Özcan Alper animasyon türündeki kısa filmi “Yıkıntılar Arasında”yı Bask’lı şair Sarrionandia’nın "Zor Zamanlar" adlı şiirinden yola çıkarak tasarlamış. Alper, Sur ve Cizre'de yaşanan yıkımı genç bir şairin gözünden anlatıyor.
Omuzları düşmüş genç adam bıkkın, öfkeli ve yılgın bir ifadeyle viran olmuş sokağın başında duruyor. Bir yandan sokağa bakarken göz ucuyla devleti temsil eden kolluk gücünü izliyor. Can havliyle, son bir umutla sesleniyor.
-Bu sokaktan içeri girmem lazım.
-Bu bölgeye giriş yapmak yasak, geri dön!
-Aşağıda evim var, bir yıldan beri giremedim. Kardeşimin evinde kalıyoruz çocuklarla, evden hiç birşey alamadık. Bırakın gireyim.
-Peki tamam ama ben de seninle geleceğim. Çabuk gör işini.
Yıkıntıların arasında yürürler epeyce. Olmayan sokakta kaybolan adam şaşkındır.
- Ee evin nerede?
- Bulamadım..
Sur’daki çatışma dönemini fotoğraflayan Eren Karakuş’un tanık olduğu bu diyalog zor zamanlardan. Zor zamanlardı. Cizre’de Nusaybin’de Sur’da geçen zor zamanlar. Tıpkı Şair Joseba Sarrionandia’nın dediği gibi zor zamanlar…
“Bazen uyanırız ama
tam emin değilizdir:
ne daha iyidir, güzel nedir, doğru nedir:
Şunu da eklemeliyiz,
görünen o ki,
her şey hakkında sanırım bir şeyler söylendi.
Görünen o ki, yaşamak avarelik etme işidir,
yanlış bir gökyüzüne
uçma niyetiyle
pencerenin camına ısrarla vuran
kuş gibi inanırım buna.
Dünya hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyoruz
ya da hayat hakkında,
hiçbir yere gitmiyoruz, buradan oraya,
pratikte hiçbir şey bilmeden,
ve belki hiçbir zaman da bilemeyeceğiz.
Zor zamanlar bunlar, gerçekten,
eğer birileri, hatırladığını düşünüp
"Ah eski zamanlar!" diyorsa
kimse bilmez onların neden bahsettiğini.
Yarın sabah hayatta olacak mıyız?
Hayatı,
film izlerken kapıldığımız duygu ve merakla yaşamak zor.
Tereddüt hasadı elde etmek için
kuşku tohumları ektik.
Yazdığımız kelimeler neredeyse
anında başka anlamlar üstleniyor.
Sahiden, eğer bir hata varsa, kimin bu?
Kendi kendimizin düşmanı mıyız biz?
Ah, zor zamanların şairleri,
ne yapmalı?
Şiirin mini minnacık anahtarıyla neyi açabileceğiz ki?
Böyle diyordu şair Joseba Sarrionandia; yıkımın, sürgünün, eve dönme isteğinin evrensel diliyle.
Kimdi Sarrionandia? Siyasi faaliyetleri nedeniyle Bask Ülkesi’ni terk edip, çok uzaklara gitmek zorunda kalan, aidiyetsiz ve sürgün hayatı yaşayan edebiyatçı.
1958’de diktatör Franco tarafından ‘hain’ ilan edilen Bask Ülkesi’nin işçi kenti olan Bilbo’ya yakın Iurreta’da dünyaya gelen Sarrionandia’nın çocukluğu tam da anasından öğrendiği dili derste konuştuğu için ceza aldığı, çelişkilerin en yoğun hissedildiği dönemde geçer.
Yasak bir dilin edebiyatına sevdalanır gençliğinde. 19’una geldiğinde yazar Bernardo Atxaga ve müzisyen Ruper Ordorika ile modern Bask edebiyatının gelişiminde önemli bir yere sahip olan POTT isimli edebiyat dergisini kurar. Fakat bu yetmez ona; halkının bir de özgürlük mücadelesi vardır. Franco’nun 1975’teki ölümünden sonra demokrasiye geçişin sözde kaldığını görünce Ülke ve Özgürülük’ün kısaltılmışı olan ETA’ya katılmaya karar verir. Ancak çok geçmeden henüz 22 yaşındayken üyelikten tutuklanır, ağır işkencelerden geçirilir ve banka soygunlarından hapse mahkum edilir. Hapiste yazmaya devam eder. Öyle ki, ilk şiir kitabı kendisi içerideyken 1981’de yayımlanır. 1983 yılında öykü kitabı çıkar, iki yıl sonra da denemelerden oluşan ve Bask Ülkesi’nde klasikleşen ‘Hiçbir yerde, her yerde’ yayımlanır.
