Siyasal bilimler alanında “politik üyelik”(1) kavramı; bir devletin ulusu olarak tanımlanmış bulunan politik topluluğun (ulusal vatandaşlığın) sınırlarının dışında kalan bireyleri, o politik topluluk sınırlarının içine (vatandaşlığa) alan ilke ve uygulamaları içerir. Bu kavram yabancıları, başka ülke vatandaşlarını, göçmenleri, mültecileri ve sığınmacıları devletin politikalarına dahil eden bir kapsamayı ifade eder. Ancak, diğer ülkeler gibi Türkiye’de de, ulusal vatandaşlığın tanımladığı politik topluluğu belirleyen bu dışsal sınırların içinde; politik topluluğa ait olduğu halde bazı kişileri diğerlerinden ayıran, “daha az üye” konumunda gören, farklı kategoriye koyan kimi “içsel sınırlar” söz konusudur. Cinsiyet, ırk, renk, dil, din, inanç, etnik, sosyal veya ulusal köken, cinsel yönelim, felsefi ve siyasi görüş vb. aidiyetlerin tanımladığı bu “içsel sınırlar” görünemez, ama olgu olarak var olan birer gerçeklik oluştururlar. Soyut bir eşitlik içinde yaşadığı varsayılan toplumda farklı, birbirlerinden ayrılmış ve eşit olmayan sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik, hatta sosyopsikolojik alanlar yaratırlar.
Günümüz ulus devletlerinde, antropolojik türdeşlikten türetilen “tözsel” kimlik politikaları vatandaşlık anlayışında(2) hakim olmayı sürdürüyor. Bu kimlik politikalarının siyasal türdeşlikle iç içe geçmeye başlaması, içsel sınırları giderek belirleyici ve görünür hale getiriyor. Bu belirleyicilik çoğulcu toplumlarda, içsel sınırların tanımladığı farklı kimlik aidiyetlerine sahip bireyleri, politik üyeliğin (vatandaşlığın) kurucu unsurları karşısında “eşit olmayan” bir konuma hapsediyor. Vatandaşlığın bir hukuki durum, bir haklar ve siyasal statü olarak sağlamakta olduğu siyasal hayata katılım, hakların icrasına eşit erişim, farklı olmaya dair hakları kullanma, politik/ hukuksal topluluğa tam olarak ait olma ve ayrıcalık edinme olanaklarından eşit ve eksiksiz şekilde yararlanmasını engelliyor. Bu durum, birey gruplarının oluşturduğu sosyo/ekonomik, politik, kültürel kategorilerin siyasal, yönetsel ve hukuksal alanlarda karşıt argümanlara dönüştürülmesine yol açıyor. Böyle bir dönüştürme, karşıt olma konumuna sokulan kategoriler arasında, araçsal gerilim/dışlama politikalarının sürekli olarak yeniden üretilmesine neden oluyor. Dolayısıyla, siyasal liberalizm ve klasik liberalizm söylemini de aşan tehlike anlayış ve algılayışları, vatandaşlık anlayışının temel aldığı merkezi bir kimlik karşısında, vatandaş olmakla birlikte farklı kimlik aidiyeti nedeniyle öteki olarak adlandırılanı, tehdit öznesi haline getiriyor.
Modern hukuk ise; modernliğin kurucu bir boyutu olarak, merkezi kimlik taşıyıcısı özneyi yegâne boyut kabul ediyor; bu öznenin siyasallık, toplumsal ve tarihsel olmak boyutlarını dışlıyor. Böylece öteki hele getirilen özneyi, meşruiyet ilkesinin dışında tutuyor, tehdit/korku algılayışları çerçevesinde tanımlama yoluna gidiyor. Bu durum; farklı kimlik aidiyetleri, konum ve yaşam biçimlerine sahip kişi ve grupların, toplum içerisinde “eşit haklarla bir arada varoluşunu” gittikçe olanaksız hale getiriyor, bu kişi ve guruplara karşı düşünsel ve eylemsel alanda hak ihlali, ayrımcılık, nefret ve mağduriyet yaratan söylem ve pratiklerin artmasına neden oluyor.
Toplumsal görünürlüğün içinde tanımlanabilecek bu kişi ve gurupların başında Kürtler, Aleviler, Ermeniler, Süryaniler, Rumlar, Romanlar, Protestanlar vb. geliyor.
