Derken çanlar yeniden çalmaya başlandı... Geceleri, savaşın kirli uğultusu yüzünden bölünen uykularımız, gündüzleri yerini artık bir kıymık gibi yüreğimize saplanmış bulunan tedirgin bekleyişlere bırakmış bulunmakta.
O yüzden de, bela haline gelen ülkemizdeki bu halin, şimdiden nasıl bir tehlikeye evrileceğini tahmin edebilmek için kâhin olmaya gerek yok.
Meydan her zaman ki gibi yine apoletlerini saklı tutan kıyamet çığırtkanlarına kalmış bulunmakta. En son Antep'te meydana gelen üzücü olay ile maneviyatlarına halel getirmeyen bu savaşın tacirleri, kendi mabetlerinde gerçekleştirdikleri ayinlerinin sunaklarını yeni kurban kanlarıyla sulama fırsatına bir kez daha kavuşmuş oldu.
Gücün arabesk bilinçaltı: Nekrofili
Her defasında gerçeği dile getirerek, yeryüzünün kanayan yüreğine tercüman olmaya çalışmak, tarihin tekerrür çarkında gevelemeye benziyor.
En son Berrin Karakaş'ın Radikal'de yayınlanan "şimdi bir sessizlik saracak 'Barış' diyenleri" yazısını okuyunca, haklı ama nafile çabalarımıza bir yenisinin daha eklendiğini hissettim.
Bir tarafta, barışın bu denli onursuzlaştırıldığı ve Hansel ile Gratel misali geri dönüş kırıntılarının dahi vicdansız bir ruh haliyle tüketildiği bir ülke, diğer tarafta ise, toprağın yorgun yüreğini savaş meydanlarının kızıl şarabıyla ıslatmaya yemin etmiş ve her ölümde daha güçlü olduğunu kanıtlamaya öykünen bir "asker Türkiye" gerçeği.
Fakirliğin kanı üzerinden güçlü bir ülke izlenimi vermek adına cenaze törenlerinde boy gösteren devlet erkânı ise, bugüne kadar tekrarladığı teranelerin ötesinde söyleyecek yeni bir çift söze sahip değil.
Karakaş'ın bahsettiğimiz yazısında da ifade ettiği gibi "yaşamın coşkusuyla var olmak dururken ölümlerle bir olmaya çağırıyor zirveler" bizi. Muhalefetin dahi ağzına kan değmiş kurt yavrusu gibi yeni ölümleri bekleyerek hükümeti sıkıştırmaya can attığı bir ülkede, siyasetin ne denli hastalıklı ve çıkmazda olduğu tüm pespayeliği ile ortada durmakta. Her yeni ölümle bir araya gelip dosta-düşmana karşı güçlü olduğu izlenimini veren cenazelerin "gedikli takımı", ölüm kutsayıcılığı ve ölü sevicilikleri (nekrofili) ile bedenlerimiz üzerinde hoyrat bir siyasi hovardalık yapmaktan da bir gün olsun geri durmadı. Onların umurunda bile değildir, dirilerini asker doğurmaya mecbur kılınan annelerin, ölülerini yüreğine gömdükleri çocuklarından yükselen seslerden: "vatan, millet, Adapazarı, Beypazarı, bitpazarı/ Bu yüzden ölü çocuklarız / Dönmedi ki güneşiniz yazgımıza/ağaçsız mezarlarız".
Ortaklaştırılan çile
Diğer tarafta ise, birbirine "zorla kardeş" kılınmaya çalışılan Kürt ile Türkün acılı anaları ve mavzere sürülmüş binlerce militanın rüzgârlı macerası durmakta.
Bu anaların ve çocukların hikâyesine de uzak değiliz. O hikâye ki halen, yıllar önce başladığı yerdeki gibi; hüzünlü ve içimizde devamlı dolaşan yaşam kanına inat, ölüme akan sıcaklık kadar öldürücülüğüne devam etmekte.
Yıllar önce Kemal Burkay, yaşamları hüzünlü bir dönenceye çevrilen Kürt insanının yaşadıklarını, kendi yaşam hikâyesi üzerinden şöyle ifade etmişti: "Bir sessizlikti annem, nice çileden örülmüş / Sevinçleri de var mıydı bilmem / Kendisinden bile gizlenmiş / Her anne çocuklarını yaşar değil mi? / Ben annemi hiç yaşamadım / Çünkü çocuklar bir rüzgâra biner giderler / Anne yüreği de beraber."
O çocuklar şimdi, bu ülkenin dağları, cezaevleri ve kaçmak zorunda bırakıldıkları uzak Avrupa diyarlarında, yüreğini kendileri ile götürdükleri, fakat bedenleri bu topraklara gömülen anne ve babalarının başucunda ağlayacakları günleri beklemekte.
