Etnik ve dini azınlıklar dünyanın hemen her ülkesinde mevcut. Kimi ülke bunlara sorun olarak, kimisi de hoşluk olarak bakar. Bazı ülkeler görece daha homojendir, azınlıklar yeni yeni oluşuyordur, bazılarında da tarihin derinliklerinden geliyordur.
Dini azınlıkların dağılımı
Kuzey ve batı Avrupa ülkelerinde etnik azınlıklar yaygın olmakla birlikte dinsel azınlık nispeten yeni bir kavramdır. Buralarda kolonyalizm ve yabancı işçi ithalinin sonucu olarak artık hemen hepsinde Müslüman ve diğer doğu dinlerine bağlı azınlıklar oluşmuştur.
Buna karşılık Balkanlar ve doğu Avrupa’da Müslüman azınlık çok eskiden beri vardır. Nitekim bu ülkelerde nüfusun içinde Müslümanların payının daha yüksek olduğu görülür. Müslüman nüfusun toplam nüfus içindeki payı Rusya’da yüzde 6,5, Bulgaristan’da yüzde 10, Makedonya’da yüzde 33, Kıbrıs’ta yüzde 25 dolaylarındadır.
Hatta Müslümanlara karşı soykırım girişiminde bulunulan Sırbistan’da bile nüfusun yüzde 3’ü Müslümandır. Kosova dahil edildiğinde bu oran daha da yükselir. Bosna Hersek’te Müslümanların payı yüzde 48’dir. Arnavutluk’ta Müslüman nüfusu yüzde 80’lere ulaşır.
Burada Yunanistan’ın istisnai bir durumu vardır. Bu ülkede Müslümanların oranı yüzde 1,5 gibi düşük bir düzeydedir. Bu durumun 1923-24 yıllarında Müslüman nüfusun sürgün edilmesinin sonucu olduğu açıktır.
Nüfusun çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde de bunun tersi nüfus yapıları ile karşılaşılır. Endonezya, Malezya gibi Uzak Doğu ülkelerinde nüfusun kabaca yüzde 10 kadarı Hıristiyandır. Ayrıca diğer doğu dinlerine bağlı gruplar vardır. Yüzyıllarca Ruslarla iç içe yaşamış olan Orta Asya ülkelerinde de Hıristiyan nüfus oranı yüzde 6-26 arasında değişmektedir.
Orta Doğu ülkelerinde daha farklı yapılar görülür. Lübnan’da Hıristiyan nüfusun payı yüzde 40’a kadar yükselir. Suriye nüfusunun yaklaşık yüzde 10’u Hıristiyandır. Ayrıca -bizde küfür olarak kullanılan- Dürzü gibi grupların payı yüzde 3’e kadar uzanmaktadır. Irak’ta savaştan önce 1,6 milyon kişiyle yüzde 8 olan Hıristiyan nüfusun payının yüzde 5’e düştüğü tahmin edilmektedir.
Hıristiyan nüfusun payı Mısır’da yüzde 10, Ürdün’de yüzde 6, Libya’da yüzde 3, Tunus’ta yüzde 2, Cezayir, Fas ve Yemen’de yüzde 1 dolaylarındadır. Birleşik Arap Emirlikleri, Katar gibi ülkelerde son yıllarda gelen yabancı işçiler nedeniyle yüzde 10-15 arasında olmuştur.
İran tarihsel olarak Hıristiyan nüfusun az olduğu bir ülkedir. Bu ülkede de 250-350 bin arası küçük bir Hıristiyan grup yaşamaktadır. Bizim Cumhurbaşkanının “bunlar zaten Zerdüşt” diyerek ülke gündemine soktuğu Zerdüştlüğün İran’da yasal olduğunu ve 25 bin Zerdüşt bulunduğunu da eklemek lazım.
Türkiye’de durum farklı
Çevremizdeki ülkelere ait bu rakamlar, bu ülkenin geçmişinde yaşananlar hakkında hiçbir şey bilinmese bile, tuhaf bir durum olduğunu gösteriyor.