AKP Hükümetinin iktidarı boyunca “fantezi dağıtma kapasitesini” hünerli bir şekilde kullandığı söylenebilir. Buradaki fantezi Zizek’in (3) tanımıyla; “bireylerin, onlara yaşamlarının bir amacı, anlamlı bir geleceği olduğunu hissettiren bilinçaltı inançlar kümesi için kullanılan psikanalitik bir terimdir”. Bu tür fanteziler bireylerde; “yaşamın sunabildiği olanaklar hakkındaki duygu” olarak tanımlayabileceğimiz, umudu yaratır. Bu umudun “gelir düzeyiyle bir ilişkisi yoktur, onun düşmanı, kapana kısılmış olma duygusudur, yoksulluk duygusu değil”. Bu gerçeklikten hareketle AKP Hükümeti; ekonomik demokrasiye de hiç değinmeden, derin toplumsal eşitsizliklerin ağırlığında yaşamakta olan halka, şu mesajı vermiş bulunuyor; “yaptıklarımızla size hemen eşitlik ve iyi yaşam koşulları sağlamasak da, gelecek için iyi bir yaşam umut edebilmenize olanak veriyoruz. Bizleri iktidarda tutmazsanız, yaşadığınız koşullara umutsuzca saplanıp kalacaksınız!” Böylelikle, Foucault’un ortaya koyduğu biçimiyle “yaşamı teşvik etmek” işinin görüntüsü altında; her dönemdeki seçimler için - dayanıklı bir çerçeve - oluşturma arayışına girişiyor. Bunu yaparken bilinçli bir tercihle, dayanıklı çerçevenin (!) dışında gördüğü halk kesimlerini; “daha iyi koşulları umut etmenin de” dışında tutuyor; tarihsel yargıları, güncel siyasal, sosyo/kültürel anlayış ve kalıplarla birleştirerek, her dönemde yeniden, bunları toplumsal alanda daha bir görünür yapan dışlayıcı söylemler, keskin duygusal ve algısal sınırlar oluşturuyor.
Demokrasinin demokratik olmayan bileşeni olarak, toplumu oluşturan halklar arasında sürekli şekilde yeniden üretilen bu sınırlar; ulus devlete yasal ve siyasal üyelik bazında, bazı bireyleri (asli) “üyeler” olarak tanımlarken, diğer kimi bireyleri vatandaş oldukları halde “üye olmayanlar” sınıfına koymaya yarayan kriterler oluşturuyor. Böylece toplumsal alanda bu sınırlar; kontrol yanında, asıl olarak kapsayıcı bir ayırma/dışlama işlevi görmüş oluyor. Devlet bu sınırlar temelinde, vatandaşlarını 1, 2, 3, 4, 5 rakamlarıyla ifade edilen “siyasal kodlar” ile tanımlayabiliyor ve izleyebiliyor.
Bu sınırları aşabilmek için oluşturulan; hukuki / politik bir statü, bir eylemlilik alanı olarak vatandaşlığın kendisi, Türkiye’de; bu sınırların - hem içte hem dışta- kendilerini sürekli olarak yeniden oluşturmasını sağlayan ve güçlendiren bir mekanizma işlevi görüyor. 1924 Anayasasının Türklüğü tanımlayan 88. maddesinin Meclis görüşmelerinde konuşan Gelibolu milletvekili Celal Nuri Bey’in; “mesela bugün bizim öz vatandaşımız, Müslüman, Hanefiyül-mezhep, Türkçe konuşur” (4) söyleminde ifadesini bulan bu vatandaşlık anlayışı, içerme –dışlama pratiklerini sürekli kılıyor.