1985’te Martutene Cezaevi, İspanya tarihinin en ilginç kaçırma olayına sahne olur. San Fermin bayramı olan 7 Temmuz vesilesiyle Imanol Larzabal isimli Basklı sanatçı tutuklulara konser verir. Konserden sonraki sabah yapılan yoklamada iki eksik çıkar: Joseba ve arkadaşı Inaki Pikabea. Cezaevi didik didik aranır, ama iki ETA’lı mahkum bulunmaz. Çünkü onlar, konserden hemen sonra müzik hoparlörleri taşıyan kamyon içinde, hoparlör görünümündeki kutulara gizlenerek cezaevinden kaçırılırlar. Özgürdürler artık. Ancak dört duvardan kurtuluşun bedeli sürgün olur. Önce Fransa’ya, ardından Çek Cumhuriyeti üzerinden Cezayir’e kaçarlar. İzlerini burada kaybettirirler.
Kendi topraklarından, halkından, kültüründen uzakta benliğini yitirmemek için ilk önce yasaklı olan diline sarılır. Bir de anılarına. Çünkü anılar, sürgündekini ülkesine götüren son köprülerdir. Kalemiyle mesafeyi aşar. Kendi sürgündeyken, kitapları toprağına, sesi halkına ulaşır. Uzak olmayı, bir hücreden yeni bir hücreye düşmeyi, isimsiz, yurtsuz olmayı, kalabalıklar içinde kaybolmayı, bir ülkeyi çok sevmek uğruna gidilen sürgünü anlatır. Ve elbette eve dönme arzusunu.
Sürgün gerçekliğini anlattığı ‘Donmuş Adam’ romanı yıllardır arananlar listesindeki ETA militanı olmasına rağmen İspanya Edebiyat Eleştirisi Ödülü’ne layık görülür. Şimdilerde Küba’da yaşayan Bask Özerk Bölgesi’nin en çok tanınan sanatçısı halen İspanya’ya gelemiyor.
Şairin yaşamından ve şiirlerinden esinlenerek 12 filmden oluşan bir film yapma kararı alınır. Sonbahar, Gelecek Uzun Sürer ve Rüzgarın Hatırları filminden tanıdığımız Yönetmen Özcan Alper’e teklif gelir. Alper, şiirleri okuyunca, o dönem Sur, Cizre, Nusaybin gibi Kürt semt ve kentlerindeki yıkımı ve yaşananları anlatmak için çok uygun olduğunu düşünür. Filmi Kürtçe çekmek istediğini söyler. Öncelikle şair Jose Sarrionandia filmin Kürtçe olması ve bu tarz bir meseleyi anlatıyor olmasına çok sevinir. Çünkü kendi de yıllarca Bask bölgesinin özgürlüğünün yanı sıra ısrarla Bask dilinde yazmak ve Bask kültürünü yaymak için çaba sarf eden bir şairdir. Alper, filmi Diyarbakır’da çekmeye karar verir. Abluka devam ederken şehre gelir, lakin Sur’a giremez. Bir süre bekler ama bunun kısa sürmeyeceği anlaşılır. Sonrasında da çekimi yapmak istediği yerler yıkıldığı için artık yoktur.
O süreçte animasyon filmler yapan Vrej Kassouny’in önerisiyle filmi animasyon yapmaya karar verir. Tabii bu süreç de hiç kolay değildir. Düşündüğünden daha uzun sürer. Film bir yılda tamamlanır. Özgün senaryosunu kenti iyi bilen, Diyarbakırlı yazar Murat Özyaşar ile birlikte Türkiye’de kitapları olmayan ama bize çok tanıdık bir hikayeye mensup Basklı şair Jose Sarrionandia’nın “Zor Zamanlar” şiirinden yola çıkarak yazarlar.
