Fotoğraf: Pixabay
Çocukken ender de olsa en büyük eğlencelerimizden biri uçakları izlemekti. Uçak geçerken boynumuz uyuşuncaya kadar izlerdik. Hele jetler geçince, bir de alçaktan uçuyorlarsa, sanki jetler değil de biz çıkarırdık daha doğrusu sesimizi manifolda verip oradan öyle gürleştirerek çıkarırdık ki jetlerin sesini boğduğumuzu sanır daha da yüksek sesler çıkarmak için yarışırdık henüz ilkokula bile gitmeyen sokak çocukları olarak. Biz özgürlüğü göklerde ararken oysa tam da içimizdeymiş, belki bilmezdik ama hissederdik. O hislerdi belki de jetlerin sesiyle bizi yarıştıran.
İlkinde 21 yaşımda Moskova'ya işçi olarak gitmek amacıyla bindim uçağa. Önce tuhaf, Sovyetik bir kıyı havalimanına indik inşaat işçileri olarak. Bizi metruk bir otobüse bindirip Moskova merkezdeki otelimize getirdiler. Yüzlerce işçinin çoğu benim gibi ilk kez biniyordu uçağa. 1970'lerin filmleriyle büyüyen bizler için uçak ancak ya yalılarda, konaklarda yaşayan aristokratların, iş insanlarının ya da devlet görevlilerinin kullandığı bir araçtı ve elbette yabancıların (yabancı deyince de Batılıların yani Avrupalı ve Amerikalıların). Ve elbette biz bir başka evrendeydik, onlarla dünyalarımız farklıydı. Ya sinema perdesinde ya da siyah-beyaz televizyon ekranından görebilirdik.
Neredeyse tamamı akraba olan bir köyde yatınca uyuyamaz hep düşünür, hayal kurar, canlandırmaya çabalardım yaşadığımız evreni. Önce köyden çıkar Pamukkale’nin üzerinde süzülür, oradan Denizli'ye gider, ardından Ege bölgesine, sonra Anadolu'ya, Rumeli'ye. Biraz daha yükselir Avrupa'ya, Asya'ya giderdim. Sadece haritalar oluşur bilincimde, içleri belirsiz kalır çünkü somut deneyimim olmadığından o boşlukları imgelerle bile dolduramazdım. Sonra bize gösterdikleri mavi gezegenimizi yani bütün küreyi düşünür ve çıkardım geride bırakıp gezegenimizi. Önce aya rastlar onu da geçer sırasıyla gezegenleri bir bir selamlar güneşe varır daha doğrusu varamaz tıpkı nice yıllar sonra öğreneceğim balmumumdan kanatları güneşe yaklaşınca eriyen mitolojik varlık İkarus gibi. Düşünemezdim ötesini. Tıkanırdım. Nefes alamazdım. Kafamın içinde kocaman siyak bir boşluk büyür, büyüdükçe de nefessiz bırakırdı beni. Anlamanın ne denli hayati bir ihtiyaç olduğunu iliklerime değin hisseder, sezgisel olarak anlama ihtiyacından doğan arzunun gücünü deneyimlerdim. Seneler sonra anlamlandırabildim, felsefe okumayı çocukça bir ısrarla herkesi karşıma alarak bu denli neden istediğimi düşününce.
Kamyoncuydu babam. Kamyonumuz da, ailemizin 5. ferdi. Adı, rengi beyaz olduğundan kır atımızdı. Onu okşayarak severdik. Seferden geldiğinde temizler, yıkar, dinlensin derdik, çok yorulurdu ailemizi geçindirmek için. Babamın yardımcısı sıfatıyla yolculuğa çıkmak en büyük mutluluklarımdandı. Ne çok severdim. Babamla yolculuk, özlemden uzak kalmaktı. En çok kokusunu özlerdim. Yer yer kir, yer yer yağ ve mazot kokusunu. Hele uzak giderse ne çok özlerdim o kokuyu. Kir, yağ, mazot bir olur babamın kokusuyla birleşir, adı hasret olurdu. Araba derdik kamyona, babama da arabacı. Annem de arabacı karısı idi. Arabacı çocuğu olmak da zordu ama karısı olmak daha zordu sanırım. Çünkü annem bütün kadınlar gibi 7/24 çalışır. Üstüne iki haytaya hem analık hem de babalık ederdi. Arada döverdi de. Her çağın pedagojisi var. Bizim çocukluğumuzda pedagojik bir araçtı dayak. Bu nedenle otorite kendini dayak ile gösterir. Dayaksız terbiye de olmazdı en azından bizim sınıfımızda. O nedenle cuntanın yazdığı o bizim bir başka evrendeki hayatlar gibi gördüğümüz hayat bilgisi kitaplarındaki okuma parçalarında eve gelen babaya "Hoş geldiniz, nasılsınız?" diyen çocuk ve ailesi. İşte bu aile benim gördüğüm ama anlamlandıramadığım bir şeydi; şey diyorum çünkü bende kavramı yoktu.
