Yayımlandıktan 32 yıl sonra film uyarlaması ile yeniden gündeme gelen Zavallılar (Poor Things), edebiyat severlerin mutlaka okuması gereken eserlerden biri.
Pek çok kişi gibi ben de kitabı, Yorgos Lanthimos’un aynı adı taşıyan uyarlama filmi sayesinde keşfettim. Yönetmenin etkisinde kalmamak için filmi izlemeden okumak istediğim roman, öncelikle Alasdair Gray hayranı olmamı sağladı.
O nedenle pek sevdiğim "Zavallıla"ın oyuncaklı dünyasında kaybolmadan önce yazarından söz etmek istiyorum. Alasdair Gray, İskoç edebiyatının en önemli yazarlarından biri olarak kabul ediliyor. Zavallılar romanında olduğu gibi eserlerinde İskoçluğunu hissettiriyor; ülkesinin tarihini, kültürünü, kimliğini yansıtmaya özen gösteriyor, bunu evrensel bir üslupla ve politik bir dille yapıyor.
Eserlerinden dolayı yazarları ölümsüz kabul ettiğimden şimdiki zaman kipini kullansam da 28 Aralık 1934 doğumlu Alasdair Gray, 29 Aralık 2019’da yaşama veda etti. Gray sadece bir roman yazarı değil, oyunlar kaleme alan çok yönlü bir sanatçı, şair ve ressam.
Ressamlıkta da öğretmenlik, portre, illüstrasyon ve duvar resimleri yapacak kadar iddialı. Gray’in ilk romanı Lanark, 1981’de yayımlandı. 1992 yılında yayımlanan Zavallılar ile Whitbread Roman Ödülü’nü ve Guardian Kurgu Ödülü’nü kazandı.
İşte bu ödüllü roman yıllar sonra Yorgos Lanthimos’un uyarlama filmi ile gündeme gelince; yeniden basımı da bu yıl raflarda yerini aldı. Daha önce Sel Yayınları’ndan yayımlanan Zavallılar, yine Süha Sertabiboğlu’nun çevirisiyle, bu kez İthaki Yayınlarından çıktı. İlk basımın kapağında Gray’in çizimlerine yer verilmiş olması hoşuma gitti.
Yenisinde film afişinin kullanılmasını önce yadırgadım ancak dudaktaki ve gözlerdeki makyaj hilelerini öğrenince (dikkatli bakınca siz de göreceksiniz) romanın oyuncaklı yapısına uygun olduğu için sevdim.
Kitap içinde kitap, hikaye içinde hikaye
Gelelim hikayeye ya da hikayelere. Burada benim gibi hazırlıksız yakalanmamanız için küçük bir bilgi vereyim; çünkü konuya vakıf olabilmek için kitaba tam üç kez giriş yaptım. Ama gözünüz korkmasın; tavşan deliğinden bir kere düşünce çok renkli, tuhaf, ilginç, kafa karıştırıcı bir o kadar da ufuk açıcı bir hikaye sizi bekliyor.
Film nedeniyle; kendimi ölü bir kadının bebeğinin beyni ile yeniden hayata döndürüldüğüne ilişkin “Feminist Frankenstein” hikayeye hazırlayınca, direkt bu hikayeyi okuyacağımı sanmış olmalıyım.
Ancak kitabın kapağını çevirince başka bir kitap adı görmek beni şaşırttı. “İskoç Hükümet Tabibi Doktor Archibald McCandless’in Eski Yaşamından Sahneler” adlı bu kitabın editörü Alasdair Gray’di.
Giriş bölümünde birazdan okuyacaklarımızın kurgu olmadığına bizi inandırmaya çalışan editör (ya da kendini editör olarak konumlandıran yazar) bu kitabın eline nasıl geçtiğini anlatıyor ve bu hikayeyi yalanlayan bir de mektup olduğunu en başından söylüyor.
Daha bu aşamada yazar bizi Glasgow (İskoçya’nın en büyük şehri) meydanlarında dolaştırmaya başlıyor. Kitap boyunca söz ettiği yerlerin çizimine de en sonda yer veriyor.
Çizim demişken, romanın bu yönden de zengin olduğunu söylemeliyim; bu bir resimli roman. Zavallılar’ı gördükten sonra yetişkinler için bu tür bol resimli romanların, artmasından yanayım. Yazar anlattıklarının zihninizde canlanmasına yardımcı oluyor ve aynı frekansta düşünmenizi sağlıyor. Gerçi romanın ana karakteri Bella portreleri ile filmdeki Bella (Emma Stone) birbirine hiç benzemiyor ama uyarlamaların kitapların tıpatıp çekimleri olmadığını bilerek, biz kitaptaki Bella’dan söz ediyoruz.