Senaryoyu Lal Laleş, Seyyidhan Kömürcü ve Özkan Küçük gibi kentte yaşayan birçok şair ve yazarla paylaşarak, üzerinde tartışırlar. Süreçle ilgili binlerce fotoğraf arasından 100’e yakın fotoğraf seçerler. Bu fotoğrafların daha çok Sur, Cizre ve Nusaybin’de yaşanan bütün süreci anlatabilen kareler olmasına özen gösterirler. Daha sonra bu fotoğrafları da klasik boya resim tekniğiyle boyayarak bir biçim oluştururlar.
Gelecekte geriye dönüp bakıldığında, bu sürece dahil bir hafıza oluşması ve belleğin diri tutulması için izledikleri yol Kavil (Yıkıntılar Arasında) adlı filme dönüşür.
Film, 12 yönetmenin kısa filmlerinden oluşturulan “Gure Oroitzapenak-Hatıralarımız” isimli uzun metraj film kapsamında 66. San Sebastian Film Festivali’nde gösterildi.
Önümüzdeki ay İspanya’da gösterime girecek filmin hem bağımsız hem de diğer filmlerle birlikte festival yolculuğu devam edecek. Yönetmen Özcan Alper, bu film vesilesiyle Sarrionandia’nın kitaplarının Türkçe ve Kürtçeye çevrilmesini arzu ediyor.
Filmin Feyyaz Duman’ın seslendirdiği Lal adındaki ana karakteri, “söyleyecek bu kadar çok şeyimin olmasına rağmen adımın lal olması tuhaf” diyor. Hepimiz lâl olmamış mıydık yaşadıklarımızın karşısında? Tıpkı gördüğümüz kabustan kurtulmak için bağırmaya çalıştığımızda çıkmayan sesimizde boğulduğumuz gibi.
“Kazdığım kuyunun başında durmuş gibiyim. Gitmeli miyim? Eve?”
“Bugünleri unutmadan yaşayamayız,
Bugünleri unutarak hiç yaşayamayız” diyerek, çoçukluğunu geçirdiği şehrin zamanı durmuş, anıları yıkılmış, viran olmuş sokaklarında yürüyor.
“Eve dönmeliyim, eve
Sorunun cevabı işgal ettiği yere”
Eşyalarını sırtlayıp geçmişini terk edenlere, çırılçıplak soyularak esir alınmış insanlara, öfkeli ve soran gözlerle eli silahlı adamlara bakan kadına ilişirken gözleri, “Ben kimin şahidiyim” diyor.
“Zor zamanlar bunlar, gerçekten eğer birileri şunu düşünüyorsa
Ne kadar eski zamanlar?
Kimse onların neden bahsettiğini bilmiyordur” Çok değil bunca değişim sadece üç yıl kadar öncesine ait değil miydi?
“Çocuklar öldü, babalar yetim, anneler öksüz kaldı” diye sesleniyor kapı ağzında korku dolu gözlerle bakan küçük kıza rastlarken.
“Gözlerini toprağıma kapayanlar var” diyor, kanlar içinde yatan Taybet Ana’nın gözlerini avuçlarıyla örterken. Ve ayakları iple bağlanmış Dört Ayaklı minarenin yanına uzanmış Tahir Elçi’nin son sözleri yankılanıyor: “Birçok medeniyete beşiklik etmiş bu kadim bölgede, silah, çatışma, operasyon istemiyoruz”
“Yarın sabah yaşıyor olacak mıyız?
Dünya ya da hayat hakkında hiçbir şey bilmiyoruz
Hiçbir yere gitmeden, buradan oraya pratikte hiçbir şey bilmeden
Ve belki de hiçbir şey bilemeyeceğiz de hiçbir zaman
Eve dönüp hikayemi kesinlikle kendi sesimle okumalıyım”
Filmin karakteri Lal gibi belki de hepimiz evimize dönüp kendi hikayemizi, kesinlikle kendi sesimizle okumalıyız. Tıpkı Sur’da kaybolan evini bulmaya çalışan genç adam ve yıllardır evine dönmeyi bekleyen Joseba Sarrionandia gibi... (BD/HK)
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. Özgür Gündem, Özgür Radyo, TRT, Star ve Esmer Dergisi'nde çalıştı. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sanat Basın Sorumlusu olduğu görevindeki...
