Neoliberal sistemin korktuğu, olmaması için hepimizi korkuttuğu iki önemli şey var: Boş alan ve boş zaman.
Boş alanları inşaatlarla, yapılarla ve “yaşam merkezleriyle” dolduran sistem, kişiden bir “performans öznesi” olmasını ısrarla isterken ona her koşulda (geceleri, gündüzleri, seyahatte, dinlenirken, tatilde vd.) çalışması gerektiğini söylüyor. Bu durum da Kazimir Maleviç’in “varlığı anlamlı kılıyor” dediği boşluğun örselenmesine denk geliyor.
Yaşamaya vakit ayırmayı paranteze almak ise tembellik ve aylaklık hakkından çalmak demek. Tüketimin ve sistemin sürdürülebilirliğinin her şeyin önüne geçirildiği günümüzde, sürekli çalışmanın kutsallaştırıldığı, boş zamanın ise “verimliliğin” ve “performansın” düşmanı hâline getirildiğini görüyoruz. Bir zamanlar toplama kamplarının kapısına yazılan “çalışmak özgürleştirir” sloganının bir benzerine rastlıyoruz şimdilerde. Sistem, bir yandan hızla çalışmayı öğütlerken diğer taraftan “yavaşlamayı” piyasaya sürüyor. Yorulanları, performansı ve verimliliği daha da artsın diye teskin edip dinlendiriyor. “Refah”, “zenginlik” ve “sahip olma” hayallerini havuç misali göz önünde tutarak, sopayı kölelerinin sırtından eksik etmiyor. Böylece borçlular ve alacaklılar diye ikiye böldüğü insanlardan, borcunu ödemesi ve alacaklarını tahsil etmesi için devamlı çalışmasını bekleyerek çemberi tamamlıyor. David Greaber, “zırva” (tırışka) ve pis (boktan) işler” sınıflandırmasını, bu döngüden hareketle yaparken çalışma babında zamanın ruhuna dair bir yorumla çıkıyor Tırışkadan İşler (Çeviren: Burak Esen, Everest Yayınları, 2021) başlıklı kitabında: “İş temelli bir uygarlığa dönüştük ama ‘üretken iş’ kavramını da kaybettik ve işi, kendinde amaca ve anlama sahip bir şey hâline getirdik. Hiç de ayılıp bayılmadıkları işlerde dişini tırnağına takıp çalışmayanların, çevrelerinden sevgi, şefkat ve destek görmeyi hak etmeyen işe yaramazlar olduğuna inandık. Kendi elimizle toplu köleliği seçtik. Zamanımızın yarısını hoşlanmadığımız bir üstün gözetimi altında, tepeden tırnağa anlamsız, hatta zararlı faaliyetlerle geçirdiğimizi fark edince verdiğimiz siyasi tepki ise bu tuzağa düşmeyenlere hınçla diş bilemekten ibaret. Yani nefret, hınç ve şüphe, toplumu bir arada tutan çimentonun ana maddeleri hâline geldi. Bunun sonu felaket.”
Tüketim kültürünün bekası söz konusu olunca büyük bir gayretle çalışanlar, sistemi işletenler tarafından “başarılı”, buna direnerek insani koşullardan ve boş zamandan söz edenler ise “bozguncu” diye niteleniyor bir çırpıda.
“Piyasanın dediği olur” şiarıyla ekonomik, politik ve hatta kültürel şiddete maruz kalan “bozguncular”, işletmeci feodalizmin kuşatıcılığından dem vururken kendisine “kazan ve bundan daha fazlasını harca” denen “rekabetçi”, “zinde” ve “7/24 işinin başında bulunan” Homo Economicus’un, çalışma ve borçlandırma tahakkümüyle şekillendirildiğini hatırlatıyor.
Neden Çalışalım ki? - Boş Zaman Toplumuna Dair Savlar başlığıyla yayımlanan kitapta da bu “bozgunculardan” bir bölümü, yakın geçmişten bugüne neoliberal sistemin dayattığı çalışma anlayışını çözümlerken boş zamanın neden hayatî olduğunu ortaya koyuyor.
‘Döngüsel ekonomi’nin işletimi
Neoliberal sistemin evcilleştirip sürekli “çalış” dediği insanın elinden aldığı en önemli şeylerin başında boş zaman ve keyif geliyor. Çalışma günlerinin azaltılmasını savunanlar ve bunu deneyenler ile aksini söyleyenler arasındaki gerilim bir tarafa, neoliberal sömürü sisteminin politik ve ahlaki yanı esas tartışma konusu. Neden Çalışalım ki? - Boş Zaman Toplumuna Dair Savlar’daki makalelerde üstünde durulan mesele bu.
Serbest ya da boş zaman konusuna ilişkin tartışmalar seneler öncesine dayanıyor. Bertrand Russell, 1932’de yayımlanan “Aylaklığa Övgü” başlıklı metninde, şimdi yaşadıklarımızı haber veriyor: “Eskiden insanların tasasız ve neşeli olma imkânı varken günümüzde bu, verimlilik tutkusuyla bir nebze kısıtlanmıştır.” “Her şeyi bir başka şey uğruna yapan” insanlardan bahseden Russell, boş zaman sorununun uzun çalışma saatleriyle insanın hizaya getirilmesine dayandığını hatırlatıyor.
