Müziğinin afrodizyak etkisi yaptığı söyleniyor... Kadın-erkek ilişkisindeki enigmayı irdelemek üzere müzikal bir keşfe çıkıp aslında herhangi bir çözüm sunmadığı ifade ediliyor... Kendine has bir İtalyanca ile dinleyiciyi kavrayıp eğlendiriyor, yeterince elastik bulmadığı ana dilini eğip bükerek, başka dillerle karıştırarak, çift anlamlı sözler veya gizli mesajlarla merak uyandırıyor... Şarkılarındaki kokular, renkler, manzaralar ve muhtelif hisler sinemadaymışız gibi hareketlenirken gizemli bir maceracının peşine takılıyormuşuz gibi oluyor...
"Paolo Conte, Via con me" belgesel başlığının İtalyanca telkinde bulunduğu şekilde (Benimle gel, gidelim), kendimizi cazın kıvrak ritmlerine bırakarak, bilinmez bir noktaya onun rehberliğinde uçmamız mümkün! Venedik Film Festivali programında yer almış 100 dakikalık 2020 İtalya yapımı belgeselin yönetmeni Giorgio Verdelli kahramanını layıkıyla yüceltiyor. Bir zamanların sokak satıcılarından, panayırlardan, açık havadaki dans gecelerinden, lunapark ve sirklerinden esintiler var onun kısık sesi ve müziğinde; ayrıca Emilio Salgari'nin egzotik diyarlarının, dram, opera, varyete veya kabarenin heyecan verici tesiri. Romantik olanla ironinin harmanı, melankolik olanla neşeyi tetikleyenin baş döndürücü dansı sayılır Paolo Conte'nin eserleri.
Kadınların tercihi...
Tophaneli bir Levanten olarak halen sürmekte olan İtalyan kimliğimle barışma yolculuğumda 80'li yılların ortaları mühim bir dönemdi. Tomtom Kaptan Sokaktaki İtalyan Lisesinden mezun olmuş hevesli bir üniversite öğrencisiyken lisedeki İtalyalı İtalyan öğretmenlerden iki tanesiyle yakın arkadaş olmuş, kendimi o ana kadar hiç bilmediğim diyarlara seyahat ederken bulmuştum. Turnacıbaşı Sokakta ikamet eden Maurizio Gatti ve Cihangir'de oturan Fabio Bandini'nin, varlığından bihaber olduğum çeşit çeşit makarnalar ve şaraplar eşliğinde bana tanıştırdıkları Paolo Conte hayatıma o zaman girdi; popülerliği gezegen çapında durmadan artınca ister istemez çıkmaz oldu...
Daha önce aynı kulvarda sadece Fred Bongusto'yu dinliyor, popüler caz stilinde İtalyanca güftelerle şarkılar dinlemeyi kültür emperyalizmin bir parçası olarak görmekten kendimi alıkoyamasam da, kıvrak sesli sayılamayacak Paolo Conte'nin cazibesine kendimi seve seve kaptırıyordum.
İlerleyen senelerde benzer tarzda sivrilen Vinicio Capossela'ya gönül indirecektim; ki kendisi Conte hakkındaki belgeselde tabii ki karşımıza çıkıp kahramanımıza haklı olarak methiyeler düzüyor.
Bizi müziğe doyuran sürprizlerle dolu filmde Roberto Benigni, asil sıfatıyla betimlediği Conte'nin soyadından yola çıkarak onu bir kont, hatta İtalya müziğinin prensi olarak nitelendiriyor. Isabella Rossellini Conte'nin eserlerinin ruhu olduğunu, tüm basitliği ve samimiyetiyle sanatçının, her şeyin üstünde hürriyet duygusunu tetiklediğini ifade ediyor.
Bir şarkıda düet yaptığı Jane Birkin onu kesinlikle seksi bulduğunu, Fransızların onu bu sebepten dolayı sevdiğini, baştan çıkarıcı bir sesi olduğunu belirtiyor; İtalyanca sözleri anlamasa da buna gerek görmediğini çünkü Conte'nin kişiliği kadar komik olduklarını sezdiğini söylüyor. Ana dili Rumca olup asgari seviyede İtalyanca bilen annem için de tamamıyla aynı şey geçerli.