Bu bir başka evrende olmayı ilk defa sınırı gördüğümde 1984’te hissettim. Çıktığımız uzun seferlerden birinde 1984'te SSCB sınırından güneye doğru yol alıyoruz, Çocukluğumun en büyük hediyelerden olan muavinlik yıllarımda. Sınır boyunca giderken babam “Burası Sovyetler Birliği, bu görünen şehir de Erivan.” dedi. “Olamaz!” dedim. Olmazdı çünkü uzaktan da olsa gördüğüm şehir daha önce gördüklerime benziyordu, hele dağlar, dağlar da. O halde yurtdışı olamazdı. İddia ettim. Pek de inatçıydım. Öyle tek bir sözle yetinecek, o tek söze inanacak çocuklardan değildim. O nedenle yolda iki ayrı aracı durdurduk biri traktördü, sorduk babamı teyit ettiler. Kitlesel bir salgın olan “Türkün türkten başka dostu yoktur.” Dünyadan kopukluğun, dünyaya kapalılığın, sınırlılığın, bilincimde o anda çatırdadığını hissettim. Zihnim genleşti.
Evet, ilkinde işçi, ikincisinde ise, 2001 yılında İtalya'daki sektörel bir fuara, yine iş için uçağa bindim. Sonra, Türkiye içi ve dışı sayısını hatırlamadığım seyahatlerde uçağı kullandım. BU yazıyı da birkaç günlük özel bir ziyaret için İstanbul’dan Frankfurt’a uçarken yazıyorum. Artık Türkiye dışındaki yerler de insanları da tuhaf gelmez oldu. Çünkü sınırı geçtim.
1980’lerde zihnimin duvarları yıkılırken aynı zamanda Berlin Duvarı da yıkıldı; kapitalizm de yerini neoliberal ekonomi-politiğe. Buna dijital devrim de eklenince yeni bir çağ başladı. Çağlar, kimi zaman sessizce başlar, sessizce bitter; kimi zaman, sessizce başlayıp gürültüyle, kimi zaman gürültüyle başlayıp sessizce, kimi zamansa gürültüyle başlayıp gürültüyle biter. Çağımızın ne ile başladığı hala tartışıladursun ne ile bittiği belli: dijital devrim. Her çağ kendi öznelerini yaratır. Günümüz çağının öznesi bu nedenle dijital. Dijital devrimle birlikte türümüzde belki de ilk defa çocuklar ile gençler yaşlılara öğretmeye başladı. Dijital çağa doğmayan ben dahil 1980’lerden önce doğanlar bu nedenle dijital göçmen, sonra doğanlarsa dijital yerli olarak adlandırılmakta.
Bir tür yersizleşme yaşadığımız. Kimimiz göreli uyum sağladı kimimiz artık fiziki evrene tıkılıp kaldı. Dijital göçmenlerin dünyaları daraldı çünkü eski çağın araçları bir bir dijitalleşmekte. Milenyum öncesinde 1990’ların sonunda 1980’lerdeki atari salonları, form değiştirerek internet cafeler olarak yeniden doğdu. MSN ile farklı kıtalardaki insanlar nick’lerle iletişim kurmaya başladılar. 2010’lara geldiğimizde çocuklar, gençler, yetişkinler yani büyük çoğunluk çoktan playstation oynamaya başladılar. Dijital yerli dediğimiz özneler, söz konusu salonları doldurmaya başladılar. O yıllarda henüz ilkokula başlamış bir çocuk, arkadaşım olan babasının ofisine geldi. Hemen konuşup oynamaya başladık, “Neler yaptın bugün?” diye sordum. “Maç yaptık, tam üç gol attım.” dedi. Zihnimde kendi çocukluğumdaki gibi sahada iki takımla itişe itişe kıran kırana yaptığımız maçlar canlanıverdi. “Nerede?” diye sorduğumda hemen çantasındaki tableti çıkardı.
