Oturduğum yerden “manzarayı daha iyi görebilmen için” şoför koltuğunun yanındaki yer bana veriliyor. Buraya “manzara” diyemiyorum, benim için dışarıdan ve uzak bir tanım. İlk defa ayak basacağım bu yerlerin bir parçası gibi hissediyorum kendimi. Buradaki bütün üstü örtülmüş yaşanmışları içimde yıllarca taşımış gibiyim.
Bir taraftan tehlikeli virajlardan korkutan bir hızla arabayı sürerken bu yolların senenin dokuz ayı kapalı olduğunu anlatıyor yanımdaki. “Kış aylarında bu 44 kilometrelik yoldan Van’a gitmek 7-8 saat alıyor” diyor.
Bu zorlu yollar Bahçesaray’a gidiyor. Biraz sonra gözlerim ilk defa buralara değecek. Hiç bitmeyecek ve o tam istediğin yere hiç ulaştıramayacak hissi veriyor bu yollar. Garip bir heyecan ve sonsuzluk duygusu var içimde, yolun başında henüz nedenini bilmediğim.
Van Merkez’den Edremit yoluna girip, oradan da Gewaş yol ayrımını sağımızda bırakarak devam ediyoruz. Ve karşımızda o büyülü, melankolik Çatak yolu. Görentaş köyü tam sınır. Dağların eteklerinde henüz elektriğin gelmediği toprak evlerde kalamamanın verdiği buruklukla köyü arkamızda bırakıp devam ediyoruz. Geçtiğimiz her yerde biraz kalıp, daha sonra ilerlemek istiyorum. “En güzel anlar” diye tanımladığımız bu zamanları neden ısrarla sınırladığımıza ve acelemize tatmin edici bir cevabım yok.
Van merkezden uzaklaştıkça dağların da şekli ve ruhu değişiyor. Çorak ve temkinliden hırçın ve yeşil dağlara gidiyoruz birden. Gizli bir el değmiş gibi.
Yolları oldukça düzgün ve yeni. Yollar bu düzgünlüğünü devlete borçlu. Ve belki de tam da bu “borç” dan dolayıdır ki, yollarla bu doğanın arasında bir anlaşmazlık olduğu söyleniyor. Doğanın hırçınlığı yıllardır “devlet babanın” buraya girmesine izin vermiyormuş.
Yol gittikçe ve şaşmadan yukarı doğru çıkarıyor bizi. Saklı bir şeyleri ele verir gibi rehberlik ediyor bu yollar. İhanet ediyorlar sanki. Arabayla bu yollardan giderken buraya gelerek ve o yolların üzerinden geçerek, ihanetin bir parçası olma ihtimali canımı acıtıyor. Arabadan çıkıp yürümek istiyorum.
Anlatılanlara göre burada yol boyu bir çok toplu mezar var. Yerleri görgü tanıklarının şahitlikleriyle belirlenmiş bu toplu mezarların hiçbirisi henüz açılmamış. Olumsuz gibi görünen bu durum şimdilik aslında tam da olması gerektiği gibi. Toplu mezarları açmak için yeterli teknik donanıma sahip olmayan bu ülkede, kemiklerin teşhis edilip ailelerine teslim edilene kadar en korunaklı yer toprağın altı.