Geçen sene vefat etmiş yazar Andrea Camilleri filmde, Paolo Conte hakkında "zekânın zarafeti" deyip son noktayı koymuş oluyor.
Dopdolu belgesel
Ailesindeki birçok ferdin noter, kardeşi gibi kendisinin de aslında avukat olduğunu öğreniyoruz Conte'nin; müzik ve genel anlamda sanat kariyeri ağır basınca hukuk dünyasından uzaklaşmış. İtalya'nın küçük taşra kenti Asti'de daha çocukken başlayan müzikal macerasında, bir şekilde taşralılığı güftelerinde derinlemesine kurcaladığı için evrensel bir boyuta taşıdığı söyleniyor. Kendi şanından çok şarkılarının meşhur olmasını önemsediğini, saygıyla yorumlanmalarını, kimliklerini korumalarını ve sevilmelerini istediğini ifade ediyor Conte. Birden fazla müzikal tarzın harmanlandığı geniş repertuarındaki birçok eserin başka sanatçılar tarafından yorumlandığını da görüyoruz zevkli seyirlikte.
Swing dışında Latin Amerika ritmlerine, Napoliten ezgilere ve Napoli şivesine olan zaafına da vakıf oluyoruz bu arada. Kariyerinin İtalya dışına taşmasında büyük payı olan Paris'te konser vereceği zaman afişlerde yer almak üzere Fransızcada olmayan besteci/şarkıcı betimlemesinin yerine "Asır sonu kafa karışıklığı"nı kendine uygun bir cümle olarak gördüğünü de... Conte bu arada yakın arkadaşı, müteveffa Enzo Jannacci'yi memleketin en mühim besteci/şarkıcısı olarak övüyor.
"Corto Maltese"nin yaratıcısı Hugo Pratt'la Conte'nin yakınlıkları bir yana, Altan ve Milo Manara'nın da müzisyenden etkilenmiş olması kayda değer.
Müzik dışında resimle ilgilendiğini, bazı albüm kapaklarını dahi şahsen çizdiğini görüyoruz: "Küçükken traktör resimleri çizerdim, büyüdükçe çıplak kadın ve caz müzisyenleri çizmeye başladım".
Conte'yi, bir zamanlar çaldığı trombon ve vibrafon dışında, piyano ve kazoo çalarken izliyor ve en çok bu küçücük enstrümanla özdeşleştiğini öğreniyoruz (Muzip ruhunu birebir yansıtmaya uygunluğu su götürmez!). Paolo Conte için New York Times'ın "İtalya'nın Tom Waits'i ve Randy Newman'ı" dediğini de bu vesileyle hatırlatmakta fayda var.
Buralara da bekleriz...
Müzik ikonlarının hayatı hakkında, bildiğimiz stilde, uzunca sayılabilecek biyografik belgesellerden biriyle karşı karşıyayız. Fakat malzeme o kadar çeşitli ve eğlenceli, montaj ve sinematografi o kadar ahenkli ki insan kendini kaptırmadan edemiyor. Her biri belirli bir hikâyeye sahip şarkıların belirli bir yorumundan konserlerde icra edilişlerine yatay geçişleri sık sık yapıyor, sanatçının İtalya'dakiler dışında, Amsterdam, Paris, Atina veya Montreux'de verdiği dinletilere misafir oluyoruz.
Müzik dünyasından Renzo Arbore, Lorenzo Jovannotti, Caterina Caselli, Francesco de Gregori, sinema dünyasından Peppe Servillo, Pupi Avati, gösteri dünyasından Patrice Leconte ve daha birçok meşhur kişi filmde Conte ve müziği hakkındaki duygularını aktarıyor, seyirciyle anılarını paylaşıyor.
Çizme'nin gayrı resmi marşı sayılabilecek "Azzurro" (Mavi) şarkısının yaratıcısı olduğunu da unutmamak lazım Conte'nin. Aslında Adriano Celentano'nun meşhur ettiği şarkı, pandemi sırasında eve kapatılmış halkın balkonlarından bağıra çağıra söylediği esas ezgilerden biriydi. Belgeselde, yine Adriano Celentano ile eşi Claudia Mori'nin seslendirdiği, bir zamanların gayet popüler şarkısı "La coppia piu' bella del mondo"yu da dinliyoruz bir ara; fakat RAI televizyonu için çekilmiş siyah-beyaz görüntülerde şarkıyı Celentano ile Mina seslendiriyor. Paolo Conte, İtalya'nın popüler müzikteki en ağır topu Mina'ya 1981 yılında çıkan "Salomè" albümünde yer almak üzere "Miele su miele" şarkısını hususi olarak yazıp vermiş, gayet de iyi etmişti!