Tanıştığım bu dijital yerlinin yaşındayken cunta henüz bir yıldır Türkiye’yi yönetiyordu. Ve ben yaşıtlarımla sokakta plastik topla arka düşe çıka çamur içinde kala kala top oynardım. Sonra annemden bir güzel fırça yerdim çünkü evimizde ne şebeke suyu ne de çamaşır makinesi vardı. Tarım işçisi annem, taşıma su ile kazanlarda su kaynatıp içine kül katarak çamaşırları elinde yıkardı. Sokağa çıkınca “öteki” ile karşılaşmak olanaklıydı. O yıl yani 1984’te ortaokula Denizli’de başladım. Artık cuntanın kitaplarında, zaman zaman da filmlerde gördüğüm evrenin somut örneklerinden sıra arkadaşlarım olmasa bile sınıf arkadaşlarım olmuştu. Sınırılar kalkarken, duvarlar yıkılırken ben de büyüyordum.
Ülkeleri ayıran sınırların yerini beton ya da çelik yüksek duvarlara bıraktığı günümüzde ne para ne de akredite edilmiş içerikler için ne de ülkelere göre değişmekle birlikte göreli nicelikte parası olanlar için sınırlar var. Bırakın vizeyi, özel statüde oturum, pasaport hakkı bile tanınmakta. Erişimin, ulaşımın, para, bilgi, veri transferinin bu denli kolaylaştığı bir iklimle Akdeniz’in, içine Ege’yi de alarak birer mülteci toplu mezarlığına dönüşmesi ne büyük bir çelişki. AB, sınırları korumak yani göçmen ve mültecileri AB’ye sokmamak için özel bir birimlere sahiptir; bunlar: FRONTEX (Avrupa Birliği Üye Devletlerinin Dış Sınırlarında Operasyonel İş birliği Yönetimi için Avrupa Ajansı), Avrupa İltica Destek Ofisi EASO ve EURODAC.
Sınıflar da sınırlar da geçirgen değil; zaman zaman tekil örneklere rastlanmakla birlikte küntleştiği söylenebilir. Toplumlar, gittikçe dana kalın duvarlarla çeşitli kompartımanlara tıkılmakta. Bir yandan internet ortamının eşitliği sağladığı söylem düzeyinde sıkça dillendirilse de reel düzlem bunu doğrulamıyor. Dünyada 8 milyar insan yaşarken bunların 3 milyarının yani yüzde 40’ı henüz internet ile tanışmamış durumda.
Çocuklar, elbette internet erişimi olanlar, çevrimiçi oyunlarla “öteki” diye adlandırılabilecek dijital yerlilerle karşılaşma fırsatına sahipler ama olanaklara erişim bakımından eşit değiller değil çünkü burada yine benzer sınıftan çocukların satın aldığı oyun paketleri belirleyici bir değişken. Nicklerin ardına sığınarak maliyetsiz sözlerin gırla gittiği bir evrende gerçekleşen sanal sosyallaşme, pek çok sosyo-politik-ekonomik sorun yanında psikolojik bakımdan da sorunsallaştırılmayı bekliyor.