Bu pratiklerin yarattığı mağduriyetleri en çok yaşayan gruplardan biri Aleviler. Aleviler; hem tarihsel hem güncel anlamada; farklı etno-dinsel grup özellikleri görülmeksizin, “İslam öncesi Türk kültürünü taşıyan Türkler olarak, “Türk kimlikleri” ile - yalnız bu dolayımla- vatandaşlık kategorisine çağrılmış, ama Sünni-İslam olmadıklarından, Alevi kimlikleri ile dışlanmış bulunuyorlar. Kolektif kimlikleri bugün hâlâ “Otantik Türk” ile “şüpheli heretik” (geleneksel ana akımın dışında kalan) arasında bir ara konumda, kararsız bir biçimde asılı kalmış durumdadır.” (5)
Modern vatandaşlığın temel sorusu olan “İçerde misin dışarıda mı?” sorusu karşısında Aleviler; bu konumlarıyla hâlâ “ne içerde ne dışarıda”, “içerisi ile dışarısı arasında bir yerde” bulunuyorlar. Alevilerin bugün karşı karşıya kaldığı bütün sorunlar, bu (daha az/eksik) vatandaş konumlarıyla, başka deyişle bireysel haklar ve ödevlerle ilgili. Ama aynı zamanda bu hakların ve ödevlerin icra edildiği, devlet vatandaşlarının oluşturduğu topluluktaki hukuki ve politik konumlarıyla ilgili. Vatandaşlığın belirlediği ulusal üyeliğin; katılım, erişim, ait olma ve ayrıcalık edinme olanakları açısından öteki konumunda, farklı bir kategoride yer almalarının sonucu olan bir durum. Dolayısıyla Alevilerin sorunları; onları mevcut ulusal topluluğa ve politikalara dahil edecek demokratik, laik ilke ve uygulamalar sorunudur. Başka deyişle, onların taleplerini tanıyan ve vatandaşlık alanı içinde yanıt veren bir toplum yönetimi anlayışıdır. Toplumsal alanda, farklı (Sünni /Alevi) kesimlerin birbirine karşı önyargılarını, taraflardan birinin “alışılagelmiş üstünlük duygusunu” aşmasını sağlamanın tek yolu bu anlayışı hayata geçirmektir.” (6)
Zira, Habermas’ın deyimiye ; “öteki gördüğümüzü kabul etmek, onu reddetmekten ne daha doğal, ne de daha az doğal. “Uzlaştırmak, birleştirmek, benimsemek, yakınlık kurmak, yatıştırmak bilinçli hareketlerdir. Sonradan elde edilen, öğretilen, geliştirilen hareketlerdir bunlar …Aklıbaşındalık, sebat, serinkanlı bir düşünce, usta bir eğitim, elverişli yasalar ve eksiksiz kurumlar gerektirir.”
Ancak (diğerleri gibi) AKP hükümeti, her alanda olduğu gibi Alevilerin sorunlarını da; gerçek temellerinden ve tarihsel, yapısal, siyasal, toplumsal koşullarından, devletin örgütlenmesi ve işleyişine ilişkin bağlamından kopartarak tanımlamayı seçmiş bulunuyor. Sorunsalın içerdiği olgu, durum veya eylemliliğin güçlü bir şekilde; sosyal, siyasal, ekonomik, ideolojik, kültürel ve demografik bağlantılar taşımakta olduğunu görmezden geliyor. Yaratılan bu kavramsal, algısal ve düşünsel karmaşa içerisinde; Alevi tanımlamasına “açılım” eklenerek oluşturulan terminolojinin içerdiği negatif ve pozitif öğelerin örttüğü temel sorun irdelenmiyor. Aleviler tarafından dile getirilen taleplerde, gerçekleştirilmesi istenilen koşulların niteliği ortaya konulmuyor. Dolayısıyla bu koşulların hemen hepsinin yalnızca Aleviler için değil, tüm yurttaşlar için demokrasi, laiklik ve insan haklarının gereklerinden olduğu gerçeğinin üstü örtülmüş oluyor. “Alevilik açılımı” şeklindeki terminoloji, sorunsala ilişkin bu güne kadar bir “kapanım” olduğu yönünde örtülü/zayıf bir tespit ve kabulü içermesi bakımından pozitif bir yön taşımakla birlikte; daha çok, bir tehlike ve bilinçli bir yanılsama içeriyor. Zira bu anlayış sorunsalın çözümünü; indirgemeci bir yaklaşımla, bazı saptamalar temelinde, birkaç yasal düzenleme ve kimi bürokratik işlemlerin gerçekleştirilmesinden ibaret görüyor, her türlü bağlamından soyutluyor, içine dönük bir “basitleştirmeyle, “paketlenebilir” bir durum olarak tanımlama yoluna gidiyor. AKP hükümeti de bu anlayış temelinde çözümden çok, yeni sorunlar yaratan uygulamalara girişiyor. (7)
Ancak, Berger’in deyimiyle; “basit, yalın olmak ile basitleştirme arasındaki ayrım oldukça derindir. Basit/ yalın olmak bir şeyin temeline inmekle ilgilidir, basitleştirme ise çoğunlukla iktidar için çevrilen dolapların bir parçasıdır… Kendi menfaatinden başka bir şey düşünmeyenlerin işidir” (8).