Belgeselde göz ardı edilmemesi gereken bir diğer ilginç anekdot "Blitz 82" isimli televizyon programında, kısık olduğu kadar seksi bir sese sahip Monica Vitti ile olanı. Piyanosunun başındaki Conte'nin aktrise hayranlığı fazlasıyla bellidir ve İtalya sinemasının bu nadide oyuncusuna kısaca da olsa, şarkı söyletmeyi başarır...
Paolo Conte belgeselinin Türkiye'deki festival programlarına dahil edilmesi, kendisinin de şanına ve karizmasına yaraşır bir konser mekânı kaldıysa, buralara davet edilmesi dileğiyle...
İstanbul'da Aya Yorgi kilisesinde düzenlenen paskalya töreni Fener Rum Patriği Bartholomeos yönetti. Dualar ve ilahilerin okunduğu törene Türkiye'de yaşayan Ortodoksların yanı sıra İstanbul'da bulunan Yunanistan, Rusya, Ukrayna ve Gürcistan vatandaşları da katıldı
Anadolu Ajansı'nın haberine göre İsa'nın yeniden dirilişine inanılan günü simgeleyen Paskalya Bayramı dolayısıyla Fener Rum Patrikhanesi'nde ayin düzenlendi.
Patrikhanedeki Aya Yorgi Kilisesi'nde gerçekleşen ayinde, Fener Rum Patriği Bartholomeos elindeki tütsüyle cemaatin bulunduğu bölümlere yönelerek dini ritüeli yerine getirdi.
Ayine katılmak için kiliseye gelenler kilise girişinde mum yakıp dua etti.
Yunanistan'ın Ankara Büyükelçisi Theodoros Bizakis, İstanbul Başkonsolosu Konstantinos Koutras ve Ukrayna'nın İstanbul Başkonsolosu Roman Nedilskyi de törene katılanlar arasında yer aldı.
"Kulağımız sağlık haberlerine kilitlendi, gözümüz hastane çıkışına. Yüzüne vuran yaşama sevinciyle, dost sıcaklığındaki dilinle ‘Hele gardaş bu sefer de yırttık kefeni’ diyen gülümsemeni bekliyoruz. "
15 Nisan akşamından bu yana onca derdin arasında bir başka derde gark olduk. Dediler ki Sevgili Sırrı hastaneye düşmüş. O hastanenin de hapishanenin de yollarını en iyi bilenlerdendir.
Devletin en mahir işlerinden biri hapishanelerdir. Devletin gözünde makbul olmayan vatandaşlarının uğrak yerlerinin başında hapishaneler gelir. Dünyada vatandaşının inancıyla, soyuyla sopuyla, dünya görüşüyle, etnik kimliğiyle, diliyle, cinsel kimliğiyle, kültür ve sanatıyla bu denli uğraşan bir başka devlet var mı, bilmiyorum.
Cumhuriyet öncesi dönem bir yana, cumhuriyet boyunca toplum hep bu dayatmalarla hemhal oldu. Barış Ünlü’nün “Türklük Sözleşmesi” kitabı yakın tarihimizin serencamıdır. Devlet kendi biçtiği tek tipçi, Türk-İslam sentezci makbul vatandaş gömleğini topluma giydirme derdinde. İşte bireyin özgürlük alanına yapılan bu etkin müdahaleye karşı gelenler, bir başka deyişle makbul vatandaş olmayı kabul etmeyenler ya maktul oldular ya hapishanelere kapatıldılar ya da başka zorluklarla karşı karşıya kaldılar.
Sevgili Sırrı da bunlardan biri.
O daha 19 yaşındayken 12 Eylül faşist darbesi sonrasında tutuklanarak 7 yılını ağır koşullar altında cezaevinde geçirdi. Aynı yaşlarda nice gençlerimiz dün de bugün de hapishanelere tıkıldı.