Batıdan doğuya, kuzeyden güneye doğru gittikçe Hıristiyan toplumlar içinde Müslüman azınlıklar ortaya çıkıyor. Doğudan batıya, güneyden kuzeye doğru ilerleyince de Müslüman toplumların içinde Hıristiyan azınlıklar görülmeye başlanıyor. Bunların kesişmesi gereken yer de Anadolu. Doğal olarak Anadolu’da Müslüman ve Hıristiyan nüfusların daha dengeli olması beklenir.
Fakat Anadolu’ya geldiğimizde dört bir yanda görülen eğilimleri boşa çıkaran bir manzarayla karşılaşıyoruz. Türkiye’de toplam nüfusun içinde Hıristiyan oranı binde iki. Yani –Afganistan ve Suudi Arabistan’ı hariç tutarsak- halkı Müslüman olan bütün ülkelerden daha az Hıristiyan nüfusu var.
Ermeni soykırımını da Rum sürgününü de hiç duymamış olsak dahi, salt rakamlara bakarak, bu durumun doğal olmadığını, tarihte nüfus dengesini şiddetle bozan önemli bir şeyler yaşandığını tahmin edebiliriz. Bu konuda da tarihi istatistikler belki bize bazı ipuçları verebilir.
Osmanlı istatistikleri hem sayıca azdır hem de ne kadar güvenilir oldukları çok tartışmalıdır. Genellikle devletin başının dertte olduğu dönemlerde hazırlandıkları için, verilerin siyasal amaçlara uygun hale getirildiği düşünülür. Yine de bir fikir vermesi mümkündür. Bu istatistiklerde Müslüman olmayan nüfusun toplam nüfus içindeki payı genellikle yüzde 20 civarında gösterilir. Bu rakamı düşük bulan ve söz konusu nüfusun payının yüzde 40 dolaylarında olduğunu savunanlar da vardır. Gerçek sayıyı bilebilmek kolay değil fakat hiç olmazsa Balkan savaşlarından önce bu topraklarda yaşayan her üç kişiden ikisinin Müslüman, birinin Hıristiyan olduğunu söyleyebiliriz.
Bu durum, çevremizdeki ülkelerdeki nüfusun dini inançlara göre dağılımı ile tutarlıdır. Yani, biraz önce yaptığımız kıyaslamayı yüz yıl önce yapsaydık şimdiki gibi bir tutarsızlıkla karşılaşmayacaktık.
Hem homojen hem laik
Sosyal bilimlerin her alanında kullanılan en temel değişken nüfustur. Her konu bir şekilde nüfusun taşıdığı bir özelliğe göre belirlenir. Burada nüfusun dinsel yapısından kaynaklanan diğer bir tutarsızlıktan söz etmek gerekiyor.
Müslüman ülkeler birbirinden farklı düzeylerde seküler ve dinsel özellikler taşımaktadır. Kimisinde sekülerlik kimisinde de dinsellik ağır basar ama Orta Doğu’dakilerin hepsi de resmi düzeyde kendini Müslüman olarak tanımlar. Bunu tek istisnası Türkiye’dir.
Türkiye Orta Doğu’nun neredeyse en homojen Müslüman ülkesi olduğu halde resmi olarak laiktir. Türkiye halkının görece daha seküler bir tarzı olan kesimi de ülkenin gerçekten laik olduğuna inanır hatta laik olmayan Arap ülkelerine de küçümseyerek bakar.
Gerçi son zamanlarda şaşırtıcı şeyler olmaya başladı. Bazı Arap ülkeleri Türkiye’yi dincilikle, üstelik dinciliği yaymakla suçluyorlar. Önce Suriye, sonra Mısır, Irak, Lübnan ve hatta Libya’dan benzer şikayetler geliyor. Bunlara Yemen’in, belli mi olur belki de İran’ın katılması bile mümkün.
Türkiye doksan yıl önce laikliği seçti ve bu doksan yılın büyük kısmında laikliği yerleştirmek için büyük gayret sarfetti. Buna rağmen, doksan yıl sonra bu ülkede laikliğin pek o kadar da güçlü olmadığını, her an “elden gidebileceğini”, hatta bazı Müslüman ülkelerde laikliğin güvencesinin bizden daha güçlü olduğunu düşünüyoruz.
