"Sanat uzun, hayat kısadır"
Yarım yüzyıl önce, bir üniversite kantininde, bir forumda, bir yürüyüşte, bir ucuz öğrenci meyhanesinde , bir öğrenci yurdunun odasında ya da anımsayamadığım bir başka yerde buluvermiştik birbirimizi. Büyük kentlerin dışında kalan yerlerden gelen , büyük kenti ve dünyayı tanımaya özlem duyan, gözlerini kocaman açarak konuşan, bilgiç ama kuşkulu, tedirgin ama müthiş özgüvenli, kendimizi, ülkemizi ve tüm dünyayı değiştirmeye ve dönüştürmeye yeminliydik hepimiz.
Yirmili yaşlarımızda, devleti yıkmaya soyunduğumuzda kendimizden çok emindik. Kitlelerin gücünün ardımızda olacağını, devrimin bir kol boyu mesafede olduğunu düşünüyorduk.
Şimdiyse, altmışlı yaşlarda, her birisi bir şey olmuş ya da olamamış, bir sürü arkadaşını doğal olmayan ya da doğal yollarla yitirmiş, dünyaya hala biraz umut, çoklukla kuşku, biraz keder, biraz özlem, biraz da adı konulmamış duygularla ve hala beklediklerini görme isteğiyle bakan insanlar olduk.
Birbirimize, kıskançlıkla koruduğumuz bir bağlılık duygumuz var. Bir araya geldiğimizdeyse, Marx'ın bir cümlesinin ne anlama geldiği ya da ülke pratiğine nasıl uygulanması gerektiği konusunda on dakika içinde yumruk yumruğa gelebiliriz.
Kendi bağrımızı deşmesini de biliriz. Sürekli hesaplaşırız geçmişimizle. Övünç duyduğumuz kadar doğrularımızla ve yiğitliğimizle, öfke de duyarız yanlışlarımıza. Çok kafa yorarız, neden yenildiğimize...
Bir eski yoldaşımız yine bıçak sokmuş kendi yüreğine ve eski yaralarımıza!
Atilla Keskin'in "Zorunlu Yalnızlık" romanını bir solukta okuyup bitirdim. Bir koca bardak domatesli votka bile kesmedi kederimi. Bildik bir çevrede, bildik insanlarla örülmüş bir insanlık dramının ustaca öyküsünün tadı da hüznü de sarıverdi içimi.
Dostlarının deyişiyle ATO, artık ustalık çağını yaşıyor yazında. "Zorunlu Yalnızlık" romanı da bu dönemin ürünü. 1977'de başlayan zorunlu göçmenliğini, devrimci mücadelesinin deneyimlerini, iç hesaplaşmalarının zorunlu muhasebesinin alt çizgilerini iç içe geçmiş hayatların renkli öyküsünde bizlere aktarıyor.
İlerici aydın bir ailenin özenle büyütülüp okutulmuş çocuğu, doktor Ergun'un Kuzguncuk'taki mutlu yaşamını bir anda cehenneme çeviren, darbe döneminin ürettiği koşullar bir yeni insanlık dramı üretiyor. Genç doktor bir anda kendisini bir yabancı ülkede, kimliğini, mesleğini ve sevdiklerini yitirmiş buluveriyor. Siyasi ilticacıların yanı sıra siyasi olmayanların dramı da onun meselesi oluveriyor.
Ato'nun kurgusunda iç içe geçmiş birden fazla öykü var. Birincisi, ilticacılıkla bezeli, doktor Ergun'un öyküsü ve iç hesaplaşması; ikincisi, geride bıraktıklarının öyküsü. Üçüncü öykü, belki de ilk iki öykü kadar etkili, değişen Kuzguncuk'un öyküsü ve ona yakılan ağıt.
Filmin sonunu size söylemeyeceğim. İlticacılık günlerinin işçi yurtlarında geçen dönemi olağanüstü canlı ve akıcı. Almanya'da iç içe geçen hayatlar ve siyasi ilticacının geçtiği dar boğazlar ustalıkla betimlenmiş. Öykünün ikinci temel karakteri Zöhre, çok gerçek ve sıcak. Zaman zaman Ergun'un vicdanı bile olabiliyor.
ATO da diğer ustaları gibi sosyalist gerçekçilik geleneğini yaşatıyor ve umudun varlığının altını çiziyor tüm olumsuz koşullara karşın. Bu umut yalnızca, tarihin hep bir gün bizim numaramızı okuyacağı çarkı ile ilgili değil yalnızca, insanın içinde var olduğuna ve öğrendikçe geliştiğine inandığımız öz ve ışıkla da ilgili...
Tüm öyküler yazıya döküldüğünde kalıcı oluyor ve kısa insan yaşamının ötesine geçiveriyor geçmişe tanıklık etmek üzere... Sanat uzun ve hayat kısa. Ne iyi ve ne yazık! (AE/ÇT)
(*) "Zorunlu Yalnızlık" (Roman), Atilla Keskin, Tekin Yayınevi, Ekim 2012