Zorla kardeşlik
İktidarın yeni bir yanılsama yaratmak maksadıyla uygulamaya soktuğu ve (ne yazık ki) birçoğumuzun da akıl süzgecinden geçirmeden dile getirdiği "Türk ve Kürt haklarının kardeşliği" söylemi de problemli bir yapıya sahip.
Kürt halkının ve onların yaşadıklarına sessiz kalmayan Türklerin sırf birlik ve beraberlik adına da olsa bir kardeşlikten bahsetmeleri iyi niyetli bir yaklaşım olmasına rağmen, esasında egemenin diliyle bütünleşmek ve Kürtleri bilinçsizce egemenin bu oyununa ortak kılmaktır.
Bilinmelidir ki, Türk ve Kürtlerin dünya üzerindeki bütün halklar gibi "Âdem ve Havva'nın ilk gecesinden" kalma kardeşlikleri dışında farklı bir kardeşlik bağları yoktur.
Daha düne kadar Osmanlı İmparatorluğu çatısı altında yaşayan Balkan ve Ortadoğu halkları ile kardeş olan Türklerin, buralarda yaşayan milletlerin kendi ulus devletlerini kurarak, Osmanlıdan ayrılmaları sonucu onlarla kardeşliklerini feshettikleri bilinmeyen bir gerçek değildir.
Demek ki Türkiye'deki egemen ideolojisinin telkin ettiği kardeşlik, tamamen kendisinin kurmuş olduğu tahakküme razı gelen bir niyeti barındırmaktadır.
Buna maruz kalan ve "kardeşlikle taltif edilen" halkların benzer şekilde bu söylemi kullanmaları ise, farklı bir sosyo-psikolojik duruma tekabül etmektedir.
Dolayısıyla, eşitsiz bir denklem üzerinden her iki halkı da kardeş gibi gösterme çabasının, iktidar açısından süregelen asimilasyonunu tahkim ettiği de unutulmamalıdır. Bittabi, Kürtlerin insani haklarını elde etmeleri için birileri ile kardeş olmak gibi bir zorunlulukları da yoktur.
Daha Türkler yok iken, ataları buraları mesken tutmuş Kürtlerin toprakları, bir lütuf gibi, üstelik de sadece bir mezarlık olarak kullanılması şartıyla kendilerine sunuldu! Hamasi nutuklarla cepheye sürülen askerlerin kanıyla sulanılan dağa, taşa nakşedilen bayrakların gölgesinde,
Kürtlere insanlık dahi çok görülüp, yaşamları her türlü travmaya açık kılındı. Ama hesaba konulmayan bir gerçek vardı. O da, toprakları üzerinde hoyratça dolaşanların dokunduğu her yerin, bir gün gelip kendilerine bu zulmü reva görenlerin karşısına bir kimlik olup dikilivermesiydi.
Tarihsel ve sosyolojik dinamiklerin ön plana getirdiği, Kürtlerin artık görmezden gelinemeyen realitesine karşı geliştirilen yeni devlet hamlesi ise, sadece "sözde kalan vatandaşlık" halidir.
Bu politikanın revaçta olan, "her şeylerini verdik daha ne istiyorlar" sözü bile, egemenin bilinç arkeolojisindeki küstahlığı dışa vuran kışkırtıcı üslubundaki kötü niyetine ayna tutmaktadır.
Kürt meselesi, ruhu elinden alınmış Kürtçenin sadece konuşulmasına indirgenmeyecek kadar geniş bir isteme dayanmaktadır.
Soruna sadece dil açısından bakıldığı takdirde de bile bilinmelidir ki, ne zaman ki bütün Kürtler ana dillerinde rüya görmeye başladılar, işte belki o zaman Kürtler açısından bir özbilinç yaratılmış olacaktır.
Bu çözüme en büyük desteği de dolaylı yollardan, artık her çocuğunu asker doğurmayacak kadar cesur olduğunu gösterecek Türk anneleri sunacaktır. O günler geldiği zaman da, yaşayanlar ile beraber, mezar yerleri belli olan-olmayan her iki halkın çocukları da yattıkları yerde huzura kavuşacaktır.
Ey büyük Mezopotamya!
Bu yüzden de, "Fırat'ın kıyısında kaybolan bir koyunun hesabını dahi verecek kadar adil olan Hz. Ömer'in adaletini" ilke edindiğini dile getirenler, anlamsız bir siyasi körlüğe sığındıkça, zulüm ile olan ortaklıklarından ötürü er ya da geç takdir-i ilahiye hesap vereceklerdir.
Çünkü kayıp kuzular mezarlığına çevrilen Fırat'ın doğu yakası sakinleri, ölüleriyle beraber ahlarını da iliştirdiler ruhlarının çıkınlarına. Şimdi o ah sırası bize de geldi. Ne olur, duy artık sesimizi ey büyük Mezopotamya! Kardeşlerimiz ölüyor hala kalbimizin doğusunda... (YÇ/EKN)
* Yalçın Çakmak/ Tunceli Üniversitesi Tarih Bölümü