Siyaset bilimciler kızmasın, "homo politicus"un bir ferdi olarak naçizane fikrim o ki siyasetin görünür olan iki yansımasından söz edebiliriz.
Bunlardan ilki, stratejilerle örülü, çoğu zaman doğası gereği gizli kapaklı, katılım süreçlerinin karar alma mekanizmasındaki etkisini en aza indirgemenin çetrefilli yollarından geçen bir resim. Hani sokakta, kahvede, evde televizyon başında, "pis iş" denen türden...
Türkiye'de bu tür siyasetin kitabı değil kitapları yazıldı malum. Derin devlet, derin devletçikler, çeteler, toplumla tek ilişkisi aldığı oy olan merkeziyetçi ve devletçi yapı, kalkınma adı verilen bir sidik yarışı için işe koşulmuş kitleler, ölümler, zulümler, yolsuzluklar, örtülü ödenekler, tapeler, ihaleler vesaire vesaire. Modern siyasetin terimleriyle konuşmaya başladığımız yaklaşık 150 yılı ama öyle ama böyle bir şekilde geçirdik. Yukarıdaki terimlere eklenebilecek daha yüzlercesiyle de geçireceğiz belki.
Ama siyaset konuşmak, bu iç karartıcı kavramlar yığınına hapsolmak anlamına gelmiyor. İşte o diğer yüzü siyasetin, yolumuzu başka kavramlarla bir kez daha kesiştiriyor. Umutla, radikal demokrasiyle, haklarla, özgürlüklerle, eşitlikle, renklilikle, merkezi olmayan, katılımcı karar alma süreçleriyle, tabii ki adaletle, tabii ki hakkaniyetle... Ve bence en önemlisi "onur"la; siyasetin ortasına yerleştirmemiz gereken onurla...
İlk biçimiyle siyaset bizleri birer yurttaş olarak çağırıyor çağırmasına ancak siyasete yalnız bir tek oy bazında katılım gösteren, üstelik de bunu zorunlu olarak yapan bir "oydaş" olmaktan öteye geçemiyoruz. Merkezi ve "anaakım" partilerin yine merkezi karar alma süreçlerine ya bir tek oy suretinde onay veriyoruz yahut yine aynı suretle, bizim için alındığına inandığımız kararlara katılmadığımızı belirtiyoruz. Hele de Türkiye gibi ülkelerde, bu ikisi dışındaki tüm siyasete katılma çabaları, meşruluğu tartışılan, kimi zaman da insan hayatı da dâhil olmak üzere birçok bedel ödenen, çok sert tepkilerle karşılaşan marjinal, radikal bir uğraş oluveriyor.
Kaçınılmaz olarak bireye dokunan ikinci biçimiyle siyasete pek alışık değiliz. Bizden stratejik kararlar vermemizin değil, vicdani seçimler yapmamızın talep edildiği bir süreçten söz ediyorum. Her ne kadar 40'lı yıllarından sonundan itibaren Demokrat Parti'ye verilen destekte olduğu gibi ilk dönemlerinde AKP'ye verilen kitlesel destekte de benzer bir "onur" ve "hak" muhasebesinin, horgörülmüşlüğe karşı demokratik tepkinin izleri olsa da bugünkü haliyle tek bir figürde toplanmış kontrolsüz gücün bir kez daha ve bu kez tam anlamıyla "tek adam" olarak önümüze sunulması artık ne bireysel seçme hürriyetiyle ne de vicdan muhasebesiyle açıklanabilir. Hele de 12 yıllık iktidarın sonucunda elimizde kalan, yolsuzluk, yandaşlık, ötekileştirme, düşmanlaştırma, zulüm ve artık açıkça antidemokratikleşmiş bir merkezin kendisi için yaşamasına olanak tanıyan bunca idari hüküm ve karardan sonra...
Şeceresi ilkinden daha çamurlu olan sözde "büyük" muhalefet ise, bizleri belki daha net bir biçimde "stratejik oyun"un parçası yapmaya çalışıyor. Karşısındaki cambazı cambazlıkla yenebileceğini düşünüyor. Elinde siyaseten, iktidar partisinin temsil ettiği değerlere yanaşmak, en azından "öyleymiş gibi yapmak", yani aslında kurnazlıkla oy çalmaya çabalamak dışında bir kozu olmadığını açıkça ve çekinmeden beyan ediyor. Ne acizlik...
Siyasetin çamur deryasında birey olarak boğulmaktan bizi, o çamur deryasında boğulmaya hiç de niyeti olmayan diğerlerinin ellerinden tutmak kurtarabilir mi? Dünyanın en "toplumsal" işine, aslında epeyce kişisel duygular olan onurla, vicdanla, hakkaniyetle yaklaşmak, siyaseti, daha da önemlisi siyasete bakışımızı temizleyebilir mi?
Daha açık bir şekilde: Siyaset, toplumsal bir kategori olmanın ötesinde bireysel bir onur meselesi olabilir mi?
Bence evet!
Birey olarak siyasete katılım gösterdiğim on küsur yılda hiç bu kadar heyecanlanmamıştım. Vaatlerinin neredeyse tümünün yıllardır savunduğum ilkelere dokunduğu bir adayın, Selahattin Demirtaş'ın varlığı, artık neredeyse göstermelik bir sürece dönüşmüş olan temsili demokrasiye inancını yitirmekte olan bir yurttaş olarak bana yalnızca umut vermiyor, vicdanımı tazeliyor, onurumu pekiştiriyor. Stratejik oyunların, kapalı kapılar ardında yapılan masa başı seçim planlarının bir parçası olmayacağımı bilmek, göğsümü kabartıyor. Prensiplerine inandığım bir adaya oy verecek olmak, bu kez "düşmanımın düşmanı" hesapları yapmak zorunda olmadığımı düşünmek bile 10 Ağustos'u ve tabii 24 Ağustos'u iple çekmeme yetiyor.
Fazla mı heyecanlıyım? Sanmıyorum. Kısa siyasi tarihimiz, tabii ki gurur ve onur mücadeleleriyle dolu olsa da benim kuşağımın benim gibi düşünen fertleri, siyaseten daha heyecanlı olunabilecek bir zamanı hatırlamıyor; zira bu kez ortada, siyaset sahnesinin tam da merkezinde yer almaya kararlı, her zamankinden daha fazla, ezilen tüm kimliklere, tüm gruplara; sosyal, sınıfsal eşitliksizliklerin mağduru olan tüm odaklara seslenen bir irade var.
Dünden bugüne direniş noktaları olan taleplerim meydanlarda, kürsülerde yankılanıyor; resmi olarak "en üst düzey"de temsil edilme şansı buluyor.
E siyasetin gönüle ve akla dokunan "bireysel" tezahüründen bahsettik madem, söylemekte beis yok: Doğrusu Ağustos'un bize ne getireceği bir yanıyla umurumda değil. Yüzde hesaplarıyla da en fazla "Benim gibi düşünen kaç insan daha var acaba?" seviyesinde ilgileniyorum. Ben sandığa her iki seçim gününde de yüzümde gurur dolu bir gülümsemeyle gideceğimi biliyorum.