En azından benim bildiğim hiçbir siyasetçi yoktur ki, ölünceye dek gözü siyasetin kör gayya kuyusuna hapsolmuş olmasın! Bu tavır böyledir de, bunun edebiyat, kültür ve sanat insanına yansıyan yüzü nedir diye sorulabilir. Tek elden genellikle karşı bir yanıtı vardır. Simgesel ismi de bu yazıya sebep olması vesilesi ile Mehmed Uzun’dur.
Hastalığının kendini gösterdiği andan kısa bir süre sonra Diyarbakır’a gelmeye karar vermesiyle birlikte sanki bir kurgu romanı, ama en ince ayrıntılarına kadar düşünüp kendi içruhunun mekânsal yolculuğunda kurarak yaşadı ve ölümüyle birlikte de devamının yaşanması için son noktayı koydu.
Yakın günlerde okuyunca fark ediyorum ki; “Bir Romanın Hatıra Defteri” kitabında bile “çok yorgunum” cümlesini ve benzer cümleleri defalarca kullanarak sanki kendini bir yönüyle ölüme hazırlıyor gibi. Zaten romanlarında da ölüme çok defa farklı şekillerde yer vermesinin bir nedeni de sanki bu önhazırlık gibi.
İki şeyi çok mükemmel hazırladığını fark ettim. İlkini daha yaşıyorken hastalık sürecinde kendisiyle paylaşmıştım. 2006 Temmuz'unda Diyarbakır’a geldiğinde tedavi gördüğü hastanenin teras katında adeta bir “Siyaset Divanı” kurulmuştu.
Kürdün geçmiş ya da bugünkü kitle tabanı olan ya da olmayan bilcümle siyasal şahsiyetleri sanki o güne dek aralarında hiçbir hesaplaşma yokmuş gibi, onca kavgayı karşılıklı olarak hiç yaşamamışlar gibi, hastanenin kafesinde aynı masanın etrafında oturmuşlar birbirlerinin yüzüne daha bir sempatiyle bakarak çaylarını yudumlayıp “Mehmed’i konuşuyorlardı”.
Kürtler biraraya gelmişlerdi
Mehmed Uzun Diyarbakır’a gelmişti ve bilcümle Kürdü sanki “barıştırmıştı”. Kürtlerin çok ihtiyaç duyduğu Kürdi içbarış onun sayesinde tezahür etmişti. Bunu kendisiyle paylaştığımda ne kadar da çok mutlu olmuştu, anlatmak zor. Kürtler, Uzun sayesinde sanki gecikmiş birliklerini ve içbarışlarını yaşıyorlardı.
Sonra iyileşme hâli ile birlikte daha önce İsveç’te iken hastalığının ölümcül sonucunu bilmesi nedeniyle yaptığı vasiyetini konuştuk. Demişti ki; “Öldüğümde başucumda üç kişinin konuşmasını istiyorum. Yaşar Kemal, Ahmet Türk ve Şerafettin Elçi.” O günlerde üzerinde durmayıp geçmiştim. Ama ölümüyle birlikte ayrıntıyı fark ettim ki; giderken bile mesaj vermişti. Bu da ikinci önemli hazırlığıydı.
Yaşar Kemal, her zaman “Baba” dediği, dünyanın edebiyat deviydi. Ve ruhen Mehmed’le örtüşen bir edebiyat adamıydı. Bir de kavminden biriydi, onun yapmak istediklerini en iyi anlayanlardan biri...
O halde Mehmed için en başta “Yaşar Baba” konuşmalıydı. Konuştu da:
“Mehmed Uzun'un romanlarını okuduğumda çok şaşırdım. Bir dilin ilk romanı böyle ustalıkla, zengin bir dille gelişmiş roman dili yaratılarak nasıl yazılmış diye.
İnsanlığa insanlık eden her şeyden önce kültürdür. Dünyada hiçbir kültüre, bir başka kültür zarar vermemiştir. Her kültür, öbür kültürü beslemiştir. Bu anlaşılmıyor. Kültürler birbirlerini öldürmezler. Kültürler birbirlerini çoğaltırlar, yaşatırlar, zenginleştirirler. Bunu bilmeyenler kendi kültürlerini öldürüyor. Yasakladığı kültürleri de öldürüyorlar. Bu cehaletten geliyor.