Hükümet, yürütmekte olduğu politikalarla; Alevilere doğrudan karşıt olmayı demokratik standartları itibarıyla kabul edilemez bulduğunu ortaya koymaya çalışıyor, diğer yandan eş zamanlı olarak Alevileri nasıl gördüğünü! ortaya koyan uygulamaları “mantıklı şekilde”! devreye sokmaya devam ediyor.(9)Alevi toplumunun gözünün içine bakıp; Arif Sağ ve Sabahat Akkiraz gibi müzisyenleri alkışlamaktan imtina etmiyoruz. Sizden kimsenin öldürülmesini veya yerinden sürülmesini istemiyoruz. Fakat daima kestirilemez olan, Alevilere karşı şiddet yüklü karşıtlığı önlemenin en iyi yolunun, “mantıklı (!) bir karşıt öfke örgütlemek(?) olduğunu düşünüyoruz”. Söylemini her alanda hayata geçiriyor. Nitekim AKP hükümeti, 2009-2010 yıllarında Alevi kanaat önderlerini ve Alevi Demokratik Kitle Örgüt temsilcilerini davet ederek (bunlardan Alevi Bektaşi Federasyonu, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği, Hacı Bektaş Kültür Vakfı gibi kurumların temsilcileri, ilk toplantıda hükümetin çözüm konusunda ciddi olmadığını gördüklerini belirterek, daha sonraki oturumlara katılmama kararı almışlardı) “Alevi Açılımı” adı altında toplantılar gerçekleştirmiş, böylece bir yandan sorunu çözmeye çalışıyor görüntüsü yaratmış, diğer yandan Alevi kesimin haklı taleplerini görmezden gelmeyi, ayrımcı uygulamaları ve nefret dilini kullanmayı bugüne kadar sürdürmüş bulunuyor.(10)Aleviler; sınırları, üyelerinin ortak inanç ve kültür özelliğine göre çizilen Alevilik kolektif kimliğinin bilinciyle, bu tutuma karşı çıkmaya çalışıyorlar. Bugüne kadar baskı altında tutulmuş kültürel kimliklerinin hukuksal olarak tanınmadığı, kamusal alandan dışlandığı, ancak aynı zamanda kamusal alana sadece saf “Türk” olarak çağrıldıkları-şimdi de bu çağrının Sünni İslam ve Cami üzerinden yapıldığı- bir tarihi onaylamak zorunda bırakılmayı, reddediyorlar.
Eşit hak ve özgülük taleplerine, dini/inançsal aidiyetlerinden kaynaklı sorunlarına, ayırımcılığa uğramama haklarına, kamusal alanda var olma olanaklarına ilişkin istem ve sorunlarına, “yurttaşlık/vatandaşlık alanı” içinde yanıt oluşturacak çözüm talep ediyorlar. Kendileri olarak ve kendileri kalarak, hiçbir karşıtlık konumunda bırakılmadan; demokratik ve laik ilkeler temelinde eşit yurttaşlık hakkına sahip olmak, bu hakkın gerektirdiği koşulların sağlandığı ve güvenceye alındığı bir koşullar bütününde, bir toplumsal ortamda yaşamak istiyorlar. Bu amaçla demokratik siyasal pozisyonlar geliştiriyorlar, örgütleniyorlar, eylemler ve mitingler düzenliyorlar ve kamusal bir görünürlük kazanıyorlar. Amin Maalouf’un belirttiği gibi; “…insanlar kendini en fazla saldırıya uğrayan aidiyetleriyle tanımlamaya eğimlidirler. Kimi zaman bu aidiyeti savunacak gücü kendilerinde bulamadıklarında onu gizlerler, bu durumda o, onların içlerinin derinliklerinde kalır, …ister sahip çıkılsın ister gizlensin, kendilerini özdeşleştirdikleri kimlik odur. Onu paylaşanlar dayanışma içinde olduklarını hissederler, …birbirlerini harekete geçirirler, birbirlerine karşılıklı cesaret verirler. Onlar için kimliğini kabul etmek zorunlu olarak bir cesaret eylemi, kurtarıcı bir eylem haline gelir”(11). Sosyal antropolojinin ve siyaset sosyolojisinin ortaya koyduğu gerçeklik temelinde Aleviler kültürel, inançsal, sosyolojik bir kategori olma yanında, siyasal bir özne özelliği kazanıyorlar.
