O günlerde, Türkiye, Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığı’nda, Yıldırım Akbulut Hükümeti tarafından yönetiliyordu. Özal’ın “başbakan gibi” davrandığı ve işçi sendikaları ile sürdürülen zam pazarlığında başrol oynadığı bu süreçte sadece Türkiye Taşkömürü Kurumu'nda (TTK) değil, tüm kamuda sözleşmeler kilitlenmiş, diğer sendikalar da kendi işyerleri için grev kararı almıştı.
Yaşanan Körfez Krizi de Hükümet için (Özal için) bahane olmuş, TÜRK-İŞ - Hükümet pazarlığı grev noktasında kilitlenmişti. Tabana verdiği söz gereği, tabanın da baskısıyla Zonguldak’ta grev yapmaya kararlı olan Genel Maden-İş Sendikası Genel Başkanı Şemsi Denizer, “son dakika anlaşmalarından” kendini ayrı tutabilmek için TÜRK-İŞ Yönetimi ile arasına mesafe koymuş, “ben gidiyorum, arkamdan gelin” hesabı, Zonguldak’ta bayrağı açmıştı.
Şu çok belli ki, bir ayı aşkın süren bu coşkun eylemlilik ve ardından gelen o büyük yürüyüş hiç kimse tarafından başlangıçta an an tasarlanmamıştı. Nehir taştı ve sular kendi mecrasında çoğalarak aktı.
Bir noktada, liderliğin o suyu doğru zamanda, doğru mecraya akıtması en istenilendi. Ama liderlikçe hedefin net ifade edilemediği ya da anlatılamadığı (kimi zaman toplu iş sözleşmesi, kimi zaman Çankaya-İktidar) o süreçte bu yapılamadı. Temelde toplu iş sözleşmesi çerçevesinde “hak mücadelesine” başlayan işçi, zaman zaman gösterilen “Özal” ve “İktidar” hedefi ile de motive oldu ve bir süre sonra gerçekte ne istediğini bilemez hale geldi. Ama işçinin hangi amaçla yola çıktığı önemli değildi aslında. O liderine çok güvenmişti ve Denizer ne isterse onu yapacaktı.
Peki Denizer ne istiyordu?
Denizer Eylem sonrasındaki söyleşimde, “Siyasi iktidarı hedef aldık. Baştan itibaren zaten siyasi sloganlar atılıyordu. Benim tasarladığım da belli bir zaman sonra ekonomik talepleri bir kenara bırakıp sadece demokratik talepleri dile getirerek bir yoğunlaştırma, bir yönlendirme oluşturmaktı. Zaten böyle de oldu. Hedefimiz Özal’ın istifa etmesi, emekten yana bir parlamento kurulmasıydı” dedi.
Ama Denizer’in bu amacından pek fazla kimsenin haberi yoktu. Sendikanın diğer yöneticileri de sadece bir “hak alma” mücadelesine girdiklerini sanıyorlardı. Ve nitekim Denizer, aynı söyleşide, ”Ben yürüyüş kararını Genel Maden İş Başkanı olarak değil, Şemsi Denizer olarak kendim verdim. Amacımı kendim belirledim” sözleriyle bu durumun kişisel bir niyet olduğunu ifade ediyordu. Denizer’e göre, Dellerderesi’nde kurulan barikat, “düzenin temsilcisiydi”. Ya barikat aşılacaktı, düzen bozulacaktı, ya da barikat kalacaktı düzen korunacaktı.
Denizer, “Problem Hükümete sahip olunma meselesindeydi. Hükümete sahip olma durumunda bir siyasi örgütlenme olmadığını gördük. Barikatın öbür tarafı insanlarla dolduğunda Mengen Dellerderesi’nde demokrasi kurulur, ANAP [Anavatan Partisi] gider, yerine yeni bir parlamento kurulurdu. Dolar diye bekledik, dolmadı” diyor; “Böylesine önemli bir hedefi daha önceden örgütlemek gerekmez miydi?” sorusuna ise, “Bu niyetimi belirtip insanlarla toplantı yapsaydım, kimse gelmezdi. Ben, yaratacağımız toplumsal atmosferde insanlar kendiliğinden gelir diye bekledim” diye konuşuyordu.
Evet... İnsanlar kendiliğinden gelmemişti... Gelmeyince de barikat aşılamamıştı. İnsanlar kendiliğinden gelseydi Denizer’in dediği gibi “Özal kaçar”, “hükümet düşer” miydi? Düştü diyelim... Kimdi, neydi, o emekten yana iktidar?