Doksan yıl az bir süre değil. Eğer laiklik hala sağlam bir şekilde yerleştirilemediyse bunu halkın aldatılmasıyla, cehaletle, dinci partilerin oyunlarıyla açıklamak kendini kandırmanın ötesine geçemez.
Laikliğin yerleşememesinin nedenlerini bir de Türkiye halkının dinsel açıdan homojenleştirilmesinde aramak gerekir. Avrupa’da laiklik mezhepler arası çekişmelerin zorunlu sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Tek bir dinsel anlayışın hakim olduğu ortamda laikliğin bir ihtiyaç olarak belirmesi kolay değildir. İnanç dendiğinde insanların aklına tek bir dinin geldiği bir ülkede laikliğin içselleştirilmesi nasıl olacaktır? Başka bir inancın olmadığı bir ortamda inançlara saygı, farklılıklara hoşgörü gibi kavramlar içi boş ezberlerden ibaret kalacaktır. Nitekim de öyle olmuştur. İnsanların kafasındaki tek referans kendi dinleri olarak kalmıştır.
Bu o kadar böyledir ki, insanlar laik değerleri “ben de Müslümanım ama”, “gerçek İslam bu değil”, “Allah benim içimi biliyor”, “laiklik dinsizlik değildir” gibi kalıpları kullanmadan savunamıyor. Müslümanlığın o kadar doğallaşmış bir egemenliği var ki, dinsiz olmak bile başka bir dine mensup olmaktan daha olağan karşılanıyor.
Tam bu noktada, Türkiye’deki hakim inanç dışındaki Aleviliğin durumundan söz etmek gerekiyor. Aleviler laikliğin kurumsallaşması aşamalarında genellikle köylerde yoğunlaşmış ve dışlanmış bir kesim olduğundan, Hıristiyanlar gibi farklı bir inanç grubu olarak varlık gösteremediler. 1970’li yıllardan itibaren kentleşmeye başladılar ve zaten o tarihlerden beri de etkileri güçlenerek sürüyor. Bugün laikliğin en güçlü savunucuları da onlar. Salt bu durum bile, laikliğin en önemli dayanağının dinsel/mezhepsel farklılaşmalar olduğunu göstermeye yeterli.
Asıl “sözde” olan laiklik
Bugünlerde Ermeni soykırımı tartışmaları hararetle sürüyor. Türkiye’nin laikleri de dincileriyle omuz omuza yüz yıl önceki devletin yaptıklarını savunuyorlar. Yüz yıl önceki devleti ve o devletin yöneticilerini kabulleniyorlar, bağırlarına basıyorlar, kendilerinden biliyorlar. Yüz yıl önce Anadolu’nun Müslümanlarının Hıristiyanları tasfiye etmesinin zorunlu olduğuna inanıyorlar. Bazı kötü işler olmuştur belki ama tehcir de mübadele de yapılmalıydı, diyorlar.
Hem Hıristiyanları kovalım, hepimiz Müslüman olalım, hem de İslam Devleti’ne karşı çıkalım, laik olalım. Hem tarihimize toz kondurmayalım, hem de Osmanlıyı ihya etme hayalleri kurmayalım. Hem İttihat ve Terakki çetesine sahip çıkalım, hem de demokrat olalım. Bunlar ya kendini ya da başkalarını kandırma çabasından öteye gitmeyen beyhude tavırlar. Ama hepsinden daha zor olanı, hem devletin her dediğini savunmak hem de ahlaklı kalmak.
Ahlakın, vicdanın toplumsal, siyasal konularda geçerli olmadığı kanaati bu ülkede çok yaygın. Bu yüzden, böyle değerleri vurgulamak yararsız olabilir. O zaman hiç olmazsa konuya pratik sonuçları bakımından yaklaşabiliriz. Mesela, tarihte Ermeni soykırımının, Rum sürgününün hiç olmadığı bir Türkiye’de yaşadığınızı düşünün. Bugünkü laiklik endişelerini yaşar mıydınız? Güneyinizde IŞİD denen bir çete ortaya çıktı diye korkulara kapılır mıydınız? Çocuklarınızın geleceği konusunda ne hissederdiniz?