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. Özgür Gündem, Özgür Radyo, TRT, Star ve Esmer Dergisi'nde çalıştı. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sanat Basın Sorumlusu olduğu görevindeki iş akdi askıya alındı. bianet, Kültür Servisi ve Gazete TAZ’da yazıyor.
“Festivalde 'Bakur' sansürlendikten sonra sansür, adım adım her yere bulaştı”
“Gênco” ve “Veşartî” filmleriyle tanınan yönetmen Ali Kemal Çınar ile İstanbul Film Festivali'ndeki sansür tartışmaları ile Kürt ve LGBTİ+ sinemasına yönelik baskıları konuştuk.
İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından 11-22 Nisan 2025’te 44. kez düzenlenecek olan İstanbul Film Festivali, bu yıl programında önemli bir değişikliğe gitti.
Ulusal yarışmaların formatı değiştirilip belgesel yarışması tamamen kaldırılırken, kuir filmlere yer verilen klasikleşmiş “Nerdesin Aşkım?” bölümü de bu yıl festival programından çıkarıldı. Festivalin kararı, kültürel alandaki sansür mekanizmalarının derinleştiği ve kuir sinemanın sistematik olarak dışlandığı yönünde eleştirilere neden oldu.
“Gênco” ve “Veşartî” gibi filmleriyle tanıdığımız Kürt yönetmen Ali Kemal Çınar, İstanbul Film Festivali’ndeki sansür tartışmalarını değerlendirirken, Kürt ve LGBTİ+ sinemasının maruz kaldığı baskılara dikkat çekti.
Devlet sansürüyle şekillenen otosansür ortamını, Kürt sinemasının görünürlüğünü ve üretim imkânlarını daraltan yapısal sorunlarla birlikte ele alan Çınar, "bağımsız sinema" kavramının da içinin boşaldığını söyledi.
“Festival yapıcıların koku alma yetenekleri devleti bile şaşırtır düzeyde”
İstanbul Film Festivali’nin ve İKSV’nin bu yıl da sansür iddialarıyla gündeme gelmesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Geçmişte Kürt yönetmenlerin yaşadığı benzer deneyimlerle nasıl bir paralellik kuruyorsunuz?
İKSV’nin düzenlediği İstanbul Film Festivaline ilk kez katıldığım yılda da sansür gündemdeydi. O yıl “Bakur” filmi sansürlenmişti. Yıl 2014’tü, aradan 11 yıl geçmiş ve hâlâ filmler üzerindeki sansürü konuşuyoruz. Maalesef daha çok konuşacağız gibi de duruyor. Bugünlerde de “Nerdesin Aşkım?” bölümünün festivalden kaldırıldığını ve sansürlendiğini görüyoruz. Sanırım her sistem kendisiyle ilgili en küçük bir tehdit veya kaygı duyduğunda en zayıf olarak düşündüğü ve vazgeçebileceği kesimi kolayca harcayabiliyor. Bu Türkiye’de iktidarın da hassasiyetleri gereği olarak ya LGBTİ+ filmleri ya da Kürt filmleri oluyor.
Kürt sineması uzun süredir hem tematik hem dilsel nedenlerle sansüre uğruyor. Sizce bu baskının temelinde devlet politikaları mı, yoksa sektörün kendi içindeki otosansür mü daha etkili?
Tabii ki sansür, öncelikle yukarıdan yani devletten gelen talep doğrultusunda şekilleniyor. O sansürün şekli açık ve net belirdikten sonra artık geri kalanı da bunun muhatabı olan kişilerce artarak uygulanıyor. CİMER gibi şikâyet hatlarının nedeni de bu. Devlet her şeyi düşünemediğini, eksik kaldığını düşündüğünü noktada halkından kendisine bunu hatırlatmasını istiyor. Bu durumda otosansür rahatlıkla devletin sansür isteklerinin yerine getirildiği bir mekanizma oldu. Festival yapıcıların koku alma yetenekleri devleti bile şaşırtır düzeyde artık. En ufak bir pürüze müsaade edilmeyecek şekilde çalıştıklarını görüyoruz. Bunu salt festival yönetimi için değil, bütün üyeleri için de düşünebiliriz. Ön jüriden tutun da ana jüri ve geri kalan her unsuru da böyle bir farkındalık içinde. Açık açık konuşmalarına da gerek kalmıyor, herkes o tedrisattan geçtiğinden göz temasıyla bile anlaşabildiklerini gördük.