İşte gözlemlerimle yürüyüş ve grevin kısa hikayesi;
Zonguldak’ta 160 yıldan sonra ilk grev pankartı TTK Gelik İşletmesi’ne asıldı.
Grev kararını alanlar da bu kadarını bilmiyordu. Yani Zonguldak’ın 160 yıldır nasıl için için yandığını.
Sadece bir grev kararının bile o közü nasıl alevlendireceğini, şehri nasıl da bir volkana dönüştüreceğini.
Bu kadarını kimse bilemezdi zaten. “Yürüyüş kararını alanlar da”, “yürüyenler de”, “yürütmeyiz” diyenler de... Çünkü bu durum Türkiye’nin “ilki” idi. Tahmin edilemez, sadece yaşanırdı.
Ve maden işçisi, madenci ailesi, esnafıyla, memuruyla Zonguldak yaşadı
Maden işçisi, eşleri ve çocuklarıyla bir ay boyunca, her gün işyerlerinin önünde toplanarak, sendikasına yürüdü.
İşçi halkla bütünleştiği bu yürüyüşüyle, her gün sendikasının camından “canlarım” diye seslenen bir lider yarattı. Halk, “Başkanınız size kurban olsun” diyen liderini bağrına bastı, umut yaptı. Hatta Walessa.
Genel Maden-İş Genel Başkanı Şemsi Denizer, Zonguldak Halkının bu coşkusuyla coştu. Coştukça daha çok lider oldu. Daha çok lider oldukça daha güzel, daha sert, daha uzlaşmaz konuştu. O uzlaşmaz oldukça halk daha çok bilendi.
3 Ocak günü Türkiye’de TÜRK-İŞ’in aldığı karar gereği işçiler işe gitmezken, Zonguldak’ta halk sokaktaydı. 4 Ocak günü yapılacak olan eylemin heyecanı tüm kenti kaplamıştı. Sanki Hükümet istenileni değil de fazlasını bile verse bu eylem gerçekleşecek, işçi Ankara’ya gidecekti. Zonguldak, yıllardır içinde biriktirdiği her şeyi patlatıyor, verilen mücadele “hak alma mücadelesi” ile “iktidar mücadelesi” yelpazesinde bir oraya bir buraya savruluyordu. Ama şu çok açıktı ki, yaşanan tablo bir hak alma mücadelesi için fazla, iktidar mücadelesi için ise her türlü temelden yoksundu.
Denizer’in Ankara ile yaptığı görüşmeler 3 Ocak’ı 4 Ocak’a bağlayan gece boyunca sürdü. Halkı Ankara’ya taşıyacak otobüslerin şehre girişinin engellenmesi ve bu gelişme ile birlikte tek çarenin “yürümek” olduğu netleşince sendika yönetimi Ankara’nın da “yürütmeyiz” tehditleriyle ara ara yürüme-yürümeme ikilemi yaşadı. Fakat ellerine torbalarını sırtlarına yorganlarını alan Zonguldaklılar Sendika önünde toplanmaya başlamıştı bile... Bir aydır “Ankara’ya yürüme” motivasyonuyla işlenen bu insanları durdurmak, değil Denizer, devletin güçleri için bile imkansızdı artık.
Ve yürüyüş başladı.
Artık Türkiye’nin kalbi, Zonguldak-Mengen arasında atıyordu. Ankara’da olağanüstü toplantılar yapılıyor, oluşturulan kriz masasıyla eylem an an izleniyor, bir katliama dönüştürülmeden yürüyüşün durdurulmasının yolları aranıyordu. Dünya kalbini Zonguldaklılara açmış, destek mesajlarıyla, deste deste dolarlarla işçiye elini uzatmıştı. Siyasi partiler, sanatçılar, sivil toplum örgütleri koşa koşa korteje gelmiş, dondurucu soğukta işçinin elini tutmuştu. Türkiye Zonguldak halkının yürüyüşüne kilitlenmişti. Yüzlerce medya mensubu yürüyüşü an an izliyor, gazetelerin birinci sayfaları sadece eylem haberini veriyordu.
Yürüyüşün ilk gecesi Devrek’te geçti. Aynı gece Başbakan Yıldırım Akbulut, Denizer ile telefon görüşmesi yapmış, “İşçiyi durdur, Bolu’ya gel konuşalım. Sözleşmeyi imzalayayım” demişti.
