oligarşisi, dünyaya ihraç ettiği gübrelerin tadını çıkarsa da kapıda yeni sorunlar vardır. Öyle ki gübrelerden elde edilen kârın lezzeti, hem çevreden hem de uzaklardan diğer pek çok devletin ağzını sulandırır.
İlk olarak sahneye İspanya çıkar.
Bölgenin eski sömürgeci gücü olan İspanya, yılında donanmasının gücüyle birlikte 1864 Chincha Adaları'nı işgal eder. Burası, Peru’nun en zengin guano kaynaklarından olan Pisco’nun hemen yanındadır. O günlerde guano demek, Peru hükümetinin kasasına giren gelirin yüzde 60 demektir… Dolayısıyla bu adaların işgali Peru için son derece kritiktir. Fakat daha geniş bir şekilde düşünecek olursak İspanya’nın guano kaynaklarına yönelik hamlesi, aynı zamanda bölgede eski etki alanını tekrar edinme yönünde bir pazarlık kartı gibi değerlendirilebilir. Nitekim savaş da sadece Peru ile İspanya arasında devam etmez; Şili, Ekvador ve Bolivya da İspanya’ya karşı savaşa girer. Bu sebeple guano üzerinden başlayan söz konusu savaş ‘İspanya-Güney Afrika Savaşı’ ya da ‘Chincha Adaları Savaşı’ olarak anılır.
İspanyol donanması Peru ve Şili’de bazı limanları bombalasa da tedarik gücünü kaybeder ve 1866’da geri çekilir.
Son savaş ve sokaklarda ölen pelikanlar
Fakat asıl yıkımı getirecek savaş 1879’da patlak verir. Guano kaynaklarından akan kârın albenisi, ilk savaşta aynı cephede yer alan güçleri kolayca karşı karşıya getirir.
Bu sefer Şili bir tarafta, Peru ile Bolivya ise öteki taraftadır. Pasifik Savaşı olarak bilinen döneme ve savaşın ardından gelen yıkıma dair Galeano şunları yazıyor:
“Güherçile üretimi, Bolivya’nın Antofagasta kentine kadar yayılmıştı. Ama ticareti Bolivya’nın değil, Peru’nun ve özellikle Şili’nin elindeydi. Bolivya hükümeti sınırları içindeki güherçile kaynaklarını vergilendirmeye kalktığında Şili ordusu yöreyi işgal ederek temelli yerleşti. O güne kadar Şili, Peru ve Bolivya arasındaki gizli çekişmelerde çöl, tarafsız bölge olarak kullanılmıştı. Güherçile sorunu düşmanlıkları açığa çıkardı. Pasifik Savaşı 1879’da başladı ve 1883’e dek sürdü. 1879’da Peru’nun güherçile limanları Patillos, Iquique, Pisagua ve Junin’i işgal eden Şili orduları Lima’ya girdiler, ertesi gün Callao kalesini aldılar. Yenilgi Peru’yu yıktı, kanını emdi. Ulusal ekonomi iki ana kaynağından yoksun kalmış, üretim güçleri felce uğramış, paranın değeri kalmamış ve dış krediler durmuştu.
Peru, önemli potasyum nitrat kaynaklarının bulunduğu Tarapaca’yı ve guano kaynağı bazı adaları kaybetti. Ama kuzey kıyısındaki guano rezervleri elinde kaldı. 1960’ta balık ununa rağbet martı ve pelikanları ortadan kaldırıncaya dek, guano, Peru tarımının başlıca gübresi oldu. Kıyılarındaki hamsi sürüleri kısa sürede tüketildi, bunlardan elde edilen unla ABD ve Avrupa’daki domuzlar ve kümes hayvanları beslendi. Kuşlar beslenebilmek için balıkçıları izliyor, bir süre sonra yorgunluktan suya düşerek ölüyorlardı. Kuşların bir kısmı ise sürekli karada yaşamaya başlamıştı. 1962 ve 1963 yıllarında, Lima’nın ana caddesinde yiyecek arayan pelikan sürülerine rastlanıyordu. Dönemeyenler ise sokakta ölüyordu4.”
Ukrayna Savaşı'nda kuş dışkısını hatırlayanlar
Guano’ya yönelik talep, tükenen kaynaklar ve farklı gübrelerin ön plana çıkması ile birlikte düşüşe geçer. Galeano’nun aktardığı trajik son bir tarafa, daha 20. yüzyılın başından itibaren guano kaynakları neredeyse tamamen tükenir. Hatta Peru yönetimi o dönem, elde kalan kaynakları değerlendirmek adına Guano İdaresi’ni kurar, bir nevi ‘Kuş Dışkısı Müdürlüğü’.