“Neredeyse artık hiçbir yerde yer almamaya başladım”
Sansür sadece içeriklere değil, prodüksiyon ve dağıtım kanallarına da yansıyor. Kürt bir yönetmen olarak fon, dağıtım ve görünürlük konusunda ne gibi engellerle karşılaşıyorsunuz?
Sansür meselesi tabii ki sadece benim veya bir başkasının kişisel bir meselesi değil ve kişisel bir mesele olarak da algılamamak gerekiyor. Sansüre maruz kalan sanatçının bunu genelleştirme çabasıyla da ancak toplumsallaşabilir, sansür. Sansür uygulayıcılarını açık etmenin en doğru yolunun bu olduğunu düşünüyorum. Benim de bu süreçte kendime göre çeşitli tecrübelerim oldu, tabii. Bu sadece festivallerden değil, kişilerden de gördüğüm bir muamele.Yani sinemacı arkadaşlardan, özellikle muhalif görünenlerden… İsim vermeden bu bilgiyi ortaya atıyorum, bilen biliyor. Yani alın bu bilgiyle ne yaparsanız yapın (gülüyor).
Benim ilk uzun filmim 2013 tarihlidir. Başlarda sanatsal olarak kısmen bir yerlere girebiliyordum, çok normal; filmleri seven olur sevmeyen olur, olması gereken de bu zaten. Sonrasında sansürle birlikte neredeyse artık hiçbir yerde yer almamaya başladım. Gittikçe filmlerimin görünürlüğü azalmaya başladı. Öyle ki en iyi film, en iyi proje ödüllerimin olduğunu festivallere bile giremez oldum. Bunu gülümseyerek söylüyorum, hiç dramatize edecek ciddiyetim yok bunlara karşı. Acı olan şu; filmin iyi olup olmama meselesi artık tartışma dışı. Herkesin aklına direkt sansür gelmesi bile bu dönemi anlatması açısından yeterli artık.
“‘Bakur’ sansürü fitili yaktı”
Kürt yönetmenler olarak, LGBTİ+ yönetmenlerin yaşadığı baskılarla nasıl bir dayanışma kurulabilir? Sizce bu iki alanın mücadeleleri nasıl kesişebilir?
Dayanışmadan başka bir seçeneğimiz yok. Bir Kürt sinemacı ve birey olarak bu ülkede yanında duracağım kesim LGBTİ+ hareketi olur ancak. Gerçekten muhalefet diye sunulan kesimin sadece kendi imtiyazını kaybetmekten dolayı muhalefet yaptığını; ama aslında hiçbir şekilde politik olmadığını, seninle ortaklaşmadığını da görüyoruz. Alanda da, sokakta da sadece mücadele eden Kürtler, kadınlar ve LGBTİ+’lar oluyor. Geri kalan kendine muhalefet diyen milliyetçi, ulusalcı kesim. Maalesef onlarla alanda da sinema dünyasında da muhatap olmak zorunda kalıyoruz. Yapacağımız şey kendi filmlerimizle birbirimizi görünür kılmak ve her alanda birlikte mücadele etmek.
İstanbul Film Festivali gibi köklü kurumların bu iddialara alan açacak pratikler sergilemesi bağımsız sinema açısından ne anlama geliyor?
Başta da dediğim gibi İstanbul Film Festivali “Bakur”u sansürleyerek bu dönemin sansür fitilini yakmış oldu. Sonrasında sansür adım adım her tarafa bulaştı. O dönem Bakur’un sansürlenmesine karşı duran olsa da büyük çoğunluğu zorunluluktan filmlerini geri çekip festivali boşa düşürdüler. O dönemin havasında bu zorunluluktu, sonrasında iklim iktidara doğru yöneldikçe festivaller ve sinemacılar da bu rüzgâra kapılmış oldu. Bu dönemde bağımsız sinemacılığın da gerçek yüzünü gördük aslında. Kim hâlâ bağımsız olmaktan bahsedebilir ki? Dikkat edilirse son yıllarda hiç kimse bu terimi üzerine de almıyor. Eskiden bağımsız olmanın bir getirisi olduğu için belki de bağımsız sinemacı olmak cazip geliyordu. Bu da ancak festivaller aracılığıyla oluyordu. Festivallerin kendisinin bağımsızlığı ortadan kalkınca bu kavram da artık anlamsız ve herkese yük olmaya başladı.