Güvenilmez anlatıcılara güvenmek!
Kitapta Gray, editör olarak yaptığı “Giriş” ve final bölümündeki “Eleştirisel ve Tarihsel Notlar” ile okurla buluşsa da ana hikayeyi; iki ayrı versiyonuyla öğreniyoruz.
İlk versiyon, sözünü ettiğim gibi McCandless’in kaleme aldığı fantastik denilebilecek bir roman. Diğer versiyon ise Bella’nın (Victoria McCandless’ın) torunun toruna yazdığı, ancak yerine ulaşamayan bir mektup. Ve sayfalarca süren başka mektuplar, gözyaşları ile ıslanan mesajlar bizi farklı yönlerden olayın içine çekiyor.
Gray kendi inandığı versiyonu açık ediyor ama güvenilmez anlatıcılar ile okurunun aklını karıştırmaktan da durmuyor. Yazar üst kurmacanın pastiş (öykünme), parodi (yansılama), ironi gibi tüm tekniklerini harika bir şekilde kullanıyor. Bu haliyle roman entelektüel açıdan da oldukça doyurucu. Böyle olunca bu roman için çok farklı tanımlar yapmak mümkün.
Lantimos’un filmi sayesinde “Feminist Frankenstein” olarak aklımızda yer edinen romanı sadece bununla sınırlamak haksızlık olur.
Hayatında olduğu gibi eserlerinde de politik duruşunu gösteren Alasdair Gray, bize çok daha fazlasını anlatıyor. Sosyalizmi ve İskoç bağımsızlığını destekleyen bir yazar olarak ülkesinde özel bir yeri bulunan Gray, ilginç karakterlerin yer aldığı Zavallılar’da bize çok katmanlı bir dünya sunuyor.
Bunu yaparken iyilik, kötülük, zenginlik, yoksulluk, insan hakları gibi pek çok durumu ele alıyor, sosyalist, hümanist ve feminist bir yaklaşımla emperyalist ve kapitalist sistemi ince bir kara mizahla eleştirmekten geri durmuyor. Üstüne Viktorya döneminin sosyolojisini de çok iyi aktarıyor. Bu nedenle illa bir tanım yapmam gerekirse; Zavallılar için politik alegori, feminist hiciv ve daha fazlası demeyi tercih ederim.
Biri fakir, diğeri zengin iki öteki
Konuya gelirsek; yetişkin bir kadın bedeninde bir bebeğin beyni… Cümleye böyle başlayıp devamını hemen sekse bağlayınca itici geliyor. Nabokov’un Lolita’sı gibi dümdüz anlatıldığında rahatsız eden konu, kitap okununca anlaşılıyor ki hastalıklı bir düşüncenin propagandası değil.
McCandless’ın anlatıcı olduğu hikaye; tıp fakültesinde tanıştığı Godwin Baxter’ın garip deneylerinden söz edince gidişat da şekilleniyor.
Bu arada McCandless fakir bir öğrenci, Baxter ise aileden çok zengin. İkisini bir araya getiren ise diğerleri tarafından ötekileştirilmiş olmaları. Biri fakir olduğu için diğeri çirkin olduğu için dışlanıyor. Birbirlerinden pek hazzetmeseler de mecburen “arkadaş” oluyorlar. McCandless fakir ama gururlu bir genç.
Baxter ise Mary Shelley’in romanındaki Dr. Frankenstein’ın ve Canavar’ın tek bir bedende buluşmuş hali diyebiliriz. Baba olarak bildiği Sör Colin tarafından büyütülmüş, sesiyle, görüntüsüyle ürkütücü “tuhaf bir canavar” olan Godwin, Bella’yı yaratarak Dr. Frankenstein’ın rolünü de üstleniyor. Ancak bir yaratıcı olarak Godwin, servetini ve sonsuz anlayışını Bella’dan esirgemiyor.
Bella Baxter’ın ortaya çıkışı ise tamamen Godwin’in bencilliği yüzünden. Shelley’in Canavar’ı gibi yaratıcısından bir eş istemek yerine zengin bir cerrah olmanın avantajlarını kullanan Godwin, “Shakespeare’den Masallar” kitabında okuduğu Ophelia gibi bir eşi olsun istiyor.
Öyle bir eş ki, her şeyi ondan öğrensin, doğduğu andan itibaren onu gördüğü için asla ondan tiksinmesin. Çünkü o; “kendisine muhtaç ve hayran olan bir kadına hayran olmaya muhtaç.” Bunun için de intihar etmiş hamile genç bir kadının, yaklaşık dokuz aylık bebeğini yaşatmak yerine, beynini alıp annesine monte ediyor!
Kötülüğü sonradan mı öğreniyoruz?