Düşüşe rağmen bugün hâlâ geleneksel yöntemlerle çıkartılan guano, belli aralıklarla toplanmaya devam ediyor. Yaklaşık 7 yılda bir işçiler ellerle, sepetlerle, kazmalarla, eleklerle ve çadırların altında yaşayarak guano topluyor. Peru’da otuz civarında adada ve kıyı bölgesinde guano hasadı yapılıyor5.
Ancak son yıllarda gunao yeniden gündeme geldi, hem de Peru’ya binlerce kilometre uzaktaki Ukrayna Savaşı sonrasında!
Yaklaşık üç yıl önce başlayan savaş, küresel ölçekte başta buğday ve arpa olmak üzere çeşitli tahıllar, yemeklik yağlar, yakıt ve gübre arzında daralmaya ve fiyatlarının yükselmesine neden oldu. Ukrayna ve Rusya'nın dünyanın başlıca küresel buğday tedarikçileri olmalarının yanı sıra Rusya aynı zamanda büyük bir gübre ihracatçısıdır6. Gübre fiyatlarında yaşanan dalgalanma ile birlikte Peru’nun guanosu da kıymete bindi. Anlayacağınız guanonun kaderi, bir kez daha bir savaş ile sınanıyor. Tabii bu sefer daha dolaylı bir şekilde.
The Guardian’da yer alan habere göre, bir bitkinin büyümesi için ideal kimyasal bileşeni içeren guano'nun fiyatı savaşla birlikte üçe-dörde katlanır7. Ancak fiyatlardaki artışa rağmen, az önce de belirttiğimiz üzere gübrenin oluşum süreci sebebiyle ‘sınırsız’ bir kaynak söz konusu değil. Nitekim Peru ziraat uzmanları ‘guanonun son derece iyi bir gübre olmasına karşın yıllık ortalama 30-40 bin ton hasat edilebildiğini, bunun da yeterli olmadığını’ dile getiriyorlar. Guano, en iyi şartlarda Peru ulusal gübre talebinin sadece yüzde 5 ile yüzde 10 arasında bir oranı karşılayabiliyor.
Aynı eller, aynı kokular
Guano sektörü eskiden olduğu gibi ‘altın yumurtlamıyor’. Fakat bugün guano savaşlarının hiçbir şey ifade etmediğini söylemek de mümkün değil. Yine Galeano’dan bir alıntıyla bitirmek gerekirse eğer “Bakışlarını geriye çevirmiş bir peygamberdir tarih: Olmuş olandan hareketle ve olmuş olana karşıt olarak gelecek olanı haber verir”.
Görünüşe kapitalistler sadece parlak nesneler için değil, gerektiğinde kuş dışkısı için de savaşırlar. Kâr hırsından başka bir motivasyonu olmayan bir düzende, arsız sermayedarlardan başka bir şeyi beklemek mümkün değil.
Eskisi kadar para ediyor ya da etmiyor, bu sorunun yanıtı her şeyden önce kârın peşinde koşanları ilgilendirir. Az ya da çok da olsa guano hâlâ aynı ellerle toplanıyor. Hâlâ aynı kazma kürek kayalıklardaki beyaz kuş dışkılarına saplanıp etrafa aynı tozları saçıyor. Dışkıyı elekten geçirenler, yüz yıl önce aynı işi yapanlarla aynı kokuyu soluyor.
Sözün özü, aynı emekten aynı pay çalınıyor. Bu denklem çırılçıplak durduğu sürece, sermaye çıkarlarıyla dökülen kanlar aynı olduğu sürece kuş dışkısı piyasalarındaki dalgalanma pek de bir anlam ifade etmiyor olsa gerek. (KA/TY)
[2] Bugün Bolivya sınırları içerisinde bulunana Potosi kenti, Güney Amerika’nın sömürgeleştirilmesi sürecinde ‘gümüş cenneti’ haline gelir. Bölgedeki zengin gümüş madenleri kentin oligarşisine ve Avrupa kıtasına şiddetle akar. Ancak kaynak kurduktan sonra geriye geçmişin ‘görkemini’ anımsatan birkaç izden başka geriye bir şey kalmaz.
1995'te İzmir'de doğdu. İzmir Saint Joseph Fransız Lisesi'nden mezun oldu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi, Gazetecilik Bölümü'nde eğitim gördü. Gazeteciliğe 2014 yılında Agos’ta başladı. Gelecek/Umut Gazetesi’nde...
1995'te İzmir'de doğdu. İzmir Saint Joseph Fransız Lisesi'nden mezun oldu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi, Gazetecilik Bölümü'nde eğitim gördü. Gazeteciliğe 2014 yılında Agos’ta başladı. Gelecek/Umut Gazetesi’nde çalıştı. 1+1 Express Dergisi’nde yazıyor. 2016 yılından bu yana Gazete Duvar’da yazı ve haberleri yayınlanıyor. "Aynı Öfkenin Çocukları: Dünyadan Devrimci Portreleri" kitabı 2023 yılında Sel Yayıncılık tarafından yayınlanmıştır.