Alevilerin (siyasal bir özne, tarihsel ve sosyolojik bir kategori olma özelliklerinin) bu eylemlilik ve görünürlüğü; devleti “kendi başına varlık” kabul eden anlayışın sorgulanmasına, hatta doğrudan ve dolaylı şekilde eleştirel bir yapı söküm kuramı yaratılmasına olanak sağlayan bir gelişme oluşturuyor. Zira Alevilerin talep ettiği “eşit yurttaşlık” tanımlaması, fikir olarak “demokratik devletlerin yurttaşlarına sağlaması gereken tarzda bir eşitliğe”(12) göndermede bulunuyor. Dolayısıyla demokratik bir haklar rejiminde, eşit haklara sahip olduğu varsayılan fertlerin, bu hakların icrasına eşit erişimlerinin sağlanmasının asgari düzeyde neleri gerektirdiği üzerinde duruyor. Bu gerekleri yerine getirmeyi hedefleyen eşit yurttaşlığın tesisine yönelik çözümlerin çok boyutlu, dönüştürücü ve bütünsel olmasının gerektiğini de ortaya koyuyor. Ayrıca vurguladığı nokta şu: “İçinde yaşadığımız dönemde demokratik ve sosyal bir devletin birincil amacı; geçmişten miras alınan eşitsizlikleri, hukuk tarafından eşit oldukları vazedilen vatandaşlar açısından etkisiz hale getirecek önlemleri almak ve eşit hak ve özgürlükleri gerçekleştirecek şekilde toplumun kurum ve pratiklerini dönüştürmektir”. Aleviler “bu dönüşümün” gerçekleşmesinin 1980 sonrasında dinin millet tanımında yer alması ile geliştirilen; “Türkiye’de yaşayan tüm fertler milletin parçasıdır, fakat dini düzlemde bazıları diğerlerinden daha fazla milleti meydana getiren gruba dahildir” (13)şeklinde özetlenebilecek söylem düzeyinde içerici, ama pratikte dışlayıcı, dine dayalı özcü yaklaşımın aşılmasına bağlı olduğu gerçeğini sürekli hatırlatan bir toplumsal hafıza oluşturuyorlar. Bu anlamda yürütmekte oldukları demokratik hak mücadelelerinin temelini; “haklar ve ödevlerle belirlenen bir tabiyet ilişkisi olarak tanımlanan yurttaşlığın, bu dar ve indirgemeci tanımlaması / uygulamasının aşılması, çağdaş demokrasinin gereği olarak; yurttaşlığın “hukuki, siyasi ve sosyal haklar olmak üzere üç boyutlu bir siyasal etkinlik alanı ve hukuksal statü” olarak düzenlenmesi istemi üzerine oturtuyorlar. Bunun gereği olarak Aleviler; çoğunluğun mensup olduğundan farklı bir inanca (veya din, ırk, renk, etnik kökene, felsefeye, cinsel yönelime, cinsiyet kimliğine, sosyal statüye vs.) sahip olanların veya dini inancı olmayanların, yurttaş olarak herhangi bir ayrıma uğramamasını, bunun koşullarının oluşturulmasını ve sürekli kılınmasını, temel kişi haklarının bu kapsamda güvenceye bağlanmasını talep ediyorlar.
Dolayısıyla; Türkiye’de çoğunluğun sahip olduğundan farklı bir inanç, kültür ve/veya herhangi bir kimlik aidiyetine sahip her bir bireyin, devletle ilişkisinde yurttaş olduğunu ve haklardan eşit şekilde yararlanması gerektiğini; bu anlamda Alevi olma özelliğinin yurttaşlıkla ilgili pozitif veya negatif bir sonuç doğurmaması gerektiğini savunuyorlar.
