Kelimeler tesirli yüzlerine herkese göstermezler. Sadece şairler, ozanlar, duyarlı yürekler, gözü ve gönlü açık olanlar görür onları. Kelimeleri, ellerini uzatıp sadece onlar alabilirler hayatın dikenli çalılıkları arasından. O yüzden avuçları, yürekleri kadar çizik çiziktir şairlerin.
Mahmud Derviş, vatanını önce dilde inşa etmeye çalışan bir şairdi. Yapıtlarında bir kıyamı çoğu zaman sadece bir kelime başlatır. “Kalbimi taşıyabilmek için ellerini istiyorum" diyerek muhtaç yazgımıza dokundu.
13 Mart 1942’de Filistin Celile’nin Birwa köyünde dünyaya geldi. Neredeyse hayatının tümüne sığınmacılık ve sürgün damgasını vurdu.
Mahmud Derviş, 26 yılı sürgün ve hapisle geçen yaşamı boyunca hem direnişin hem de duyguların şairi oldu.
Derviş’in çocukluğu, tüm halkının dramıyla ilişkili olarak, kişisel dramımın da başlangıcıdır. Sürgün dünyanın kenarına düşmüş bir ruhun karabasanıydı Derviş için. Yaşı küçük olmasına rağmen bu travma, hayatının en büyük kâbuslarından biri olarak belleğinde iz bıraktı.
Henüz 6 yaşındayken yaşadığı topraklar, İsrail işgaline uğradı. Bunun üzerine ailesiyle beraber Lübnan’a sığındı.
Zeytin ve kekik
Altı yaşındayken, zeytinliklere, sonra dağlara koşar buldu kendini. Çünkü kıraç bir toprakta yalnız dağlar cesaret ediyordu onları bağrına basmaya. Çünkü dağlar direnişçilerin üzerine yağan kekikti. Uzaklardan gelen çıngırak seslerinin içinden bazen yalınayak, bazen yere kapaklanarak yürüdüler. Korkuyla ve susuzlukla geçen kanlı bir geceden sonra, Lübnan denen tılsımlı ülkeye sığındılar.
Zeytin ve kekik şiirlerinde sıkça kullandığı iki önemli imgedir: “Burada öleceğiz, burada son geçitte, kanımız buraya ya da yine buraya dikecek zeytinini.”
Bir Filistin kampı olan “Tel zaatar” (Arapçada Kekik Dağı), Lübnan iç savaşı sırasında iki ay kuşatma altında kalmış ve Filistin direnişinin bir sembolü haline gelmişti.
Kekik, göçmen kampı, yurtsuzluk ve direnişin çağrıştırdığı travma arasında kıyamı başlatan bir kelimedir.
Vatan, “Celile’de bir güldür”, sevgilidir Derviş için. Zeytinden, kekikten ve tozdan yapılmış sevgilinin bal rengi gözlerindeki tanrısallığa dokunmaktır. Vatan, bitmeyen bir hasret, yürekte sönmeyen sessiz bir kordur. Yurt özlemi kendi vatanlarında mülteci konumuna düşmüş olanların yarasıdır.
Hayfa’ya geri döndüklerinde mallarına mülklerine el konulmuştu. Hayfa Derviş için ilk büyük tutku, ilk büyük aşktır, “taşlarında yuva yapmış bir tarla kuşunun üstündeki bir damla sudur, denktir tüm denizlere ve yıkayıp temizleyebilir işleyeceği tüm hataları”.
Derviş toplumcu İsraillilere kendini yakın hissediyordu. Fakat aşırı sağcı Siyonistler için Mahmud Derviş bir süre sonra yıkıcı bir unsur haline geldi. 1960'lı yıllarda İsrail şehitlerden çok şairlerden çekiniyordu.
Hayfa’dan Moskova’ya
Babası “saban sürenlerin soyundandı” Derviş’in. İsrail Komünist Partisi’ne yakın Al-İttihad gazetesi ve Al-Cedid dergisinde redaktörlük yaptı. Yazıları ve siyasi görüşleri gerekçesiyle akşam beşten sabah beşe kadar evinden çıkması yasaklanarak, şehirden çıkışı da engellendi.
Kalırsa ev hapsinde, kaçarsa hayatını, yüreğini şekillendiren bu kente bir daha dönememek korkunç ikilemi içinde bir süre debelenip durdu. Ardından sürgünü yeğledi. İsrail Komünist Partisi’ne düşünsel yakınlığı ve etkinlikleri bağlamında ilk durağının Moskova olması mantıklıydı. Ancak, bu kentteki “yabancılığını”, “Orada gerçek bir evim olmadı!” cümlesiyle özetleyecektir.
Şehirde geçirdiği bir yıl boyunca Sovyetçi söyleme hapsedilmiş sosyalizm gerçeğiyle yüzleşti. Moskova’da insanların derisinin altında uyuklayan Josef K.’larla (F. Kafka) karşılaştı. Yoksulluğun yanı sıra insanların gözlerindeki korkudan da etkilendi.
Bu çelişkiler özgür, dayanışmacı, mutlu topluma dair ülküsünü daha da güçlendirdi.
Çünkü bir istasyonda unutulmuş vagonların, kimsenin karşılamadığı, kimsenin el sallamadığı trenlerin anılarıyla büyüyen sosyalist bir yurt özlemiydi onunkisi.
Kahire ve Beyrut
Kahire durağı Derviş’in hayatında önemli bir merhale anlamına geliyordu. Bir şiirinde, “Mısır’da asla aynı değildir saatler. Her dakika bir anıdır Nil kuşlarının yenilediği. Oradaydım. Nil’in oğluyum ben. Bu ad yeterli benim için” diye yazacaktır.