Bu coğrafyaya da zamanla nihayet bulaşan toplu mezarların hikayesi çok eskilere dayanıyor. Bilinen en eski toplu mezar İsa’nın doğumundan yüz yıl sonra Roma döneminden. Yaklaşık bin kişilik iskeletin güzel elbiselerle süslendiği gerçeği onların saygıyla gömüldüğünün bir göstergesi olarak yorumlanıyor. Öte yandan başka anlatımlar bunun her zaman böyle olmadığını söylüyor. Dersim 1937-38 katliamında Dersim kadınlarının öldürüleceklerini anladıklarında en güzel elbiselerini kendileri giyinip, onlar için o dönem en değerli varlıkları olan çökelek ve yağlarını hayvanlar yesin diye dışarı çıkardıkları da tanıklıklar arasında. Bu, Dersim kadınlarının kendilerine ve emeklerine saygılarının bir göstergesiyken, dipçikle hamile kadınların karınlarını deşen Türk askerinin kurbanına “duyduğu saygı”ya dair hiçbir şey söylemediği gibi, yapılan vahşeti gözler önüne seriyor. Geçmişten bu güne yapılan hızlıca bir taramada insanın “toplu mezar kültürünü” dünyanın birçok yerinde ta en eskilerden bugünlere taşıyıp metotlarını da daha “yaratıcı”laştırdıklarını düşünmek mümkün. Fakat bu, yöntemlerin günümüzde daha vahşice olduğunun kesin bir kanıtı değil. Mesela bugün olduğu gibi, eskiden de ölü bedenlere tecavüzün varlığı üzerine elimizde bir kanıt yok. Bu bilgi yetersizliği, insanın zamanla daha vahşileşip iğrençleştiği algısının bir yanılsamadan ibaret olduğu tezini de güçlendiriyor. Belki de insanlar tarih boyunca hep aynıydı ve her şey sadece bir tekrardan ibaretti?
Kürt coğrafyasında ilk tespit edilen toplu mezarların 1800’lü yılların sonlarında olduğu söyleniyor. Dünyanın en güzel ceviz ağaçlarının ikamet ettiği Şemdinli-Rubarok yolundaki Nehri köyünde, Kürt tarihinin bilinen en büyük ve henüz gün yüzüne çıkmamış toplu mezarlarının varlığı iddia ediliyor. Osmanlı’ya karşı yapılan Şeyh Ubeydullah isyanı sonrası ve bu isyanın bastırılmasıyla binlerce Kürt burada öldürülüp topluca gömülüyorlar.
Kürt coğrafyasında ilk açılan toplu mezarlar da Amerika’nın Irak’ı işgali sonrası oluyor. Enternasyonel ve uzman teknik elemanlarının yaptığı titiz çalışmalar sayesinde Saddam rejimi tarafından katledilen onbinlerce Kürdün kemikleri çıkarılıp teşhis edilmişti. Geride kalan ailelerin – çoğu kadın – tek talepleri bir gün evlerinden götürülüp bir daha geri gelmeyen kardeşlerinin, babalarının, sevdiklerinin kemiklerine kavuşabilmekti. Yeryüzünde hakkı oldukları ve talep edebilecekleri tek şey bu kemiklerdi.
Amerika’nın Irak’ı işgalinden sonra geriye dönüp baktığımda aklımda kalan en net karelerden birisi, 9o’lı yılların başında aralarında Talabani’nin de olduğu Kürt liderlerinin Saddam’la, işlediği ve ondan sonra da işlemeye devam edeceği tüm katliamlarına rağmen, görüşmek üzere onun mekanına giriş sahnesidir. İçeriye doğru ilk adımlarını atarken geride kalan diğer Kürt heyetine gülümseyip bir el hareketiyle “gelin, gelin” diyordu Talabani. Bir diğer kare de İsveç’teki Kürtlerin büyük bölümünün Saddam idam edildikten sonra yaşadığı sevinç. Bütün bu olanların bende yarattığı duygu ise insana duyduğum yabancılaşma hissiydi. Bir diktatörün tüm yaptıklarının bedeli olarak idam edilmesi beni ve vicdanımı rahatlatmamıştı. Aksine, gene insanlar tarafından üretilen bütün bu yöntemler vahşeti pekiştirmiş, daha da umutsuzlandırmıştı.
Ve şimdi bu bölgedeki toplu mezarlardan geçip 2 bin 600 metre yüksekliğine ulaştığımızda canım acımaya başlıyor. Sert ve soğuk bir rüzgar var burada. Yüksekliğin yarattığı basınçla kulaklarım patlayacak gibi. Ağrıdan ne yapacağımı bilemiyor, müziği kapatıyorum. Rüzgarın içinden bir fısıldama geliyor kulağıma. Sadece bana geliyor sanki. Kulaklarım kapanmadan önce içine yerleşmiş gibi.