"Bakur" filminden bir kare.
“Ne şeytanı gör ne de dua oku”
İstanbul Film Festivali dışındaki festivallerin ifade özgürlüğü karnesi nasıl?
Hepsi de benzer aslında ve ayrıca meşru bir yol da bulmuş durumdalar. “Ne şeytanı gör ne de dua oku,” misali baştan itibaren başlarına iş açacak filmleri zaten elemiş oluyorlar. Burada gizli sansürden bahsetmek gerekiyor. Öğrenilen şey dediğim de bu. Herkes öyle bir tedrisattan geçti ki neyin başlarına iş açıp, açmayacağını filmin estetiğine bakmaksızın elemiş oluyorlar. Bulundukları alanı kaybetmemek, hayatlarına aynı konforla devam etmek için kendilerine buldukları yegane bir çözüm. Asla da geriye dönüp bütün bu olup bitenlerin muhasebesini de yapmayacaklar. Sansürden kaçıp tatil beldesinde hiç risk almadan festival bile yaptılar. Onlar da herhalde kendilerine göre haklıdır. Bilemiyorum.
“Kürtçe film yapanların sayısı eskiye nazaran çok daha düşük”
Sansür karşısında Kürt sinemacılar nasıl bir strateji geliştiriyor? Alternatif gösterim yolları, uluslararası festivaller ya da dijital mecralar bu noktada nasıl bir rol oynuyor?
Kürdün siyaset dışında birine ya da birilerine yaptırım uygulayacak bir gücü yok. Bu da bizim zayıf noktamız. Neden hâlâ kendi üretim biçimimizi oluşturamadık ve dağıtım araçlarından mahrumuz? Diyarbakır’da yaşayan ve film üreten biri olarak bu da benim en temel meselem. Hem resmî hem de sivil bileşenlerle irtibat içinde olmama ve harekete geçirmek istememe rağmen hiçbir sonuç alamadım. Kendim için hiçbir problemim yok aslında. İstediğim zaman istediğim şekilde filmimi yapıyorum. Kendi arkadaşlarım ve ekibim var, gittikçe de artıyor. 10 sene önceki gibi de değiliz. Hem tecrübemiz hem de bilgimiz var artık. Ben ve benim gibi olan arkadaşlarım bir şeyler yaptık, geriden gelenlere ne olacak? Bunun için de güçlü inisiyatiflerin devreye girmesi gerekiyor.
Siyasetin bir kültür politikası, bir üretim politikası olmalı ki bu pratik bizden sonrakilere doğru bir şekilde aktarılabilsin. Biz de bundan mustaribiz. Ne zaman düzeleceğine dair bir öngörüm de yok. Bir Kürt film üretmek istediğinde maalesef herhangi bir Kürt oluşumdan bir destek alma ihtimali çok düşük. Bunları bir an önce çözmemiz lazım. Yoksa Türkiye’nin üretim sistemine mahkûm Kürt sinemacılar olarak kalmaya devam edeceğiz. Kimseden derviş olmasını bekleyemeyiz, altı üstü bir film yapacağız. Kürtçe film yapanların sayısı eskiye nazaran çok daha düşük. Bunun da başlıca nedeni Kürtlerin bir kültür, sanat politikasının olmaması. Kürt sinemacılarının filmlerinin maddi karşılık bulamaması. Bu da bu işin devamı için en önemli unsur.
Ali Kemal Çınar'ın "Veşartî" filminden bir kare.
Sansürlenen filmlerin toplumsal bellekteki yeri sizce nasıl şekilleniyor? Bazen engellenmek, filmin politik etkisini artırabilir mi?