Cumhuriyet boyunca bu süreci yaşayanların her birisi birer değerdir. Her birisinin farklı özellikleri bulunur. Sırrı Süreyya Önder de bunlardan biri olarak bir hayli farklı özelliklere sahip.
Önder’in söylediklerine, yapıp eylediklerine baktığımızda karşımızda insanı kâmil, diğerkam, modern dengbej, empati duygusu yüksek, adil bir şahsiyet görürüz. Sırrı’nın bu değerli kişiliği yalnız kültür sanat hayatında değil, aynı zamanda siyasi hayatında da en rafine şekilde tezahür eder.
Gözümüz yolda, gönlümüz darda
Öteden beri sağlık sorunları yaşayan Sırrı hastanelerin de yolunu bilir. Ancak bu son hastaneye düşüşünün ağırlığı, korkutucu boyutta.
İyiliğin, vicdanın, barışın yılmaz savunucusu Sırrı gönlümüz dara düştü, yolunu gözlüyoruz.
Kulağımız sağlık haberlerine kilitlendi, gözümüz hastane çıkışına. Yüzüne vuran yaşama sevinciyle, dost sıcaklığındaki dilinle ‘Hele gardaş bu sefer de yırttık kefeni’ diyen gülümsemeni bekliyoruz.
O gülümsemeni yalnız iyiyi, güzeli, adaleti, özgürlüğü, eşitliği, barışı savunanlar beklemiyor. Başta Gezi’deki ağaçlar olmak üzere ülkemizin ağacı, suyu, börtü böceği, kurdu kuşu da bekliyor.
Dün “Beynelmilel” filmini tekrar izledim. Orada rolünü oynadığın Servet’in kardeşi Haydar’a tepkisi, koca bir sol mücadele tarihinin değişmez sahnelerindendir. Yakın zaman önce kaybettiğimiz Kahtalı Mıçı’yı andım. Ve Enternasyonal marşını! Filmin sonuna doğru Dilber Ay’ın “Mezar arasına harman olur mu?” uzun havası, zalimliğe bir isyan gibiydi.
Ah o uzun yıllar yasaklı Enternasyonal Marşı! 2000’lerden sonra Kızıl Ordu Korosu bile gelip Türkiye’de bu marşı söyledi. Ey muktedirler ne oldu, devlet mi yıkıldı? Onurlular kazanamadı ama, zalimliğiniz ve onursuzluğunuzla tarih sizi Dante’nin Cehenneminin 9. katına gönderdi.
Bu ülkenin müzminleşmiş Kürt-Türk sorunu da çözüldüğünde, bu topraklara barış hâkim olduğunda nice marşlar, türküler, diller şakıyacak, nice renkler meydanları çiçek bahçesine çevirecek.
Önder’in gerçek ve kurgunun sentezini sinema sanatı yoluyla ifadesindeki düzeyi ile siyaset hayatındaki sanatsal paralelliğini bir kez daha gördüm. Örneğin TBMM tarihi boyunca böyle bir meclis başkan vekilliği idaresi görmemiştir. Onun mecliste yerinde ve zamanında müdahaleleri, nüktedanlığı, hikâye anlatıcılığı, toparlayıcılığı, karşı çıkışı muarızlarını bile etkilemektedir.
Bir dilin değeri üzerine Refik Halit Karay’ın “Memleket Hikayeleri” kitabında Arapça bilmeyen bir çocuğun Lübnan’da Türkçe bilen bir ayakkabı tamircisine rastlaması hikayesini Mecliste anlattığında, Kürt diline düşman gibi yaklaşanlar utandılar mı acaba?
Koca yürekli Sırrı, nice dertlere duçar oldun. Bunu da atlatacaksın.
1957 Sivas Akpınar köyü doğumlu. “Sivas Akpınar’ın Yazısız Tarihi”, “Bir Gezi Bin Renk”, “Narın ve Şarabın Harında” (şiir), “Sisyphos’un Kaderi”, “Sovyet Deneyimi ve Arayış” adlı...
1957 Sivas Akpınar köyü doğumlu. “Sivas Akpınar’ın Yazısız Tarihi”, “Bir Gezi Bin Renk”, “Narın ve Şarabın Harında” (şiir), “Sisyphos’un Kaderi”, “Sovyet Deneyimi ve Arayış” adlı kitapları var. Bir süre yerel gazetelerde yazdı. bianet’te yazmaya devam ediyor.