Dijital yerliler için ekranlar sokağa dönüştü. “Sokakta hayat var.” denir. Ama sanal sokaklara rengini veren İktidar; devletler, internet servis sağlayıcıları ile ailelerin elinde. Bu yeni evren, vaaz edildiği gibi özgürlüğün cisimlemiş hali nitelemesini hak ettiği pek söylenemez. Çocuklar ya da dijital yerliler, beş kıtadan yaşıtlarıyla yeni bir dünya kurabilecek mi? Bu dünya asırlardır işleyen kimi örüntüleri ortadan kaldırmaya mahir mi? Cuntanın taçlandırdığı ulus-devlet anlatısı komşularımızı bize düşman ülkeler, düşman halklar olarak anlatırken, zihnimizde yurtdışını düşünülemez kılarken dijital yerliler, bu anlatılara karşı yeni bir Anlatı üretebilecek mi? Şu anda fiziki evrenin, sanki, göreli evreni gibi konumlanan ama sonuç itibariyle bir tür türevi olan sanal dünya, endüstri devrimi ve modern devletlerin gittikçe derinleştirdiği başta eşitsizlik, yoksulluk, kriminal gibi olgulara dair ne gibi bir Anlatısı var? Bu yakıcı olgulara nasıl çözüm üretebilir? Bunların ortak keseni de denebilecek sınıfsallığı nasıl bertaraf edebileceğiz? Daha radikal bir soru ile dijital yerliler, geniş bant internete hangi cihazlarla ne ölçüde erişebilmekteler? Diyelim ki eriştiler, bu erişimle ne tür, nasıl gezinecekler? Bir diğer deyişle bu olanak, geniş kesimlerce erişilebilir kılınabilecek mi? Nasıl?
Devletler de marşları da sınırları da ideolojik tarihyazımları ve türevi anlatıları da bir yandan çoktandır müzelik ya da yaşayan ölülerken, ideolojik anlatıları karakomediye dönerken; diğer yandan dozu gittikçe artan patolojik ulus-devlet zorbalıkları, kanser hücresi gibi hızla büyüyor, devletten devlete, kıtadan kıtaya metastaz yapıyor. Ulus-devletlerin son biçimlerinden biri bir tür oksimoron da olan seçimli otoriterlik, 20. yüzyıl başlarındaki politikaları bir tür retro mantığıyla yeniden üretiyor. Kimi ülkelerde azınlıklar, kimilerinde göçmenler ve güvenlik gerekçe gösterilerek -ama aslında rejimler işlerliğini kaybetmiş, işlemeyen ekonomi-politik sonucu bölüşüm sorunları derinleşmiş- özgürlüklerin tırpanlandığına tanıklık ediyoruz. Yükselen sağ ideolojiler, göçmen karşıtlığı, milliyetçi retorikler, nefret söylemleri, toplumsallığın önünde her geçen büyüyen engellere dönüşmekte. Bir yandan kendi anlatısını hala dayatmayı sürdüren ulus-devletler, diğer yandan dijital yerlilerin, dijital göçebelerin, sınırları aşan iletişim ve iş yapma pratikleri, zihnin ve türevi kimliğin ülkeyle, ulusla özdeşleştiği kitleler ile galaksimizin bile dar geldiği, vizyonuna ulusötesiliği (transnational) alan, Laniakea’yı düşünenler eşanlı yaşıyor. Kısacası yurttaştan ağdaşlığa, kosmopolitastan ağevrendeşliğine doğru gidilirken eski paradigma ile henüz Anlatısını arayan yeni çağımız arasındaki gerilimin gün geçtikçe derinleşeceği söylenebilir…
Bir geçiş evresinde olması nedeniyle kurumlarını henüz yaratmadı dijital yerliler; şimdilik arkaik de denebilecek rejimler altında nefes alıyorlar. Hayata karşı nasıl konumlandıkları henüz net değil. Ekolojik sorunlardan, yoksulluğa, güvenliğe gittikçe derinleşen toplumsal sorunlar karşısında bir tür smülasyon evrenleri içinden internet erişimleri kesildiğinde, yeni cihazları satın almada, Bitcoin madenciliğini sekteye uğratan olaylarda başlarını kumdan çıkarmaktalar.