Savaşın sürmesi için bir neden yok
Bir ülkede kültürlerin çeşitliliği o ülkenin zenginliği, büyüklüğüdür. İşte anlamadıkları budur. Mehmed'in romanı, kişiliği, insanlığın zenginliğidir. Bu insan dimdik durmuştur. Yaşamı boyunca konuşmalarıyla, eserleriyle savaşa karşı koymuştur. Ne olursa olsun, kimler karşı koyarsa koysun, Türkiye barışa kavuşacaktır. Ben de buna inanıyorum. Yakında bu savaş barışla bitecektir. Mehmed mezarında rahat edecektir. Savaşın sürmesi için hiçbir neden yoktur. Bu savaşı oyun sanıyorlar. Kimse bu savaşa dair hiçbir sebep bulamaz. Bugün oyun sanıyorlar savaşı. Belayı, o savaşı isteyenler bulacaktır, halklarımız değil."
Sonra bir siyasetçi konuştu. Mehmed için bir önceki kuşaktan, gençlik yıllarının, 1970’li yılların Diyarbekir mahpusluğunun “Ağabey mahkûmlarından” Şerafettin Elçi:
“Mehmed Uzun iki şeye önem veriyordu. Bir diline, bir de tarihine ve kültürüne. Mehmed de biliyordu ki, bir halk tarih ve kültürüyle vardır.”
Sonra bir başka siyasetçi Ahmet Türk konuştu ve vurgusunu yaptı: “Son yolculuğuna giderken de bir mesaj verdi. Anlamlı bir mesajdı. Yaşar Kemal'in Şerafettin Elçi'nin benim burada konuşmamı istedi. Aslında bizim konuşmamız önemli değildi. O düşünceleri farklı olsa da, Kürtlerin bir araya gelmesini, diyalog başlatmasının mesajını verdi. Onun isteği, bizim, artık diyaloğa girmemizdi."
Dünyaya kalacak bir isim...
Sonra son sözü ve son noktayı koyan Osman Baydemir, “Mehmed Uzun’un Elî Heriri, Ehmedê Xani, Cigerxwin, Hejar, Hemin, Celadet, Osman Sabri, Erebê Şemo ve Yaşar Kemal'den devraldığı bayrak, şimdi sizin elinizde” derken sanki Ahmedê Xanî’ye gönderme yapıyordu: “Lew pêk ve hemîşe bê tifaq in / Daîm bi temerrid û şiqaq in / Ger dê hebuwa me ittifaqek / Vêkra bikira me inqiyadek”.
Kürtlerin ünlü bir atasözü var: “Ga dimre çerm dimine, mêr dimre nav dimine.” Evet, yiğit bir edebiyatçı gidiyordu ve adı dünyaya kalacak olan bir isim ve artık o isimle birlikte anılacak olan bir modern edebiyat geriye kalıyordu. Sanki bunun okumasını, ardından onu anlatan bir din uleması tamamlıyordu: “Hûn xwe nas kin, hûn xwe nas.” Ve devamını onu uğurlayan onbinler tek ses olmuşçasına birlikte paylaşıyorlardı: “Cangorî û hemnîşîn, qelemşoreş û ronakbîr nemir Mehemed dileme da ye”.
Bir kitaba başlar gibi, koşarken yavaşlar gibi sessiz ve derinden vakur bir eda ile acısını içine gömerek yürünmesi gereken zor günlerden yürüdüğü ve geçtiğini bilerek omuzladı ve defnetti yazarını vefakâr ve cefakâr Kürt Halkı.
Mehmed, giderken hep “yanımda” dediği Türk aydınları ve yazarları Diyarbakır’da yoktu. İstisnai bir ikisi hariç yoktular. Son yolculuğuna onu halkı uğurladı. Mehmed, vicdanen ve ruhen çok rahat gitti. Tıpkı yeni ve şimdiye kadar yazılmamış bir kitaba başlar gibi… (ŞD/NZ)
* “Zevalsiz bir kalemin gözyaşıdır”, şair Ferhad Gülsün’ün Mehmed Uzun için yazıp bana yolladığı şiirinin ilk dizesidir.