Bazen ifadeler, sözler, söylenecekler eskir. Aynı konu hakkında çok söz kurma zorunluluğunun sonucudur bu. Kendini tekrarlayan durumlarda ya da çözüme ulaşmamış sorunlarda genellikle işin farklı yönleri ele alınır. Zamanla sözler, bir öncekine dönmeye başlar. Kendi adıma zorlandığım bir süreçtir böyle konular üzerine yazmak. Genelde bir çentik yakalayıp konunun konuşulmamış noktalarını konuşmaya çalışırım. Özellikle engellilik üzerine sorunlar hep birbirine benzediği için, kendimi tekrar etme kaygısı beni kuşatıyor. Bu hafta biamag'ın konusunun barış olduğunu öğrendiğimde yine kaygılandım. Çünkü bir kez daha aynı konu seçilmişti ve konuya dair özgün şeyler söylemeye çalışmıştım. Şimdi ne söyleyecektim? Yine yazının teslim tarihini geçirdikten sonra aklıma çeşitli olasılıklar üzerinden bu konuyu ele almak geldi.
Sınıflı toplum devam ettiği sürece dünyada gerçek bir barışın mümkün olacağına inanmasam da, en azından gerginlik ve nefretin dozajının azaldığı bir durumda ne olur? Ahmed Arif’in dediği gibi “Barışa/bayrama hasret” insanlar olarak bunun üzerine düşünmek bile oldukça zor.
Sonuçta ilkel çağların basit nedenlerinden çıkan “masum” savaşlarının değil, emperyalizm çağının kirli paylaşım savaşları ve pogromlarının içine doğduk. Nefreti gördük ve dünyanın her köşesine sinmiş kanlı katliamların çocuk zihnimize kazınan anılarıyla büyüdük. Biz büyümeden de kirliydi dünya; ama bu yabancılaşma çağı bir başka geliyor. Belki de benim olayları kavrama sürecimle ilgilidir. Barut kokusunun dünyanın her yanına sindiği, o geniz yakan kokunun televizyon ekranlarından bile yüzümüze çarptığı bir ortamda savaşsız bir dünyanın nasıl olacağına dair hayal kurmak zor. Bu haftanın temasının barış olması nedeniyle, nefretin olmadığı bir dünya üzerine biraz düşündüm. Bir parça hayal kurmuş da olabilirim.
Sakatlığın engele dönmesi
Hani nefretin olmadığı yerde başka şeyler konuşuluyor diyorlar ya, herkes kendi örselendiği noktadan başlar düşünmeye. Aklıma ilk gelenler, "Sağlamcılık üzerine daha kafa açıcı bir ortam yaratılabilir mi? Sağlamcılığı zorlanmadan anlatmak mümkün müdür? Önyargı üzerine kurulu bir düşünce olan sağlamcılığı, önyargıların azaldığı bir ortamda daha rahat anlamak ve anlatmak mümkün olabilir mi?" soruları oldu. Tabii, zihin bu, durduğu yerde durmaz. Mesela, savaşın kötülükleri arasında hep insanların sakat kalması konuşulur. Peki, sakatlığın engele dönüşmesi neden konuşulmaz? Elbette bu sağlamcılığın bir sorunu ama bütün günahı sağlamcılığa atmak bizi gerçekten kurtarıyor mu? Bizim bir şeyleri anlatmakta, toplumda anlamanın zeminini oluşturmakta ne kadar çaba sarf ettiğimizi bile konuşmuyoruz. Mesela, insan hakları dernekleri ve kurumlarında engellilik üzerine nasıl çalışmalar yürütülüyor? Sağlamcılık üzerine somut bir çalışmaları var mı? Sendikaların “eşit, parasız, anadilde eğitim ve sağlık” gibi talepleri arasına erişilebilirliği neden ekleyemiyoruz?
Fark ettiyseniz, hayal kurmaktan önce toplumu ve kurumları bu konuda sarsmak gibi bir görevimiz var. Ağız tadıyla bir hayal bile kuramadık. Hayallerimiz bile sağlamcılığın dikenli tellerine takıldı. En temel, en insani taleplerimiz bile bu talepler arasına girememişken... Bunu karamsar bir tablo çizmek için söylemiyorum; ama bazı konularda yolun başında olmayı hazmedemiyorum biraz. Elbette toplumu dönüştürmeye de, hayaller kurmaya da devam edeceğiz. Savaşsız, sömürüsüz bir dünyanın hayalini kurmaya da, o düşün ardında yürümeye de devam edeceğiz. Ron Kovic’in aynı adlı romanından uyarlanan Doğum Günü Dört Temmuz filmini izlediğimde, Ron Kovic, Vietnam savaşından yaralı döndüğünde, toplumun sağlamcılığı yüzüne çarptıktan sonra geçirdiği anti-militarist dönüşümünü izlerken, “Böyle olmasına gerek var mıydı?” diye düşünmüştüm. Yani ölmeden, öldürmeden ve sakat kalmadan bu bakış açısına ulaşsaydı diye. Elbette benimki de bir hayaldi. Onun zihni muhafazakâr bir ortamda şekillenmişti, ama benimki de bir hayaldi. Sonuçta hepimizin düşleri güzelliklere değil mi? O zaman yazıyı bu haftalık RITSOS sonlandırsın: "Çocuğun gördüğü düştür barış. Ananın gördüğü düştür." (BS/TY)