Denizer Akbulut’un bu teklifini kabul etmiş, ancak sabah vaktinde uyanamayınca (“uyanamamak” Denizer’in kendi ifadesidir) çoktan başlamış olan yürüyüşü engelleyememişti. Diğer sendika yöneticilerinin de Denizer’in ne gece yaptığı görüşmeden ne de yürüyüşü durdurma kararından haberi vardı. Zaten Denizer kararları kendi alıyor ve uyguluyordu. Yani, sendika yönetimi olarak birlikte değerlendirme ve karar alma mekanizması işlemiyordu.
Başbakan ile Denizer’in yaptığı görüşmenin, Başbakan’ın rakamlarda yukarıya çıkmasına rağmen sonuç vermemesi, sonun başlangıcını oluşturdu. Akbulut’un Denizer ile görüşmek için “işçinin ayağına gitmesine” sinirlenen Özal, Hükümetten radikal tedbirler almasını istemişti. Geceyi Mengen’de geçiren yürüyüşçüler, ertesi gün devam ettikleri yolculukta Dellerderesi Vadisi’nde devletin gücüyle karşılaştı. Son derece ağır hava koşullarına rağmen “geri dönmeyi” hiç aklına getirmeyen Zonguldak Halkı, barikat bölgesindeki provokasyon ortamına rağmen bir gece de burada kaldı.
Soğuk, kar, sokakta geceleyen binlerce insan, barikat ve kesilen diyalog... Akbulut, artık resti çekmiş, Denizer’e, “İşçi Zonguldak’a dönmeden yeni bir görüşme yok” demişti... Zonguldaklılar, Zonguldak ile Mengen arasına sıkışmıştı. Sendikacılar üçüncü gece “geri dönüş” sinyalini vermeye başlamış, ancak bu sinyal kime ulaşsa isyana dönüşmüştü. Dönmeyeceklerdi... Çankaya’ya gidip Özal’ı devireceklerdi.
Ama döndüler... Birer yorgun savaşçı gibi, ağlayarak, eylem coşkusuyla sokaklarını inlettikleri şehirlerine döndüler. Kazanımsız.
Sonrası, son derece acı verici ve sıkıntılı bir süreç oldu. Hükümet, Ankara’yı mesken tutan Denizer’i günlerce muhatap almadı, görüşmedi. TÜRK-İŞ’e bağlı sendikalar, grev ertelemeleri baskısıyla ve ertelemelerle bir bir sözleşmeleri imzalayınca, Denizer daha da yalnızlaştı. Sık sık eylem tehdidi yaptı ama önemseyen olmadı. Sonuçta İşveren Sendikası Kamu-Sen’i “işçi düşmanı” ilan edip aylarca görüşmeyen Denizer, yürüyüş başlamadan önceki rakamlara yine onlarla yaptığı görüşmede imza attı. Denizer, “kerhen imzaladık” diyordu.
İşveren, yani devlet ise memnundu. Yüz bin kişilik yürüyüşü durdurmuş, sendikanın her türlü başkaldırısına direnmiş, sözleşmeyi de istediği şartlarda, istediği gibi bitirmişti.
Ama kim ne derse desin ve ne kadar hata yapılırsa yapılsın, gelinen nokta hiç de işçilerin yenilgisini ifade etmiyordu. İşçi, aşkın söylemlere karşın aslında ekmek parası için yola çıkmış, ekmek parası için elinden geleni yapmış, canını ortaya koymuştu. Gerisi ise vermeyenlerin yani sistemin sorunuydu.
Tıpkı TEKEL direnişinde olduğu gibi.
TEKEL işçisi, Zonguldak işçisinden neredeyse 20 yıl sonra hak arama mücadelesi için yollara düştüğünde, bu mücadelenin 78 gün süreceği ve TÜRK-İŞ Genel Merkezi önünün on binlerce insan tarafından ziyaret edilecek bir Çadırkent’e dönüşeceği hiç kimsenin aklına gelmemişti.
78 gün süren bu mücadele boyunca TEKEL işçileri Türkiye’ye ve dünyaya kendi kararlılıkları ile bezenmiş bir tablo sundu. Ülkemizin dört bir yanının renklerini yansıtan bu tablo, inanmışlığın enerjisiyle haktan, hukuktan, demokrasiden yana olan herkesi fazlasıyla etkiledi.
