Omuzları düşmüş genç adam bıkkın, öfkeli ve yılgın bir ifadeyle viran olmuş sokağın başında duruyor. Bir yandan sokağa bakarken göz ucuyla devleti temsil eden kolluk gücünü izliyor. Can havliyle, son bir umutla sesleniyor.
-Bu sokaktan içeri girmem lazım.
-Bu bölgeye giriş yapmak yasak, geri dön!
-Aşağıda evim var, bir yıldan beri giremedim. Kardeşimin evinde kalıyoruz çocuklarla, evden hiç birşey alamadık. Bırakın gireyim.
-Peki tamam ama ben de seninle geleceğim. Çabuk gör işini.
Yıkıntıların arasında yürürler epeyce. Olmayan sokakta kaybolan adam şaşkındır.
- Ee evin nerede?
- Bulamadım..
Sur’daki çatışma dönemini fotoğraflayan Eren Karakuş’un tanık olduğu bu diyalog zor zamanlardan. Zor zamanlardı. Cizre’de Nusaybin’de Sur’da geçen zor zamanlar. Tıpkı Şair Joseba Sarrionandia’nın dediği gibi zor zamanlar…
“Bazen uyanırız ama
tam emin değilizdir:
ne daha iyidir, güzel nedir, doğru nedir:
Şunu da eklemeliyiz,
görünen o ki,
her şey hakkında sanırım bir şeyler söylendi.
Görünen o ki, yaşamak avarelik etme işidir,
yanlış bir gökyüzüne
uçma niyetiyle
pencerenin camına ısrarla vuran
kuş gibi inanırım buna.
Dünya hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyoruz
ya da hayat hakkında,
hiçbir yere gitmiyoruz, buradan oraya,
pratikte hiçbir şey bilmeden,
ve belki hiçbir zaman da bilemeyeceğiz.
Zor zamanlar bunlar, gerçekten,
eğer birileri, hatırladığını düşünüp
"Ah eski zamanlar!" diyorsa
kimse bilmez onların neden bahsettiğini.
Yarın sabah hayatta olacak mıyız?
Hayatı,
film izlerken kapıldığımız duygu ve merakla yaşamak zor.
Tereddüt hasadı elde etmek için
kuşku tohumları ektik.
Yazdığımız kelimeler neredeyse
anında başka anlamlar üstleniyor.
Sahiden, eğer bir hata varsa, kimin bu?
Kendi kendimizin düşmanı mıyız biz?
Ah, zor zamanların şairleri,
ne yapmalı?
Şiirin mini minnacık anahtarıyla neyi açabileceğiz ki?
Böyle diyordu şair Joseba Sarrionandia; yıkımın, sürgünün, eve dönme isteğinin evrensel diliyle.
Kimdi Sarrionandia? Siyasi faaliyetleri nedeniyle Bask Ülkesi’ni terk edip, çok uzaklara gitmek zorunda kalan, aidiyetsiz ve sürgün hayatı yaşayan edebiyatçı.
1958’de diktatör Franco tarafından ‘hain’ ilan edilen Bask Ülkesi’nin işçi kenti olan Bilbo’ya yakın Iurreta’da dünyaya gelen Sarrionandia’nın çocukluğu tam da anasından öğrendiği dili derste konuştuğu için ceza aldığı, çelişkilerin en yoğun hissedildiği dönemde geçer.
Yasak bir dilin edebiyatına sevdalanır gençliğinde. 19’una geldiğinde yazar Bernardo Atxaga ve müzisyen Ruper Ordorika ile modern Bask edebiyatının gelişiminde önemli bir yere sahip olan POTT isimli edebiyat dergisini kurar. Fakat bu yetmez ona; halkının bir de özgürlük mücadelesi vardır. Franco’nun 1975’teki ölümünden sonra demokrasiye geçişin sözde kaldığını görünce Ülke ve Özgürülük’ün kısaltılmışı olan ETA’ya katılmaya karar verir. Ancak çok geçmeden henüz 22 yaşındayken üyelikten tutuklanır, ağır işkencelerden geçirilir ve banka soygunlarından hapse mahkum edilir. Hapiste yazmaya devam eder. Öyle ki, ilk şiir kitabı kendisi içerideyken 1981’de yayımlanır. 1983 yılında öykü kitabı çıkar, iki yıl sonra da denemelerden oluşan ve Bask Ülkesi’nde klasikleşen ‘Hiçbir yerde, her yerde’ yayımlanır.