Dijital yerlilerin, geleneksel politikanın ne ölçüde içinde oldukları tartışmalı. Bunun en somut örneklerinden birine yakın zamanda Fransa’da rastladık. 2021’deki Cumhurbaşkanı seçimlerinin ilk turunda katılım oranı yüzde 33.9’da; ikinci turdaysa yüzde 34,3’te kaldı. Paris’te geleneksel oy kullanma (sandık, oy pusulası vb.) yöntemi ile Parisliler, e-scooter’ların kullanılması oylandı. 2 Nisan Pazar günü yapılan oylamada e-scooter’ların yasaklanmasını isteyenlerin oranı yüzde 90. Ancak, Parislilerin sadece yüzde 8’i oy kullandı. Çeşitli yorumcular, oylamanın dijital olmamasına bağladı, kimileriyse oylamayı gençlerin geleneksel bulduklarına. Paris, çok uzun zamandır yanıyor, yakılıyor. Sarı Yelekliler’den tutun, Macron’un son son emeklilik yasa tasarısına bir türlü entegre edemediği göçmenleriyle toplumsalın tehdit altında olduğu bir ülke Fransa. Peki dijital yerliler, bunlara karşı nasıl konumlanmaktalar? Daha radikal bir soru soralım: Farkındalar mı?
Kelimelerle değil kavramlarla düşünüyoruz.
Kavramlar, dünyayı kavrayışımızı belirliyor. Kavram dağarımız dünyamızın sınırlarını çiziyor. İdeolojiler, fikirleri indirgedikleri gibi zihnimize de sınırlar çiziyor. Dijital yerlilerin sokağı ağlararasılık. Ağlararasındalık, dijital yerlilerin ya da sanal öznelerin yurdu. Burada sonsuz karşılaşmalar olanağına sahip sanal özne, geleneksel anlamda herhangi bir kimliğe indirgenerek kategorize edilemez. Bir yandan giydirilen kimliklerin reddi diğer yandan sanal dünyanın maliyetsizliğine sığınılarak giyilen çoklu kimlikler, aynı bedende-ruhta tutarlı biçimde nasıl bir arada yaşayabilir? Sanal öznelerin, kendilerini dünyada nasıl konumlandıracakları, tanık oldukları, içinde nefes aldıkları olgulara nasıl tepki vereceklerine bağlı olarak biçimlenecekleri söylenebilir.
Bu nedenle modern -geleneksel diye de okuyabiliriz- dünya taksonomisinin çalışmadığı deyim yerindeyse bir tür anomali yaşadığımız bir dönemdeyiz. Bu anomali hiç şüphesiz, çağın öznelerinin yan yana gelişleriyle kurdukları ilişkilerle, bu ilişkilerin form kazanmasıyla ortaya çıkan kurumlarla aşılacak.
Dünyanın üzerinde anarşizm hayaleti donanıyor. Bu hayalet dijital yerlilerin henüz biçim kazanmamış potansiyel kurumları. Sanal özne de dediğimiz dijital yerliler, bir yandan kimlikler ile geleneksel ideolojileri reddederken diğer yandan teknoloji ve ideolojisini, tüketim alışkanlıklarıyla sakınmasızca giyinmekte. Teknofeodalizm ile kavramlaştırılan global teknoloji şirketlerinin, ulus-devleri bypass ederek küresel ekonomiyi domine edebilecek güce eriştikleri günümüzde birinin büyüklüğü onlarca ülkenin ekonomisini aşmakta. Bugün bir yanda Amazon, Google Meta (Facebook, Instagram), Apple, Microsoft, IBM gibi firmalar; diğer yanda Wikipedia gibi girişimler ile açık kaynaklar -ki, açık kaynak yazanlar, küresel oyuncularca ekibiyle birlikte satın alınmakta-. Teknoloji alanında pek çok dijital yerli, Start-Up’lar ile çağımızın arzu nesneleri olan Elon Musk, Mark Zuckerberg olmak derdindeler. Bu asimetrik bir karşıtlıktan dönüştürücü nitelikte diyalektik çıkar mı orta ve uzun vadede hep birlikte göreceğiz.