Kafamın içinde onu duyuyorum. Zeyno’nun sesine benziyor bu. Onun sesini daha önce hiç duymadığımı biliyorum. Ama şimdi Zeyno’nun sesi geliyor kulağıma. Yumuşak ama kararlı. Evrenin içinde hiç bir ses kaybolmuyorsa eğer, onun sesi de kaybolmamış demek ki. Tam da o gün, 2 bin 600 metre yüksekliğinde birden kafamın içinde duyuyorum sesini işte. Sesini duydukça yüzü de beliriyor. Güneşten açılan saçları, rüzgarın hırçınlığına dayanamayıp başına geçirdiği kalın ve siyah-gri rengindeki puşinin içinden uçuşmaya başlıyor. Yüzünde güneşten ve soğuktan yanmışlığın izleri var. Elleri sert ve kuvvetli. Güzel bakıyor Zeyno.
Zeyno’nun (Doktor Zeyno diye biliniyor) Kerapet adında, bir zamanlar Ermeni’lerin yaşadıkları bölgeler olarak bilinen ve artık Müslümanlaşıp Kürtleşen bu yerlerde, 1990 – 1993 yılları arası PKK-gerillası olduğu söyleniyor. Kürdistan’daki kardeşlerinin yanına Rojava’dan gelmiş Zeyno. Burası Hizan-Bahçesaray-Çatak geçidi. Önemli ve stratejik bir geçiş noktası. Göze batmadan ve sessizce geçilen bir yer. Zeyno, yıllarca bu dağlarda savaşmış. Belki de defalarca ölümden dönmüş. Ölmemek için ya da inandıklarının uğruna ve özgürlük için öldürmüş. Bedeni çoktan bu topraklarda ölen ya da öldürülenlerle karışmıştır bile. Ölü zengini bu esrarengiz topraklarda nihayet herkes, Ermeniler, Kürtler, Türkler ve bilmediğimiz daha bir çokları, uğruna farklı saflarda savaştıkları bu toprakların altında birleşip, orada birlikte bu toprakların asıl sahipleri olmuşlardı. Onlar, artık toprağın kendisi olmuşlardı. Buna –yani ölerek ve bedenin o toprakla gömülerek sahip oluşuna – kimsenin itirazı yoktu. Ölümü bu denli kutsallaştıran bir toplumun belki de yaşayan bir bedenden çok ölü bir bedene saygı göstermesi garip karşılanmamalı?
Kulaklarımın acısını hissederken Zeyno’nun duyduğu acının resmini çizmeye çalışıyorum. Üşümenin, yalnızlığın, açlığın, basıncın, kurşun yarasının, arkada kalmışlığın, kaybolmuşluğun ve belki de bunların bütün toplamının ve dahasının acısını yaşadı Zeyno, kim bilir? Sadece o biliyor. Ama o artık hiçbirşey anlatamıyor. Ondan geriye kalanlar, bir tek o bölgede yaşayan köylülerin tanıklıkları.
Zeyno’nun ailesinin kimler ya da nerede oldukları hala bilinmiyor. Ama Rojava’dan olduğu kesin bir bilgi. Ve o, Rojava’dan gelip bu topraklarda savaşan tek “Suriye Kürdü” de değil. Suriye Kürdistan’ı en az bildiğim yerlerden. Ama bu coğrafyaya dair bildiğime emin olduklarımdan birisi de Suriye Kürtlerinin tarih boyunca gösterdikleri fedakarlık ve dayanışma ruhudur. Yani Suriye Kürtleri, PKK’ye katılımları da düşünülürse, dört parça Kürdistan’ı, en “tek parça” olarak gören kesim aslında. Bu yüzden de adı Rojava.
Peki nasıl, neden ve niye bu böyleyken, diğer parçalarda da böyle olamamış?