1985’te Martutene Cezaevi, İspanya tarihinin en ilginç kaçırma olayına sahne olur. San Fermin bayramı olan 7 Temmuz vesilesiyle Imanol Larzabal isimli Basklı sanatçı tutuklulara konser verir. Konserden sonraki sabah yapılan yoklamada iki eksik çıkar: Joseba ve arkadaşı Inaki Pikabea. Cezaevi didik didik aranır, ama iki ETA’lı mahkum bulunmaz. Çünkü onlar, konserden hemen sonra müzik hoparlörleri taşıyan kamyon içinde, hoparlör görünümündeki kutulara gizlenerek cezaevinden kaçırılırlar. Özgürdürler artık. Ancak dört duvardan kurtuluşun bedeli sürgün olur. Önce Fransa’ya, ardından Çek Cumhuriyeti üzerinden Cezayir’e kaçarlar. İzlerini burada kaybettirirler.
Kendi topraklarından, halkından, kültüründen uzakta benliğini yitirmemek için ilk önce yasaklı olan diline sarılır. Bir de anılarına. Çünkü anılar, sürgündekini ülkesine götüren son köprülerdir. Kalemiyle mesafeyi aşar. Kendi sürgündeyken, kitapları toprağına, sesi halkına ulaşır. Uzak olmayı, bir hücreden yeni bir hücreye düşmeyi, isimsiz, yurtsuz olmayı, kalabalıklar içinde kaybolmayı, bir ülkeyi çok sevmek uğruna gidilen sürgünü anlatır. Ve elbette eve dönme arzusunu.
Sürgün gerçekliğini anlattığı ‘Donmuş Adam’ romanı yıllardır arananlar listesindeki ETA militanı olmasına rağmen İspanya Edebiyat Eleştirisi Ödülü’ne layık görülür. Şimdilerde Küba’da yaşayan Bask Özerk Bölgesi’nin en çok tanınan sanatçısı halen İspanya’ya gelemiyor.
Şairin yaşamından ve şiirlerinden esinlenerek 12 filmden oluşan bir film yapma kararı alınır. Sonbahar, Gelecek Uzun Sürer ve Rüzgarın Hatırları filminden tanıdığımız Yönetmen Özcan Alper’e teklif gelir. Alper, şiirleri okuyunca, o dönem Sur, Cizre, Nusaybin gibi Kürt semt ve kentlerindeki yıkımı ve yaşananları anlatmak için çok uygun olduğunu düşünür. Filmi Kürtçe çekmek istediğini söyler. Öncelikle şair Jose Sarrionandia filmin Kürtçe olması ve bu tarz bir meseleyi anlatıyor olmasına çok sevinir. Çünkü kendi de yıllarca Bask bölgesinin özgürlüğünün yanı sıra ısrarla Bask dilinde yazmak ve Bask kültürünü yaymak için çaba sarf eden bir şairdir. Alper, filmi Diyarbakır’da çekmeye karar verir. Abluka devam ederken şehre gelir, lakin Sur’a giremez. Bir süre bekler ama bunun kısa sürmeyeceği anlaşılır. Sonrasında da çekimi yapmak istediği yerler yıkıldığı için artık yoktur.
O süreçte animasyon filmler yapan Vrej Kassouny’in önerisiyle filmi animasyon yapmaya karar verir. Tabii bu süreç de hiç kolay değildir. Düşündüğünden daha uzun sürer. Film bir yılda tamamlanır. Özgün senaryosunu kenti iyi bilen, Diyarbakırlı yazar Murat Özyaşar ile birlikte Türkiye’de kitapları olmayan ama bize çok tanıdık bir hikayeye mensup Basklı şair Jose Sarrionandia’nın “Zor Zamanlar” şiirinden yola çıkarak yazarlar.