İnsan zihninin sınırları, yaşantıladığı evren tarafından limitlenir. Nasıl 1980’lerdeki çocuk, gördüğü benzer dağların Türkiye dışı olamayacağı -çünkü düşünemiyor- konusunda ısrar ediyorsa bugünün öznesi de “Sen şu millettensin, şu dinin şu mezhebindensin.” anlatısını reddedip tüketici, müşteri, girişimci personalarını giyinecektir. Müşteri personasını giyinebilmesinin yolu, ancak temel ihtiyaçlarını karşılayabildiği işçi ya da çalışan olmaktan değil girişimcilikten geçmekte. Bu da onu Start-Up’lara yönlendirmekte. Arzu nesnesine dönüştürülen Hayata katılımın koşulu ise girişimci olup büyük paralar kazanmak. Bitcoin de bunlardan biri. Fiziki evrenden uzaklaştıkça, politik olanın da dışında kalan bilinç, bırakın arzularını, ihtiyaçlarını nasıl giderecek? Hayata katılım talebi gerilim yaratır; bunun da cari anlamda işleyen paradigmada şu ya da bu biçimde çeşitli bakımlardan kırılmaya neden olacağı savlanabilir.
Bu dijital (yeni) özne, artık yurttaş (netizen) değil ağdaşlık (netizenship) hukukuyla yaşamını sürdürmeyi talep etmekte. Dijital yerliler için iş ya da çalışma dijital göçebelik. Portekiz, İspanya, Hırvatistan, Çekya, Amanya, Norveç gibi ülkeler dijital göçebelere (digital nomad) özel “dijital göçebe vizesi” vermekte. Her ne kadar arzu nesnesi olarak podyuma çıkarılsa da dijital göçebeler ise birer prekarya yani güvencesiz. Teknofeodalizm, dijital yerlilerin rızasını üreterek onları politikanın dışına itip prekaryalığı arzulayan yersiz-yurtsuz kılarak politik-toplumsal alanın dışına itmekte. Bu dışta kalma hali hem yeni fikirler hem de yeni köleler elde etmelerine olanak sağlamakta.
İnternet, her ne kadar sonsuz bağlantısallık evreni gibi sunulsa da bu evrende kalın çizgilerle belirlenmiş dijital sınırlamalarla karşı karşıyayız. Bunun en tipik örneği Çin’in Google’ı teknik anlamda geride bıraktığı söylenen Baidu adlı arama motoru. Zaman zaman Türkiye ve benzeri seçilmiş otokrasi adı verilen rejimler, bant daraltmasına gidebiliyor. Keyfi biçimde kimi sitelere erişimi engelleyebiliyor. Sanal dünyada göreli özgürlük imkanı sunduğu iddia edilen mecraların ya da araçların, birbirini onaylayan öznelerin homojen sesleriyle oluşturdukları birer yankı odası olmaktan öte geçmediği söylenebilir. Bununla birlikte algoritmalarla rızamızın üretildiği, kanaatlerimizin ya da eğilimlerimizin manipülasyon kaynağı olan muktedirce bükülerek yeniden biçimlendirildiği bir olgu. Dijital yerliler, ülkelerin kültürüne modifiye edilen içerikler de üreten Netflix, Disney, güncel oyunlar ve beslenilen ortak bilgi kaynaklarıyla yankı odalarında gittikçe berkitilen kompartımanlarda yaşamaktalar.
Şu halde, 1984’teki çocuğun zihni nasıl sınırlı ise dijital yerlilerin, dijital göçebelerin de limitleri yukarıda anılan arzu nesneleriyle çerçevelenmiş durumda. Limiti prekarya olan bir kitlenin derinleşen asimetrik bir ortamda politik alana etkisi ne bakımdan ne düzeyde olacağını kısa vadede olmasa bile orta ve uzun vadede göreceğiz. Ancak Foucault’un “Gelecek şimdiye yapılan müdahalenin sonucudur.” sözü, bizlere olup bitenlere karşı tavır alma sorumluluğu yüklemekte. Bu sorumluğun yerine getirilmesi ise tıkıldığımız kalebentleri çelişkileri hedef alarak sorgulamaktan, sarsmaktan, yıkmaktan geçmekte. Bunun radikal denebilecek aracının Eleştirel Düşünme olduğu söylenebilir. Çünkü ancak eleştirel düşünme becerisi, bilgi olanla olmayanı, güvenilir kaynakla propaganda mecralarını birbirinden ayırıp karşılaştığı içeriği süzerek Hayata tercüme edebilir. Değilse bir tür kölelik olan prekaryalığı arzulamaya devam edeceğiz. Oysa köleliği arzulama paradoksal olmakla birlikte oksimorondur. (MVB/AS)