İnsana “verimli” ve “esnek” çalıştığı sürece “değer” veren sistem, boş zamanı ve keyfi paranteze alır ve almayı öğütlerken kişiden çalışma dışı vakitlerini tüketime ayırmasını istiyor. Günümüzün moda kavramı “döngüsel ekonomi” tam da böyle hayat buluyor. İnsanın zamanının satın alınması, bu bağlamda önemli eşiklerden biriydi. Diğerini ise “Saatlerin Tiranlığı” metninde George Woodcock dile getiriyor: “Yeni kapitalistler aşırı bir zaman bilinci kazandı. Bu bağlamda işçinin emeğini temsil eden zaman, onların gözünde sanayinin neredeyse başlıca hammaddesine dönüştü. ‘Zaman, paradır’, kapitalist ideolojinin temel şiarlarından biri oldu ve zaman tutuculuk, kapitalist iradenin ortaya çıkardığı yeni görev türleri arasında en önemlisiydi.”
Zamanın kölesi olma ile zamanın satın alınması, kapitalizm ve neoliberalizmin iki temel özelliği. Hâl böyle olunca insan, çalışma sorunu ve yaşama uğraşı arasında salınıyor. Bunun ortaya çıkardığı bir başka hayatî mesele daha var; uyum ve özgürlük gerilimi ya da çalışma ve boş zaman arasındaki dengesizlik. August Heckscher II buna dair bir belirleme yapıyor: “Boş zamanın kalitesi -ne ölçüde özgürlük barındırdığı- hem tek tek vatandaşların hem de genel olarak toplumun niteliklerine bağlıdır. Konformistler asla özgür değildir; başkalarıyla aynı şeyi yaptıkları için değil, benlikleriyle alakasız nedenlerle yaptıkları için. Boş zamanın, tam da ortadan kaldırması gereken konformizmi yarattığı hissiyatı yaygındır, peki ama bu nasıl olabilir? Boş zaman özgürlükse ve özgürlük, insanın içindeki bir eğilimin peşinden gitmesiyse bunun sonucunda herkes birbirini nasıl taklit edip mümkün olduğunca benzeşmeye çalışabilir?”
Piyasanın marifetleri
“Neden çalışalım ki?”, örtük olarak “Nasıl bir çalışma?” ve “Nasıl bir boş zaman?” gibi soruları da içeriyor aslında. Bunlar, neyin tercih edildiğini ve edileceğini de gösteriyor bize. Juliet Schor, tam bu noktada söz alıyor: “Çalışma ve harcama ekonomisinin en ciddi sorunu, Henry David Thoreau’nun da söylediği gibi ‘lüzumsuz servetle yalnızca lüzumsuz şeylerin satın alınabilmesi’ değildir. Ayrıca tüketimin bize mutluluk sağlayamayacağını da söyleyemeyiz. Aslında sorun, çalışma ve harcama düzeninin zamanımızı, evlatlarımızın çocukluklarını, sosyal ilişkilerimizi ve arkadaşlıklarımızı elimizden alarak tam da mutluluğun kaynağı olan bu unsurları baltalama ihtimalidir. Peki bu kârlı bir pazarlık mıdır? (...) Bir yarım asır daha küresel serbest piyasa ekonomisinin bize sunduğu seçeneği; uzayan mesaileri, artan tüketimi ve hızlanan yaşamı mı tercih edeceğiz, yoksa zamana, kişisel bağlar kurmaya, ahlaklı ve maneviyatla dolu, daha yoğun tatminlere odaklanabileceğimiz hayatlar kurmak için bilinçli olarak farklı bir seçim mi yapacağız?”
Arz yaratma ve talep oluşturma ile bunlara yönelik üretim ve tüketim döngüsü, neoliberal sistemin özü. Dolayısıyla bu yoğun akışta boş işler ve boş zaman gerilimine tanık oluyoruz.
İnsanın, daha fazla ve gereksiz ayrıntılara boğularak çalıştırıldığı sistem, anlamsız işlerin yaratılmasına önayak olarak denetimi ve tüketimi uyumlu hâle getiriyor. Bunun kurgulanış aşamalarını David Graeber dile getiriyor: “Egemen sınıf, boş zamanı olan mutlu ve üretken bir nüfusun ölümcül bir risk barındırdığını anlamıştır. (...) Öte yandan, çalışmanın başlı başına ahlaki bir değer taşıdığı düşüncesi ve uyanık geçirilen saatlerin çoğunda yoğun bir çalışma disiplinine kendini adamayan bir insanın hiçbir şeyi de hak etmediği fikri, inanılmaz ölçüde egemen sınıfın işine gelir.”
Boş zaman ve çalışma arasındaki denge sorununu çözmeye nereden başlayacağımız önemli. Kitaptaki her makale, bu problemi belirginleştirme ve onun üstesinden gelmeye dair ipuçları veriyor. Bu bağlamda ilk olarak zihniyetin, daha doğrusu yaklaşımın değiştirilmesi gerektiğini vurgulayan, günümüze ve geleceğe seslenen ise 23 Haziran 1962’de Freedom gazetesinde yayımlanan başyazıda rastladığımız şu cümle: “Zaman, para değildir; zaman hayattır.” Bu, yaşamaya zaman ayırmak için çalışmayı mı, yoksa çalışmak için yaşamayı mı tercih edeceğimizi sordurabilecek bir ifade ve günümüzde daha da anlamlı.
Neden Çalışalım ki? - Boş Zaman Toplumuna Dair Savlar, Kolektif, Çeviren: Begüm Berkman, Tellekt Yayınları, Nisan 2024, 304 s.
(AB/VC)







