Diyarbakır şimdi çok sessiz…
Her köşe başından dumanlar yükselen, yağların iki ciğer parçası arasında usulca eridiği o kent, şimdi dalgın ve kederli. İner inmez kendimi attığım Dağkapı, dört girişinde güvenlik aramaları yapılan bir getto adeta. Neyi kimden korumaya çalıştıklarını bilmeyenler de yorgun üstelik. Tüm arama noktalarında birer küçük tüp ve çaydanlık var, belli ki nöbetler uzun sürüyor, demlenense yine kaçak çay.
Suratlar dağınık, gölgeli. Tedirginlik değil bu bilinmezlik karmaşası biraz, kimisi umursamaz kimisi de ağlamaklı. Meyan kökünden yapılma şerbetlerini satmaya çalışan sokak esnafının salladığı, bakır tasların şangırtıları, sanki gidenlerin ardından yakılmış ağıtlara eşlik ediyorlar. Ulu Cami önünde oturan yaşlı nüfusu da azalmış, domino taşlarının sesleri kısık.
Hz. Süleyman Caddesi ile Gazi Caddesi’nin birleştiği noktadan dalıyorum, yine çelik gibi soğuk gözler eşlik ediyor adımlarıma. Bu cadde manidar, çünkü tüm ihtişamıyla bilinen en turistik ve gastronomik noktalar bu cadde üzerinde, Hasanpaşa Hanı, Ulu Camii, Sülüklü Han, Çarşiya Şewiti…
Dağkapı, hacca gitmiş bir hacı adayı titizliğinde tavaf edilmesi gereken bir alan benim için. Kaldırım taşlarına bile dikkatle baktığım sokaklar biraz uzakça, çünkü ana noktalar arası sokak başlarına çarşaflar gerilmiş. Nedeni malum. Oralarda görülmesi istenilmeyen görüntüler var. Aslında hazırlıklıydım bunları görmeye, tüm arkadaşlarım uyarmıştı, “bak çok üzüleceksin, istersen gelme” demişlerdi ama zaten top tüfek altındayken elimin yetişmediği Diyarbakır’a “geçmiş olsun!” demeye gitmek için erinemezdim.
İçimdeki asıl korku “kendi” Diyarbakır’ımı bulamamaktı. Pazar sabahları yoğurtçular çarşısından aldığım örgü peynir ve sıcak ekmekle Dört Ayaklı’nın köşesinde Barış’ın ocağına gider önce kallavi iki çay, arkasından da Barış’ın bir türlü beceremediği köpüksüz kahvelerimizi içerdik. Barış bana her hafta hiç anlatmamışçasına, heyecanla babasının ilkokul diplomasını gösterip gururlanırdı. “Xocam, babam okumuştu bilisen? Ma biz bele degildix babam rehmet etti, ele düştix” derdi. Çaycılık yapmak içten içe dokunurdu Barış’a. Bir gün beni Dört Ayaklı Minare’ye bakarken yakaladı, yine gururlanarak “Ben en tepesine çıkmışam xocam bilisen?” dedi işte o zaman gizlice kıskandığımı fark ettim. Dört Ayaklı Minare benim için hep büyük bir sır, büyük bir muammaydı çünkü. Dört taş üstüne kondurulmuş bir minare altında rivayetler dolaşırdı. Çocuk isteyenler etrafında yedi kere dolanır şeker dağıtırlardı, koca isteyen gelinlik kızlar utana sıkıla ayakların altından hızlıca geçerlerdi ve Barış bu minareye çıkmış belki benim hiçbir zaman bakamayacağım bir açıdan bakmıştı Dağkapı’ya, işte bu kıskanılırdı.
Birden kükreyen bir aslan gibi eşitsiz ve orantısız bir kuvvetle Xançepek’e girildiği günlerde Dört Ayaklı da nasibini bu şiddetten almıştı, ayaklarına gülleler değmiş sallanmıştı. 28 Kasım 2015’de Tahir Elçi önderliğinde tüm bu duruma kalbi razı gelmeyenler Dört Ayaklı için bir araya gelmiş, onu ve çevresini korumak için seslerini yükseltmişlerdi. Tahir’i orda vurdular! Tüm dilekler Tahir’le orada öldü…
Caddenin sonuna doğru aklımda bu anılar uçuşarak yürürken, yaklaştığımı fark edip sola doğru döndüğümde benim de bir parçamın orda Tahir’le öldüğünü gördüm. Kim bilir, belki üzerlerinde sevişilsin diye dokunmuş çarşaflar sokak aralarına enkazları saklamak için gerilmişti. Dört Ayaklı görünmüyordu, Barış’ın dükkanı yerle bir olmuştu. Barış neredeydi? Hala kahveyi köpüksüz mü yapıyordu? Orda ne kadar öylece kalakaldım bilmiyorum. Korktuğum başıma gelmişti. “Benim” Diyarbakır’ım yoktu işte. Sanırım minareler de ağaçlar gibi ayakta ölüyorlar. Çarşafların arkasında kalan diğer tüm gerçekler gibi.
Göremediğim çok yer kaldı arkalarda, Surp Giragos Kilisesi yeni restore edilmişti mesela, üstelik onca ümide filiz olmuştu. “Ben çocukken bu kilisenin bahçesinde oynardık sonrası hep hayal meyal” demişti uzak diyarlardan gelen ruhu hiç Diyarbakır’dan kopmamış bir Ermeni teyze.
Havaalanına girerken çapraz konulmuş dubalar arasından kontrol noktasına yaklaşırken şöyle bir hisse kapıldım, sanki her yere benzin dökülmüştü de hepimizin elinde yanan bir kibrit vardı. Yere düşmesin diye herkes pür dikkat davranıyordu. Ara ara gelen patlama seslerinden anlaşılıyordu ki birinin elindeki kibrit yere düşmüştü. İşte durum tam da böyleydi.
Diyarbakır yorgun. 35 yıldır Diyarbakır’da yaşayan çokça OHAL görmüş bir arkadaşım bile “Dero, ben çok hal gördüm ama böyle bir hal görmedim” diyor. Ayaklarım geri geri gidiyor. Her dönüşümde bıraktığım gibi bir parçamı yine Diyarbakır’da bırakıyorum.
Zılgıtları yeniden duymanın hayaliyle ayrılıyorum. (DÖ/EA)