Bella hayata annesinin bedeninde doğan küçük bir çocuk olarak başlıyor. Zaman ve mekan algısıyla çok iyi oynayan yazar, Bella’yı hızla büyütüyor, ancak o kocaman bedenin içindeki küçük kızı da çok iyi hissettiriyor. Bella hayatı keşfederken seksi de, zevk almayı da öğreniyor.
Çocukluğu, hafızası, sosyal kodları, edinilmiş korkuları olmadığı için kötülük nedir bilmeden hayata bir oyun gibi yaklaşıyor. Gray, bu romanda Bella karakteriyle ve farklı sayfalardaki farklı olaylar üzerinden aslında insanların iyi doğduğu, kötülüğün sonradan öğrenildiği fikrini benimsemiş görünüyor. Belki de buradan İngiliz Filozof John Locke’un “tabula rasa – boş levha” felsefesine atıfta bulunuyordur.
Bella’nın hayatındaki iki önemli erkek; baba yerine koyduğu ve God (Tanrı) diye seslendiği Baxter ile ikinci görüşünde (henüz çocuk zekasına sahipken) evlilik teklifini kabul ettiği ve Mum dediği nişanlısı McCandless.
God ve Mum’ı oyuna getiren Bella, bir başkası uğruna onları terk edip, ülke ülke gezerken büyüyor. Hem de İskenderiye’de “bir çığlık atıp bütün dünyayı bayıltmayı isteyecek” kadar acı, Paris genelevlerinde çalışıp da beş parasız kalacak kadar şaşırtıcı deneyimler eşliğinde. Bu büyümenin izlerini mektuplarında çok net görüyoruz; yazmaya çocuk gibi başlıyor, yetişkin bir kadın gibi devam ediyor.
Çocukluğu çalınan kadınlar…
Roman çok katmanlı, değinilen çok konu var; beni en çok etkileyenlerin başında ise Bella’nın, geçmişini merak etmesine ilişkin bölümler geliyor.
Her şeyi düşünen God, buna da bir hikaye uyduruyor ama aynada 25-30 yaşlarında bir kadın olarak kendini gören Bella, çeyrek yüzyılını neden hatırlamadığını merak ediyor, soruyor, öğrenmek istiyor. Bella’nın geçmişi yok, o çocukluğu çalınmış kadınlardan biri. God bir yerde söz ettiği için aklıma düştü; Havva’nın da çocukluğu yok değil mi?
Yaratılış hikayelerinde ya da sadece kurgu romanlarda değil, gerçek hayatta da çocukluğu ellerinden alınan kadınlar olduğunu bilmek çok can yakıcı… Ancak Bella, hiçbir zaman kurban olmayı seçmiyor, onun yerine içindeki boşluğu sadece seksle değil, öğrenme ve keşfetme arzusuyla dolduruyor.
Bu hikayeyi çürütmeye çalışan Victoria (Bella) McCandless ise ülkesinin ilk kadın doktoru, üç oğlan annesi olmasına karşın feminist, Fabian sosyalist ve hatta “Bir Sevgi Ekonomisi – Bir Annenin Tüm Ulusal ve Sınıfsal Savaşlara Son Verme Reçetesi” adında bir broşür yazıp, dağıtacak kadar aktivist. İkinci kocası olan Archibald McCandless’ın parasını vererek bastırdığı kitabın kendisiyle alakası olmadığını, McCandless’in Mary Shelley, Edgar Allan Poe ve daha birçok yazardan etkilenerek bunları yazdığını iddia ediyor.
Gray, bu konuda kararı okuruna bırakıyor. Bella, yazar McCandless’ın anlattığı gibi bir yaratılan mı, şehvetli bir çocuk-kadın mı, yoksa Bella’nın uğruna Mum’ı terk ettiği Avukat Wedderburn’ün dediği gibi “Beyaz Şeytan” mı? Ya da Victoria’nın iddia ettiği gibi Bella, bunların hiçbiri ile alakası olmayan, idealist bir doktor mu?
Hepsi olabilir, hiçbiri olmayabilir… Eminim ki bu romanı defalarca okusak, her okuyuşta yeni bir keşifte bulunuruz. Hatta taraf bile değiştirebiliriz. Çünkü o kadar çok gönderme, atıf ve öyle ilginç saptamalar var ki, bunların hepsini bir okuyuşta bulmanın mümkün olduğunu sanmıyorum.
Bunu bir gizem olarak düşünmeyin, okur olarak yakaladığınız her bilgi kırıntısının keyfini çıkarın. Eminim ki, edebiyat severler üst kurmaca harikası bu postmodern romanı beğenecek, Alasdair Gray’ın oyuncaklı dilini çok sevecektir.
(NK/EMK)