1972 yılında ‘yıkıntıların geometrisi’ dediği Beyrut’a geçti. Beyrut, şairin bile tam izahını yapamadığı bir sevdadır. Ancak, oraya yerleşir yerleşmez iç savaş patlak verdi.
İç savaş, kentin adeta karnını deşmiş, asfalttan organlarını etrafa saçmıştı. Kanlı hesaplaşma sırasında duvarlardan balkonların koptuğunu gördü.
Şehre günün çok az bir kısmında elektrik veriliyordu. Karanlıkta bir mum olabilmenin arzusuyla, “bu gece bir mum yakıyorum kapanmayan yaramdan, bütün çakıl taşları soluyor” diye yazıyordu Derviş.
Esasen “Beyrut Kasidesi” ne güzel anlatır, Doğu’nun çamurdan ve kandan yoğrulmuş İris’ini:
“Ey kızım seviyorduk seni. Şimdi yüksek suskunluğu bekliyoruz, huş ağacından süpürgeler taşıyıp. Beyrut yok. Sırtımız, önümüz, denizin sırları yok.
Beyrut yok. Şafağım bombalandı, meydanlarım. Depremle caddeye yıkılan duvara dayandığımda, suretimi oluşturdum ölümümden. Geriye kalanını al, kollarına al beni hazır uzayıp gidenle. Sözlüğünü al. Gözyaşlarımla dolu seni örten güllerle ve parlayan ekmekte ve korkan ve çıplak kalan zafere ulaş bu son tarihte.
Beyrut'a bütün kasideleri söyledik. Dizili günleri söyledik. Beyrut kalemiz. Beyrut gözyaşımız. Biz bu denizin anahtarından, damlalarından yaratıldık. Uzun günün gülüydü ve bir duvar kaldı yaratılan ruhta kıyametin dumanından. Geriye senden başkası kalmadı.”
Kan, bitmeyen yıkımlar ve gözyaşları, ardı arkası kesilmeyen bombalamalar, birçok dostun kaybı, sevgisizlik, nefret, kuşku, çaresizlik, şairin ruhunda onulmaz yaralar açıp şiirinin olumsuz dinamiklerine dönüştü.
Beyrut sıcak küllerin içinde yanan bir güldü o zamanlar. 4 Ağustos’taki patlamayla birlikte gülün son yaprakları da yandı. “Tüfek gölgesini, geceyi uykusuz geçiren sedir ağacından ayıramamıştı” bir türlü.
Tunus’tan İstanbul’a giden yollar
Filistin Kurtuluş Örgütü’nün 1982 Eylül'ünde Beyrut'tan çekilmek zorunda kalışının ardından Tunus’a geçti. Bu cebri sürgünün anısını, "Yerküre üzerimize kapanıp bizi son çıkıştan dışarı itiyor ve bizler geçebilmek için kollarımızı ve bacaklarımızı koparıp atıyoruz" cümleleriyle ölümsüzleştirdi.
Ancak Tunus’taki yaşantıları bir kıstırılmışlık duygusu içinde geçti. Ardından Amman, Kıbrıs, Paris ve İstanbul duraklarında kaçmayı sürdürdü.
İstanbul aziz bir şehirdi onun için. İstanbul’u sevmesinde Nazım Hikmet ve şiirlerinin büyük etkisi bulunur.
Varoluşun şu dünyadaki kısacık serüveni ve ölüm hakkında sofist, hatta varoluşçu düşünceye yakın şeyler savundu. Ölümü, yok olmaya mahkûm olandan, ‘sürdürülebilir’ olana bir kapı olarak gördü. Ona göre bu dünyadaki varlığımızı ve sonsuz-ebedî olma yanılsamasını meşrulaştıran bir şeydi.
Şiirin yıldızı söndü
9 Ağustos 2008 tarihinde Derviş’in kırık kalbi ülkesinden çok uzakta bir yerde durdu. Ölüm bedenine sığmayan gezgin ruhu tamamen özgür bırakmıştı. Houston’da hayata gözlerini kaparken geride 20’den fazla dile çevrilmiş 50’ye yakın kitap bıraktı.
Derviş, Filistin halkının kendi içindeki itişmelerin hüznüyle öldü. Ruhu mutlaka, şimdi ve daima Filistin'dedir. Çünkü “memleketin etindeyiz biz, memleket de içimizde!”
Onun için yurt hasreti, sadece yanardağların yanıtlayabileceği bir özlemdi. “Ulaşıncaya dek kıyısına ekmeğin ve dalgaların, öleceğiz düşü uğruna bir yurdun ve bekleyen yaseminlerin.”
Derviş’in ölümüyle birlikte, eli kanlı para babalarının hükmettiği bu dünyadan şiirleriyle anımsanacak bir yıldız kaydı.
Bu son yolculuğun pencerelerinden bize el sallarken, her gece yatağından kalkıp onu uzaklara götüren mavi bir gölge elinden tutar.
Şimdilerde Marcel Khalife’nin bestelerinden dinliyorum Derviş’i, Beyrut üzerinde debelenen kasırganın vaatlerini, ‘Promises of the storm’dan (Vu’udu mine’l-âsife), vatansızların bir ‘kimlik kartı’ özlemlerini ‘Passport’tan (cevâzi’s-sefer) dinliyorum.
“Opus magnum” bütün hayatın aslında bir büyük iş için hazırlık olduğunu hatırlatır ve başyapıt ya da ustalık eseri anlamına gelir. Beyrut, Derviş için hayat, Filistin ise bir ‘opus magnum’dur.
(NÖ)