Birileri “kral çıplak” dedi. Yıllardır konuşulan dizi ve sinema sektöründeki tekelleşme gündeme oturdu. Gerçi uzun zamandır böyle şeylere şaşıranlara “Hepiniz ordaydınız!” diye avazım çıktığınca bağırmak istiyorum ya, neyse. Çünkü herkes, her şeyin farkında ve mış gibi yapma dünyasında en iyi bilinen şeylere bile farkında değilmiş gibi yapmak toplumun ortak meziyeti haline geldi. Elbette ayrıntıya hakim değildik ama sinema, dizi, müzik sektörlerindeki tekelleşme ve çürüme herkesin farkında olduğu bir durumdu. O nedenle bunun gündeme gelmesi bile çeşitli soru işaretleri yaratıyor. İnsan zihni ya, sorguluyor. O da yetmiyor. Sadece düşünmek, sözün olmadığı yerde zihin ağrısına dönüşüyor. Zaten düşünme çıtamız da düştü. Yeni bir sanatsal, ideolojik üretimin yerini komplo teorileri aldı.
Sanat alanındaki tekelleşmenin maskesinin düşmesini olumlu yönde değerlendirmek için kafa yormak yerine “Niye şimdi, buradaki amaç tekelleşmeyi ortadan kaldırmak mı yoksa tekellerin yerine atanmak isteyen kayyım tekellerin bir çalışması mı?” sorularını sordum. Aha büyük oyunu bozdum! Amaç her ne olursa olsun bilinç düzeyi yüksek, örgütlü bir toplum olsaydık bunu tekelleşmeyi engellemek için kendi lehimize çevirebilirdik. Oysa doğa ana çoktan cezamızı vermiş. Büyük oyunu bozarken içinde yaşadığımızı fark edemez, ona karşı kalıcı çözüm elde edemez olmuşuz. Böyle giderse, nitelikli sanatçıların geçim derdinde ve sevmediği işlerde ömür tükettiği koşullara katlanmaya devam edeceğiz. Dayatılan oyuncular ile sanatsal niteliği olmayan ürünler içerisinden en estetiğe yakın ve dolu olanı seçmeye çalışacağız. Tıpkı hayatın her alanında, en kötüye büyük paralar vererek mahkâm olmamız gibi. Bunun üzerine kafa yoracak insan kıtlığı yok ülkede. O nedenle hiçbir konunun engellilere dair yönünü düşünmeyen entelektüellerimize estetik bir çalım atıp geçeyim bu konuyu. Ben çoğunluğun tekelindeki sinema sunumuna değinmek istiyorum. Kapsayıcı olmayan, yeti çeşitliliklerini gözetmeyen…
"Filmin sesli betimlemesi olmayabilir"
Sözü eğip bükmeye hiç gerek yok. Tüm yalınlığı ile anlatacağım. Yeni bir film geliyor sinemalara. Günlerce konuşuluyor üzerine. Elbette sanatsal duyargaları açık körlerin de hemen radarına giriyor. Hevesle bilet almaya ya da ilgili dijital platforma girmeye yöneliyorlar. Daha yönelimleri tamamlanmadan içlerindeki doğrucu Davut, gerçekliğin tüm rahatsız ediciliğini kuşandığı en davudi sesiyle bağırıyor: “Her sinemada sesli betimleme olmuyor. Filmin sesli betimlemesi olmayabilir.” En azından denememi bekleseydin diyorsun zihnine, bu kadar hızlı hareket etmek zorunda değilsin. Haklılığı seni durdurmuyor ama. Engelsiz Filmler Festivali ya da benzer bir etkinlik yoksa gelen filmde sesli betimleme de yoktur. O yüzden gittiğin filmlerde diyaloglardan hareketleri anlamaya çalışmak zorundasın. Yalnız gitmemişsen yanındaki insanı gönüllü betimleyici olarak değerlendirmek zorunda kalıyorsun. Bu en rahatsız olduğum durumlardan biri. Hem ilgili kişinin tamamen filme odaklanma hakkını elinden almış oluyorsun, hem de izleyicilerden uyarı alma tedirginliğini yaşıyorsun. Bu durum beni çok geriyor.