Tüm bu istemlerin ve uygulamaların laiklik, dolayısıyla demokrasi sorunu olduğu açıktır. Zira; toplumsal bir ilke olarak laiklik; “bir devletin örgütlenmesinde, hukukunun oluşturulmasında ve işletilmesinde herhangi bir dinin anlayışlarının ve normlarının belirleyici olmaması, hesaba katılmaması talebini dile getirir.” Dolayısıyla laik devlet; “diğer özellikleri ne olursa olsun, örgütlenmesinin ve işleyişinin bir dinin inançlarıyla ilgili anlayışlar ve normlar tarafından belirlenmediği; örgütlenmesi yapılırken hukuku oluşturulurken ve işletilirken bunların herhangi bir dinin dünya görüşüne ilke ve kurallarına uyup uymadığına bakılmadığı devlettir.(14)”
Bu kapsamda bakıldığında Alevilerin ve benzer mağduriyetleri yaşamakta olan diğer halk kesimlerinin istemlerinin (sorunlarının çözümünün); temel hak ve özgürlükler, demokratik bir eşit haklar rejimi ve “kimlik temelli taleplerine yurttaşlık alanı içinde yanıt veren bir toplum yönetimi anlayışının” (15). oluşturulması; bu anlayışı uygulayacak devletin kurum, kuruluş ve örgütlenmesinin ve bunu düzenleyen hukukunun bu anlayış temelinde yapılandırılması ve işletilmesi olduğu ortadadır.
Oluşturulacak bu toplum yönetimi anlayışının hakim olduğu koşullarda ancak Anayasa’nın 24. madde düzenlemesinin 3. fıkrasında yer alan; “Kimse; …dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz” şeklindeki düzenleme, Anayasa Mahkemesinin 1986/11 Esas sayılı kararında belirttiği üzere; “hiçbir dine itikadı olmayanların da haklarının koruma ve güvence altında olduğu” saptaması doğrultusunda; “kimse dini inanç ve kanaatlerinden veya dini itikada sahip olmamasından dolayı kınanamaz, suçlanamaz ve ‘ayrımcılığa tabi tutulamaz’” şekline dönüştürülecektir. - Böylece, hiçbir dine mensup olmayanlar da anayasal güvenceye kavuşturulmuş olacaktır. “Ayrımcılığa tabi tutulmama” ibaresiyle de, devlete ve ikinci şahıslara sadece “kınama” ve “suçlamada bulunmama” şeklinde pasif, edilgen tutum alma yükümü değil, aktif, yapma yükümü (kamu kurum ve kuruluşlarının örgütlenmesini, işletilmesini, hukukun oluşturulmasını ayırımcılığa yol açmayacak temelde gerçekleştirme ödevi) getirilmiş olacaktır.
Din derslerinin zorunlu olması şeklindeki uygulama kaldırılacak; bu derslerin içeriği eğitsel çoğulculuk ve nesnellik ilkesiyle hazırlanacak ve bu derslere katılım, seçimlik hale getirilecektir(16). İnanç topluluklarının kendi iç işlerini kendilerinin düzenleme ve yönetmesi sağlanacak, Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılabilecektir. (17) Madımak Otelinin, Pir Sultan Abdal İnsan Hakları Müzesi yapılması amacıyla; 5225 sayılı kanunun hükümleri kapsamında Kültür ve Turizm Bakanlığınca bu kanun ve yönetmeliğin Özel Müzeler başlıklı 25. maddesi veya Özel Tahsis ve Projeler başlıklı 41. maddesi çerçevesinde Pir Sulatan Abdal Kültür Derneği’ne tahsis edilmesi sağlanabilecektir. Alevi yerleşim yerlerine (köylerine) cami yapılmasını önleyecek yasal ve idari düzenlemeler gerçekleştirilebilecektir. Cemevlerine yasal statü kazandırılması amacıyla; başta imar kanunu, köy kanunu ve belediyeler kanununda olmak üzere ilgili yasalarda düzenlemeler yapılacaktır. Cemevleri, 12/4/2002 tarihli ve 2002/4100 sayılı Karar sayılı Kararnamenin Eki Kararın 2 maddesi f bendinde sayılmış olan ve elektrik bedeli ödemekten muaf tutulan ibadethaneler (cami, mescit, kilise, havra ve sinagog gibi) kapsamına alınacaktır.
İddia edilmekte olduğunun aksine,1925 tarihli Tekke ve Zaviyelerin Kaldırılması Yasası -sözü ve ruhuyla-bu düzenlemelerin yapılması için bir engel değildir.
Engel olan şey, hegomonik muhafazakar İslamcı yönetim anlayışı ve bu anlayışa- farklı görünümler altında- daima dayanak oluşturan özcü/tekçi, milliyetçi yurttaşlık kavramsallaştırmasıdır. (NOB/AS)
Kaynakça