“Türkiye tarihsel bir süreçten geçiyor”. Bu cümleyle başlayan kaç yazı kaleme alınmıştır bilmiyorum. Ama son dönemde kritik bir eşikten geçtiğimiz hissi süreklilik kazandı ve normalleşti denilebilir. Bu hissi yaratan olguların sayısı ise epey çok: Ortadoğu’da tek umut verici gelişme olan Rojava’daki demokratik yapılanmanın gördüğü ağır saldırı sonrasında Rojava rejiminin uluslararası tanınırlık kazanması; buna rağmen devletleşmeye doğru giden IŞİD’in büyümesi; 51 vatandaşın ölümüyle sonuçlanan 6-7 Ekim olayları; AKP hükümetinin giderek otoriterleşen yaklaşımını sembolik (Ak-saray Cumhurbaşkanlığı konutu) ve yasal düzenlemeler (kamu düzenini koruma adına ortaya attığı düzenlemeler) yoluyla halkın gözüne sokmaktan çekinmemesi; neo-liberal ekonominin barbarlığının iş kazalarıyla ve doğanın, tarımsal toprakların ve kentsel alanların talanıyla inanılmaz düzeye ulaşması; vs. vs. Bu alt üst oluş köklü bir dönüşümün doğumuna sebep olacak kaos mu, yoksa kaosun normalleşmesi mi? Hepimizin kendisini bıçak sırtında ilerler bulduğu, silahlı güçlerin ağırlık kazanmış göründüğü bu ortamda, barışa olan inancın Kürtler dahil toplumun farklı kesimlerinde sarsıntıya uğramaması beklenemez.
Bu karmaşık sürecin, aktörlerinin sayısı da olgular kadar çok ve aralarındaki ilişkileri okumak kimi zaman neredeyse imkansız. Ulusal düzeyde Kürt siyasal hareketi ve AKP liderliğindeki İslami hareket bu aktörlerin en önemlisi konumunda uzun zamandır. Her iki aktör de Kemalist rejime ve devletçi modernleşme projesine karşı bir duruş sergilerken, sundukları projeler derin farklılıklar taşımakta. Bu iki hareketin siyasal meşruiyet ve güç kaynakları tabanlarından aldıkları destek ve ellerindeki zor aygıtlarıyken (özellikle devletleşen AKP’nin elinde en güçlü zor aygıtları bulunmaktadır), bu iki kaynağa hangi oranda ağırlık verdikleri dönemsel olarak değişiyor. Ama her ikisinin de sadece birine yaslanarak gelişmesi imkansız. AKP muhaliflerini uzun zamandır sandıkta kendisiyle hesaplaşmaya çağırırken, son kertede onu asıl sarsan uluslararası politikalarının, yani Suriye ve Suriye’de -yani Ortadoğu’da- yürüttüğü Kürt hareketi karşıtı politikaların karşılıksız çıkması oldu. İçerideki muhalefeti bastırmayı, Kürt hareketini gayri meşru göstermeyi ve kendi meşruiyetini güçlü devlet imgesiyle korumayı sürdürmek istese de, uluslararası düzeyde evdeki hesap çarşıya uymamış; Suriye’deki gelişmeler ve Kürt hareketinin karşı atağı sonucunda bu politik strateji kadük kalmış görünüyor.
Bölgesel ve uluslararası meşruiyeti zayıflayınca, ulusal mecrada tersi bir güç hamlesi yapmak ve kazanmak isteği birkaç gün öncesine kadar palazlanmış gibiydi AKP’nin. Kürt hareketini gayri meşru göstermek, uluslararası mecrada kaybettiğini ulusal cephede kazanmak istedi adeta. Ancak ulusal ve uluslararası alanlar birbirlerinden o kadar da kopuk ilerlemiyor. Uluslararası düzeyde meşruiyeti güçlenen Kürt siyasal hareketini kendi ulusal sınırları içinde kriminalize ederek bastırmak, kısa vadede akılcı gibi görünse de, uzun vadede kendi bindiği dalı kesmekten farksız. AKP, evi toplamadan dışarı çıkamayacağını, barışın ulusal meşruiyet zemininin garantörü olduğunu kendi siyasal aklıyla mı çözdü bilemiyoruz. Ama sonuç itibariyle Türkiye yeniden çözüm rotasına girdi ve bu çizgide 2015 seçimlerine doğru ilerliyor. Bu hassas süreçte, AKP’nin ulusal alana sıkıştığı ve kendi otoritesini burada saldırgan bir biçimde kurmaya çalıştığı dönemleri dikkate alarak, demokratik güçlerin AKP’nin her an sürüncemede bırakabildiği barış görüşmelerinin gözcüsü ve denetleyicisi olmaları pek çok açıdan önemli.