Düşünsenize, sinemaya evdeki yiyecek dolabını getirip salonu paket hışırtısı ve ağız şapırtısına mahkûm eden tiplerle aynı muameleye maruz kalıyorsunuz. Sebep? Sanat da bir sektör haline gelmiş ve sanat tekelleri çoğunluğa göre hizmet veriyor. Sonra bazı insanlar, sırf bu kapsayıcılık gözetilmediği için iki kat efor sarfetmek zorunda. Marakeş Sözleşmesi’ne rağmen körlerin güncel kitaplara erişmesine engel olan yayınevleri yüzünden güncel kitapları hâlâ taramak, yazardan istemek ya da eskimesini beklemek zorunda kalıyoruz. Hem geçmişte Radyo Engelsiz Erişim’de yaptığım “Güneşin Sofrası” programı için hem de moderatörlük yaptığım sanat söyleşileri için, yazarlardan kitaplarını dijital olarak istemek zorunda kalıyorum. Aynı şey sinema için de geçerli.
Erişilebilir seyir
Bu ülkede yüzlerce eseri erişilebilir hale getiren bir Sesli Betimleme Derneği var. Dijital platformlar, yapım şirketleri, televizyon kanalları paraya kıyıp vizyona giren eserlere sesli betimleme, altyazı ve işaret dili ekletmiyor. 2010’larda televizyon kanallarının çoğu güncel dizilerini sesli betimlemeli hale getiriyordu. Nasıl olsa bir yaptırımı yok mantığıyla çoğu devam etmedi bu uygulamaya. Hadi gelin konuya çok güncel bir örnek verelim. Sosyal medyada en çok konuşulan konulardan biri: “Yüzyıllık Yalnızlık”ın diziye uyarlanması. Elbette bu kadar yorumu gören edebiyat ve sanatsever bir kör de bunu merak edecektir. Peki sesli betimlemesi olmayan ve sessiz sahnelerin dakikalarca sürdüğü bu diziden körler ne anlayabilir?
Bugün sürekli engellilerin çeşitli pozitif ayrımcılıklardan faydalandığı söyleniyor. Öyle mi? Hadi gelin işin başka boyutunu da konuşalım. Güncel bir kitabı herkesle aynı parayla alıyorum. Öyle de olması gerekiyor zaten. Gören birisi o kitabı aldığında, kitap okunabilir durumda oluyor. Hatta bir arkadaşımın sürekli yaptığı gibi, yolda yürürken bile göz atabiliyorsun. Ben de aynı kitapçıdan aynı anda kitap alıp, aynı anda kitapçıdan çıkıyorum. Önce vakit ayırıp kitabı tarayarak dijitale aktarmam gerekiyor. Bugün ticari anlaşmalarda vakit nakte çevriliyor ya, ben hem vaktimi hem de paramı harcamış oluyorum. Daha da önemlisi, ben niye kendi çözümümü yaratmak zorundayım?
Bütün ömrünü erişilebilirliğe adamış Engin Yılmaz, sinemada erişilebilir film izlemenin yolunu şöyle bulmuştu: Daha önce filmin sesli betimleme dosyasını telefona indirip, filmin başlama anını yakaladığında o indirdiği dosyayı da açıp kulaklıktan dinliyordu. Yaratıcı bir çözüm; ama yaratıcılığımızı başkalarının yerine getirmek zorunda olduğu halde yerine getirmediği erişilebilirlik koşullarını uygulamadığı için kullanmak zorunda değiliz. Her filmi herkesle aynı anda izlemek en temel hakkımız. Bunun için de mucizelere sığınmıyoruz. Beyazperdeyi herkesin göreceği yanılsaması ve sağlamcı hayallerini kabul etmiyoruz. Beyazperdenin kendisi değil, içindeki yeti çeşitliliklerimize uygun bir şekilde bize ulaşsın yeter. Belki bir gün beyazperde bizi görür. Değil mi? İsterse görmesin. Kendimizi gösterecek yaratıcılık bizde. Gerisini onlar düşünsün. (BS/TY)
Engelsiz Erişim Grubu’nun Ankara temsilciliğini yapmıştır. Müzikle yakından ilgilenmektedir. Bir dönem Grup Tepetaklak’ta bağlamacı olarak görev aldı. Farklı grup ve sanatçıların çalışmalarına bağlama, gitar, ney,...
Engelsiz Erişim Grubu’nun Ankara temsilciliğini yapmıştır. Müzikle yakından ilgilenmektedir. Bir dönem Grup Tepetaklak’ta bağlamacı olarak görev aldı. Farklı grup ve sanatçıların çalışmalarına bağlama, gitar, ney, flüt gibi enstrümanlarla katkı sundu. Müzikal çalışmalarına Grup Devinim’de devam etmektedir. Edebiyatla, sanat sepet işleriyle haşır neşir olmak ve tembellik hakkını sonuna kadar kullanmak en büyük keyiflerindendir. Halen Engelsiz Erişim Derneği ve değişik platformlarda faaliyetlerine devam etmektedir.