TÜRK-İŞ önüne kurulan ve her bölgenin kendi özelliklerini yansıtan Çadırkent, kısa zamanda yatağı, yorganı, kilimi, halısı, divanı, sandalyesi, masası, piknik tüpü, tenceresi, tavası, sobasıyla dört başı mağmur bir yerleşim alanı haline geldi. 78 gün boyunca ziyaretçisi hiç eksik olmayan Çadırkent, misafirlerini nezaketle ağırladı, Türkiye’nin en sağdan en sola kadar tüm siyasi renklerine aynı coşku ve sevgiyle kapısını açtı. Güne sloganlarla başlayan Çadırkent sakinleri, bitmek tükenmek bilmeyen enerjisiyle günler boyunca taleplerini haykırdı.
Çadırkent sakinleri, o dondurucu soğukta hiç mi üşümedi, ailesini, sıcak yatağını hiç mi özlemedi?
Üşüdü, özledi, kimi zaman özleminden gözyaşı döktü. Ama kararlılığı yaşadığı tüm zorlukların önüne geçti.
Mücadelenin başarılı olması için her yolun denendiği o süreçte, TEKEL işçisi canını dişine takarak, dünyaya örnek bir mücadele gerçekleştirdi. Talebi haklıydı, bu haklı talep Türkiye tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir coşku ve katılımla desteklendi.
78 gün verilen ve içinde her rengi barındıran bu mücadelede, Hükümetle yapılan görüşmeler sonucunda 4-C statüsünde kimi iyileştirmeler yapıldı. Ama bu kazanımlar özlük hakları ile birlikte kamu kuruluşlarına yerleştirilmek isteyen TEKEL işçilerinin taleplerini karşılamaya yetmedi. TÜRK-İŞ’in TEK GIDA-İŞ Sendikası’nın talepleri doğrultusunda gerçekleştirdiği o yüksek tempodaki eylemliliğinin yanı sıra diğer işçi ve kamu çalışanları konfederasyonlarıyla birlikte yapılan her türlü eyleme rağmen TEKEL işçilerine hak ettikleri o kadro verilmedi.
Ama, talep edilenin alınamamış olması, verilen mücadelenin başarısını gölgeleyemedi. Türkiye’deki güvencesiz çalışma koşullarına dikkat çeken bu eylemin en büyük başarısından birini insan onuruna yakışır iş kavramının bir daha hiç çıkmamak üzere Türkiye gündemine girmesi oluşturdu. Hükümetin, emek karşıtı politikalarının iyice açığa çıktığı bu süreçte, TEKEL işçileri toplumsal vicdanda kazandı, kaybeden ise Hükümet oldu.
TEKEL işçilerinin eylemi, tıpkı Zonguldak işçilerinin eylemi gibi, hem emek ve meslek örgütleri, hem de Hükümetler için önemli dersler içerdi.
“Bir eylem ne zaman yapılmalı”, “Bir eylem nasıl yapılmalı”, “Bir eyleme kamuoyu desteği nasıl sağlanmalı”, “Bir eylemin haklılığı nasıl korunmalı”, ”Bir eylem hangi noktada bitirilmeli”, gibi emek mücadelesi açısından önem taşıyan birçok sorunun cevabını içinde taşıyan TEKEL eylemi, Hükümet açısından da, “ben nerede hata yaptım” sorusunun cevaplarını içinde barındırdı.
Ama ne kadar hata yapılırsa yapılsın, TEKEL eylemi de tıpkı Zonguldak işçilerinin mücadelesinde olduğu gibi hiç de işçilerin yenilgisini ifade etmiyordu. İşçi, her türlü mücadeleyi vermiş, dondurucu soğukta inancıyla bir kalkan oluşturmuş, hakkını aramıştı. Gerisi ise tıpkı Zonguldak işçilerinin mücadelesinde olduğu gibi, vermeyenlerin, yani sistemin sorunuydu. (SN/BA)
* Sevkuthan Nevsuhan, gazeteci, Eylem Günlüğü/ Zonguldak Maden Grevi ve Yürüyüşü - Kasım 1990/Ocak 1991 (Metis, 1992) ve Bir 12 Eylül Masalı (İmge, 2001) kitaplarının yazarı. TÜRK-İŞ basın danışmanlığı yaptı, halen TES-İŞ'te danışman.