Bu dağlar, bir zamanlar depremlerden ve patlamalardan sonra yeryüzünün gökyüzüne doğru uzanabildiği yere kadar gitmesiyle kendisini yeniden oluştururken, içinde erittiği canlıları da kendinden bir parça haline getirmiş. Zeyno’nun bedeni ve ruhu da, üzerine yağan kat kat karların erimesiyle dağların içine karışmış artık. Zeyno, bir “dört parça Kürdistan” hayali.
Tam da bu noktada itiraf etmeliyim ki benim hiç böyle bir hayalim olmadı. Belki de en büyük nedeni küçük yaşta bir parçası olmam düşünülen Kürt diasporasının beni, konuştuğum dil ve terk etmeye zorlandığım coğrafyadan dolayı, kendilerinden ayrıştırıp “gerçek Kürt” olarak görmemeleriydi. Ben onların gözünde “gerçek Kürt” değildim ve “gerçek Kürtçe”yi konuşmuyordum.
Gittiğimiz Kürt kültür derneklerinde folklor grupları kurulurken bu alanda yetenekli olan ablamın folklor grubunun başını çekmesi, o rengarenk ve parlayan geleneksel Kürt elbiselerini giyen Kürt kızların itirazlarına neden olabiliyordu. “Gerçek Kürt” olmayan birisinin “onların halaylarını” onlardan daha güzel çekmesi anlaşılır değildi. Bu yüzden de onlar öğretmenlerine bizim “farklı olduğumuz” itirazlarını dile getirirken, ben de onlardan bir parçası olmamakta direniyordum.
Her sene binlerce diaspora Kürdünü biraraya getirebilen Halepçe katliamının yıldönümleri, hayatları parçalayıp, ayrıştırıp ve nihayet toprağın altında birleştirmeyi daha olağan ve meşru kılıyordu. Halepçe’yi bu ayrıştırıcılığı ile meşrulaşan mekanların içinde anmak benim için çok şey ifade etmiyordu. “Dört parça Kürdistan” hayali, ebedi bir hayal gibi durmakta ısrar ediyordu. Irak’ta kaybolan ailelerinin kemiklerini talep edenlerle ya da Suriye’de savaştan kaçıp Bekaa vadisine sığınan yüzü yaralı bir Suriye kürdü ile o vadide, benim konuştuğum dimilki ve onun konuştuğu kurmanci - birbirimizi neredeyse hiç anlamamış olsak bile- anlaşabildiğimiz tek ortak diller olarak daha da birleştiriciydi. Çünkü orada kimin hangi dili konuştuğu ya da ne olduğunun o an önemi olmamış ve biz başka değerlerde buluşup yıllarca birbirinden ayrı duranların hasretiyle konuşmuştuk. İsveç’te Soranların, Kurmancların, Goranların ayrıştırmalarıyla derinden sarsılan bir bütün, benim içimde nasıl ve nerede birleşebilirdi ki?
Ve bütün bunların yanı sıra, bütün bunlara rağmen, birleştiren, sahiplenen ve sahiplendiren, dayanışmayı bilen Suriye Kürdü Zeyno. Bu toprakları kendinin ve kendini de bu toprakların sayan, bedeninin doğup büyüdüğü ve sevdiklerinden uzak bir yerde gömülmesini dert etmeyen, ruhunun bu toprakların rüzgarlarına karışmasına izin veren Zeyno.
Zeyno’nun mezarı şu an Kerapet dağının doruğunda bir yerde. Yaz ortasında üşüdüğümüz bu yerde bir zamanlar Zeyno’nun üzerine sadece bir kış değil, kışlar boyu karlar yağmış. Tıpkı bu dağların kendisi gibi Zeyno artık buraya ait. Zeyno’nun, bedenini bu topraklara kendi ayaklarıyla taşırken düşlediği ‘dört parça Kürdistan’ hayalini anlamak için belki de o hayale tam da buradan bakmak gerek. (HŞ/EKN)