Öte yandan Suriye ve Rojava’daki deneyim Ortadoğu’da yeni bir dönemin başlangıcının işaretleri olarak okunabilir. Arap Baharının beklenen ama elde edilemeyen kazanımları belki burada filiz verir. Bunun ise Türkiye’de Kürtler arasından uluslararası ve ulusal alanda silahlı mücadeleye ağırlık veren bir stratejinin öne çıkması arzusunu arttırdığı da konuşuluyor. Zira geçmişe dönüp baktığımızda Kürt hareketinin büyük kazanımlarını ve hatta varlığını önemli ölçüde gerilla mücadelesine borçlu olduğunu görüyoruz. Onun meşru siyasal bir güç haline gelmesine izin vermeyen devlet rejimi, siyasal yollarla kazanılacak başarılar için bir tarihsel sayfa açılmasına ve bu yönde bir deneyimin birikmesine izin vermemiş oldu ne yazık ki.
Ancak bu noktada bir süre önce sandıkta rövanş çağrısı yapan AKP’ye karşı bir siyasal mücadele verilmesinin ve bilhassa müzakere sürecindeyken AKP’nin ulusal alanda siyasal olarak zayıflatılmasının önemi bir kez daha irdelenebilir. Bu hem Türkiye’deki barış müzakereleri hem de Ortadoğu’daki değişim süreci bakımından önemli görünüyor. Türkiye’deki rejimin otoriter yapısının nelere mal olabileceği ve tersinden Kürt nüfusu dışındaki çevrelerin bu tür olaylar karşısındaki duyarlılığının ve siyasal reflekslerinin derinleşmesinin olumlu sonuçları bizzat Kobane sürecinden çıkarsanabilir.
Kürt hareketinin barış zeminini siyasal yolla açma çabasının, yani zor ile ikna arasındaki hassas dengede ikna yöntemlerini kullanmakta göstereceği mahirliğin, muhaliflerini sandığa çağıran AKP’nin elini her bakımdan zayıflattığı kısmi bazı deneyimlerde görülmüştür: Kürt hareketinin Türkiyelileşme ve bu projenin bir ürünü olan HDP’nin Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki yükselişi ve Rojava deneyimi esasen bunlardan en yakın ve en yetkin iki örnektir. Kürt siyasal hareketi, özellikle Rojava’da bugün uluslararası ve bölgesel olarak kazandığı meşruiyetini silahlı güçleri kadar, ileri sürdüğü siyasal projeye de borçlu kanımca. Hem Rojava’da hem de uluslararası düzeyde mücadelenin toplumsal bir karşılık bulmasının temelinde, (ABD gibi güçlerin stratejik yaklaşımları, silahlı mücadelede gösterilen kahramanlıklar kadar) Kürt hareketinin savunduğu değerlerin sahiciliği de yatmakta. Bunlar arasında barışçıl olmak, egemenlik arayışındaki güçler ötesinde üçüncü bir yol önermek, kendi topraklarında demokratik bir yaşamın inşacısı olmak gibi unsurlar ilk akla gelenler. Bu ilkeler temelindeki meşru siyasal alanının genişletilmesi çabasının -açık saldırı koşulları dışında- zafiyete uğramaması için gösterilecek irade, onun siyasal yaklaşımıyla esastan tutarlıdır.
Kürt hareketi siyaset alanını ve kendi toplumsal projesinin hegemonyasını genişletmek üzere, Türkiye’de kapsayıcı ve kurucu bir alternatif siyasetin öznesi olmaya aday bir siyasal aktör. Onun dışında bir alternatif siyasal projesi olan da yok zaten. Nitekim sol, sosyalist ve diğer muhalif güçlerle birleşmek ve Türkiyelileşmek gibi hegemonik adımlar bunun güçlü göstergeleri. Bu adımlar Türkiye’deki barışın toplumsallaşmasına ve derinleşmesine, Kürt hareketinin taleplerinin meşruiyetine kısa zamanda ve hızla katkı sağladı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde dar kimlik siyaseti/sosyalist politika; barışı/demokrasi gibi ikilemlere düşmeden ortak bir siyasetin mümkün olabildiğini görme fırsatımız oldu. Bu siyasal mücadelenin derinleştirilmesi ve Rojava’da kurulmak istenen (ve bazılarına göre olumsuz anlamda ütopik) demokratik bir yeni yaşam modelinin daha geniş coğrafyalarda yankı bulabilmesi için; AKP otoriter rejiminin geriletilmesi için; barış ve demokrasi mücadelesinin güçlenmesi için koşullar bizi Türkiye’deki 2015 seçiminin önemini bir kez daha düşünmeye çağırıyor. (BY/HK)
* Doç. Dr. Betül Yarar , Gazi Üniversitesi, İletişim Fakültesi.