“Bir romanın müellifi olmak ile romancılık arasında içten ve sarsılmaz bir biçimde farklılık gördüğümü açık ve net olarak ortaya koymak zorundayım.”
Viyana’nın bağrından çıkardığı en büyük yazarlardan olan Zweig’in “Üç Usta: Balzac, Dickens, Dostoyevski” adlı edebi denemesinin giriş kısmındaki bu açıklama bize göre metnin temelini oluşturuyor. Ancak eserle ilgili analize başlamadan önce şu iki soruyu sormakta fayda var:
Modern dünyanın bağrından çıkan roman ne ifade etmektedir?
Roman okumanın amacı nedir? Başka dünyalara dalıp kendi meşgalelerimizden sıyrılmak mı, yoksa kendimizi gerçekleştirmek adına bir pusula bulma arayışı mı?
Bu iki soru modern edebiyatta birçok kez sorgulanmış ve yanıtlanmaya çalışıldı
Ancak Zweig’in giriştiği meşakkatli denemenin özneleri olan ustalar iki soruya da hiçbir zaman açıkça cevap verilememesini bir standart olarak koymalarıyla tanımlanabilir.
Nasıl ki, insan öngörülemez olmasıyla hayranlık uyandırıyorsa, edebiyat da insanın ve insanlığın ürünü olarak öngörülemez olmasıyla her daim medeniyetin en önemli raflarından birinde ve hatta yaşamın da ötesine geçen bir konumda bulunuyor.
Edebiyatın gücünü en iyi kavrayanların arasında Zweig’in bulunduğu göz önünde bulundurulsa, üç ustayla ilgili eserinin bize neler vaat ettiği de tahmin edilebilir.
Üç usta yazar da Zweig için hem kurguladıkları dünya hem de bu kurguda kendilerinden barındırdıkları motiflerle gözleyici, not düşücü ve eyleyicidir. Çünkü, başka bir dünya yaratmak ya da yaşadıkları çağın en sarih biçimde sunulması onlara göre eylemekle mümkündür.
Bu eyleyicilik usta yaratıcılarda klasik çalışma rutinine dayanmaz. Gözleyerek, sorgulayarak, yargılayarak ve hüküm vererek gerçekleşir... Nitekim bu üç yazar da Zweig’e göre hem sorgucu hem de yargıcıdır. İşte onların büyüklüğünün temel sebebi de sorgularında ve yargılarında haklılıklarını okuru hipnoz edercesine göstermeleridir.
Örneğin, Fransız Devrimi’nin ardından dünyaya gelen Balzac, Zweig için büyük bir ansiklopedidir. İnsanlık Komedyası gibi devasa bir eseri yaratan kişi için bu tanımlama ne kadar yanlış olabilir?
Goriot Baba’daki o hırs sahibi Eugene de Rastignac gibidir Balzac da. Yazmak onun için bir işten, bir uğraştan daha fazlasıdır. Adanmışlıktır. Sanki oksijenini gökyüzünden değil kağıttan ve kalemden almaktadır. Nasıl ki Rastignac devrim sonrası çağda başkentte ikamet eden azimli genci temsil ediyorsa, Balzac’ta da aynı azim vardır.
Artık kurguyla gerçekliğin yer değiştirdiği, ancak gerçekliğin hiçbir zaman göz ardı edilmediği, sadece biçim değiştirdiği bir dünyanın kurucusudur Balzac. Zweig, onla ilgili bölümde bu durumu en yalın haliyle gösterir bizlere.
Peki Dickens? O da yaşadığı çağın kendisine sunduğu fırsattan hem yaratıcı olarak istifade eden hem de bunun ceremesini çeken bir kalem erbabıdır. Çocuksu dünya kurgusuyla kendisini kandırmaya çalışan ve bu deneyişte tekrar tekrar sınırlara hapsolan bir yazar olarak Dickens, Zweig’e göre her ne kadar ihtiyacı olan cesaretten mahrum olsa da fotografik hafızasıyla bize yaşadığı çağın görüntüsünü sunmakta oldukça mahirdir.
Zweig’in kelimelerinin ardında Dickens’a yönelik bir öfke de görülmektedir. Çünkü o muazzam gözlem ve hafıza gücü, gerekli enerjiye çevrilmemiştir. Belki de Zweig bunu edebi açıdan bir ihanet ya da hafif tabirle zayıflık olarak görüyor olabilir.
Zweig’in denemesinde en geniş alanı Dostoyevski kaplamaktadır. Hem de peygamberce. Zira, Zweig bu bölümde çok objektif gözükmemektedir.
Dostoyevski, coşkun bir şekilde kelimeleri kağıda döktüğü belli olan Zweig için kutsanması gereken birisidir. Tüm yaratıcılığıyla edebiyatın Tanrısı olma rolünü bahşeder ona Zweig. Ve sıfatlandırmalar/nitelemeler yetmemektedir Dostoyevski için. Kısıtlı sayıdaki portrelerinden karakterlerine, eserlerinde çizdiği mimariden uhrevi bir güç arayışına kadar süreç olarak ele alınır o. Paralel olarak birbirini takip eden çelişkilerin aynı kalemde buluşması onu eşsiz kılar. Çünkü yaşamda da böyledir.
Birçok çelişki içerisinde en gerginleri sinirlerimize dokunur. Dostoyevski olabilmek için epilepsiler geçirmek, ölüm cezasına mahkum olmak, Sibirya’ya ve Avrupa’ya sürgüne gitmek gereklidir belki de.
Kadere yönelik bir kabullenme şarttır. Zira, kader ona isyan edilerek dize getirilemez. Zweig, onda asıl önemli olanın süreklilik ve akışkanlık olduğunu söyler. “Hayatı, hayatın anlamından daha çok sevmeli” vaazının sahibini dizginlenemez bir heyecanla anlatır Zweig. Zaten Dostoyevski de bunu, hatta daha fazlasını hak etmektedir.
Son olarak, bu eşsiz denemeyi okumak için “üç usta”nın da tüm eserlerine vakıf olmak gerekmiyor. Eserdeki dil zenginliği, üç ustanın ve eserlerinin çözümlemelerinde Zweig’ten de bir şeyler bulmak hem yeni sorulara kapı açıyor hem de okura haz veriyor. (SM/YY)