Hep şikâyet edilen hafızasızlık mevzusu burada da geçerli. Sadece bir başkasının yapıp ettiklerini değil kendi tecrübelerimizi de unutuyoruz. Her şey bu ülkede o kadar hızlı ve o kadar çok ki, hangi biriyle hesaplaşıp hafızada yer etmesini sağlayacağız? Bunun için de zaman ve çaba gerekiyor. Bize bir olaydan sonra bütün bunları yapabilecek zaman tanınmıyor, hemen başka bir olaya geçerek öncekini de silip ilerliyoruz. Sanat tabii ki bunu kalıcılaştırır. Ben artık film çekmeyi arşivlemek olarak görüyorum. Kasten bazı politik meseleleri filmde küçük bir detay gibi dursa da yedirmeye çalışıyorum ki yıllar sonra izlendiğinde o dönemle ilgili hiç değilse bir ipucu, bir kalıntı fark edilsin istiyorum. Öbür türlü film yapmanın bir gereği kalmamış oluyor, benim için. Engellere karşı herkesin tavrı farklı olabiliyor. Bende tersi işliyor, Kürt inadım devreye giriyor. Daha politik olma ihtiyacım doğuyor. Geneli üzerinde düşününce de engellerle bir İran sineması olabilecekken tam tersi, kişisel ama bir şeye de dokunmayan bir sinema ortaya çıktı.
“Kürt sinemacılar da kendi sinemasından ödün veriyor”
Kürt sinemasının bugününü ve geleceğini nasıl görüyorsunuz? Sansürle mücadelede ortak bir sinema politikasının oluşturulması mümkün mü?
Bizi bir araya hiçbir güç getiremedi ki sansür getirsin. Ancak Newroz alanında bütün Kürtleri bir arada görebilirsiniz, bir de halaylarda. Bu kulağa tabii ki kötü gelmiyor ama artık bunun ötesine de geçmek gerekiyor. Ayrıca bir araya gelmek bize bir fayda sağlar mı, ondan da emin değilim. Hepimiz kendimizden çok razıyız, eminiz. Dediğim gibi bu benim sorunum olmaktan çıkmış bir şey. Sonuçta herkes kendine benzeyen, kendisini anlayan kişilerle ortaklaşabilir. Ve bu büyük bir çoğunluğa karşılık gelmiyor, daha azıyla olabilen bir şey. Ondan da ciddi bir güç çıkmaz, hep tekil kalır. Bunu artıracak tek şey var o da siyasi iradedir. Onun da derdi başından aşkın olunca da uzun bir süre daha tekil başarılarla yetinmek zorunda kalacağız. Kürt sinemasının geleceği tekil örneklerle, başarılarla olacak gibi değil. Topyekûn bir çabaya ihtiyacımız var.
Bir yandan da şu an yeni bir süreç var, Kürt sorununda çözüm tartışmalarını kapsayan. Önceki Çözüm Süreci’nde Kürt sinemasının bir nebze de olsa nefes aldığını görmüştük. Son olarak buna dair ne söylemek istersiniz?
Çözüm Süreci’nde de bu durumdan hiç hoşnut değildim. Her festival Kürt filmlerine gereğinden fazla destek veriyordu. Bunun yapay bir destek olduğu ve Kürt sinemasına hiçbir faydasının olmadığı da ortadaydı. Çözüm Süreci’nde nasıl destek veriliyorsa bugün de tam tersi bir noktada sansürleniyor. O dönem haliyle, üretim de fazlaydı. Bugün baktığımızda ise film üretimi de sayıca iyice düşmüş durumda. Asıl kötü olan Kürt sinemacıların da kendi sinemasından ödün vermeleri. Kürtçe film yapmaktan imtina eden ya da politik olma konusunda daha çekimser davranabiliyorlar. Tekrar bir Çözüm Süreci başlarsa nasıl karşılık bulacağını ben de merak ediyorum. Umarım geçmişten ders alınarak ve güçlü bir destekle ilerler.
Ali Kemal Çınar hakkında
Yönetmen, kurgucu, senarist, oyuncu ve yapımcı.
Dicle Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Bölümü'nden mezun olduktan sonra, 2003 yılında Diyarbakır Sinema Kulübü'nün kuruluşunda yer aldı. Kariyerine kısa filmlerle başlayan Çınar, zamanla uzun metrajlı bağımsız filmlerle tanındı.
Kurte Fîlm (2013) ile Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde yarıştı. Ardından Veşartî (2015) ve Gênco (2017) gibi filmleriyle dikkat çekti. Gênco, 28. Ankara Uluslararası Film Festivali'nde En İyi Film Ödülü'nü kazandı. Çınar'ın sineması, Kürt kimliği, toplumsal cinsiyet ve politik meseleleri mizahi ve deneysel bir dille ele almasıyla öne çıkıyor. Diyarbakır'da yaşamını sürdüren yönetmen, üretimlerine burada devam ediyor.
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından...
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından beri "Küba" isimli köpekle ev arkadaşı.