Senaryoyu Lal Laleş, Seyyidhan Kömürcü ve Özkan Küçük gibi kentte yaşayan birçok şair ve yazarla paylaşarak, üzerinde tartışırlar. Süreçle ilgili binlerce fotoğraf arasından 100’e yakın fotoğraf seçerler. Bu fotoğrafların daha çok Sur, Cizre ve Nusaybin’de yaşanan bütün süreci anlatabilen kareler olmasına özen gösterirler. Daha sonra bu fotoğrafları da klasik boya resim tekniğiyle boyayarak bir biçim oluştururlar.
Gelecekte geriye dönüp bakıldığında, bu sürece dahil bir hafıza oluşması ve belleğin diri tutulması için izledikleri yol Kavil (Yıkıntılar Arasında) adlı filme dönüşür.
Film, 12 yönetmenin kısa filmlerinden oluşturulan “Gure Oroitzapenak-Hatıralarımız” isimli uzun metraj film kapsamında 66. San Sebastian Film Festivali’nde gösterildi.
Önümüzdeki ay İspanya’da gösterime girecek filmin hem bağımsız hem de diğer filmlerle birlikte festival yolculuğu devam edecek. Yönetmen Özcan Alper, bu film vesilesiyle Sarrionandia’nın kitaplarının Türkçe ve Kürtçeye çevrilmesini arzu ediyor.
Filmin Feyyaz Duman’ın seslendirdiği Lal adındaki ana karakteri, “söyleyecek bu kadar çok şeyimin olmasına rağmen adımın lal olması tuhaf” diyor. Hepimiz lâl olmamış mıydık yaşadıklarımızın karşısında? Tıpkı gördüğümüz kabustan kurtulmak için bağırmaya çalıştığımızda çıkmayan sesimizde boğulduğumuz gibi.
“Kazdığım kuyunun başında durmuş gibiyim. Gitmeli miyim? Eve?”
“Bugünleri unutmadan yaşayamayız,
Bugünleri unutarak hiç yaşayamayız” diyerek, çoçukluğunu geçirdiği şehrin zamanı durmuş, anıları yıkılmış, viran olmuş sokaklarında yürüyor.
“Eve dönmeliyim, eve
Sorunun cevabı işgal ettiği yere”
Eşyalarını sırtlayıp geçmişini terk edenlere, çırılçıplak soyularak esir alınmış insanlara, öfkeli ve soran gözlerle eli silahlı adamlara bakan kadına ilişirken gözleri, “Ben kimin şahidiyim” diyor.
“Zor zamanlar bunlar, gerçekten eğer birileri şunu düşünüyorsa
Ne kadar eski zamanlar?
Kimse onların neden bahsettiğini bilmiyordur” Çok değil bunca değişim sadece üç yıl kadar öncesine ait değil miydi?
“Çocuklar öldü, babalar yetim, anneler öksüz kaldı” diye sesleniyor kapı ağzında korku dolu gözlerle bakan küçük kıza rastlarken.
“Gözlerini toprağıma kapayanlar var” diyor, kanlar içinde yatan Taybet Ana’nın gözlerini avuçlarıyla örterken. Ve ayakları iple bağlanmış Dört Ayaklı minarenin yanına uzanmış Tahir Elçi’nin son sözleri yankılanıyor: “Birçok medeniyete beşiklik etmiş bu kadim bölgede, silah, çatışma, operasyon istemiyoruz”
“Yarın sabah yaşıyor olacak mıyız?
Dünya ya da hayat hakkında hiçbir şey bilmiyoruz
Hiçbir yere gitmeden, buradan oraya pratikte hiçbir şey bilmeden
Ve belki de hiçbir şey bilemeyeceğiz de hiçbir zaman
Eve dönüp hikayemi kesinlikle kendi sesimle okumalıyım”
Filmin karakteri Lal gibi belki de hepimiz evimize dönüp kendi hikayemizi, kesinlikle kendi sesimizle okumalıyız. Tıpkı Sur’da kaybolan evini bulmaya çalışan genç adam ve yıllardır evine dönmeyi bekleyen Joseba Sarrionandia gibi... (BD/HK)